29 Aralık 2010

Güney Afrika 1

Johannesburg ve Sabi Sand

Bu yılın kapanış seyahati benim için Güney Afrika oldu. Daha sonra yurtdışına çıkmış olsam da, her sene büyük tatil diye adlandırdığım ve kıta değiştirdiğim yolculuklardan biriydi Güney Afrika.

Son gidişimden beri burnumda tütüyordu kıta. Büyülemişti beni güzel insanları, muz ağaçları, enerjisi, hatta yoksunluğu bile, geçen sene. Geri dönmek istedim. Bu sefer farklı bir ülke, ama yine Afrika.

Güney Afrika son yıllarda pek çok insanın tercih ettiği bir tatil yeri haline geldi. Eh bayram tatilleri de uzun olunca 9 – 10 saatlik uçuş çok da problem değil. İlk akla gelen şehir Cape Town olmasına rağmen biz önce Johannesburg’a uçtuk. Kısa söyleyişle Jo’burg. Orada bir kez bile bulunan herkes kullanıyor bu kısaltmayı. Gitmeden önce ilk kız kardeşimden duyduğumda havalı gelmişti. ‘’Ben orada bulundum. Jo’burg işte. Pek de birşey yok. Büyük şehir. Cape Town gibi renkli ve ışıltılı değil.’’ Değil çünkü denizden uzak. Güneş ışınlarının okyanus üzerinde oynaştığını göremiyor insan. İyot kokusunu alamıyor. Ama Johannesburg, Kruger Park’a yakın. İki gün boyunca safari yapacağımız oyun parkı. Bu şekilde adlandırıyorlar parkları orada ‘’game reserve ‘’.
Safariye gitmeden önce Johannesburg’da bir günümüz vardı şehri görecek. Ivan’dan Bulgar şoförümüz, bizi gezdirmesini rica ettik. O da  turistlerin hoşuna gideceğini düşündüğü birkaç alışveriş merkezi bölgesine götürdü bizi. Benim aklım fikrim bebek aslanları sevebileceğimiz Lion Park’taydı oysa ki.
‘’Ivan, Lion Park’a gidebilir miyiz?’’
‘’Bakarız öğleden sonra. Hava biraz yağışlı gibi. Gitsek bile bebekleri dışarı çıkarmayabilirler.’’
‘’Ama ama....’’ dudaklarım bükülmüştü.
Önce öğle yemeği yedik ve yanında da bir şişe kırmızı şarap açtırmayı ihmal etmedik. Ne de olsa Güney Afrika şarapları ile ünlü bir ülke. Üç kız bir şişe şarabı içtikten sonra kıkırdayıp duruyorduk. Ivan’ı arayıp bizi almasını rica ettik. Hava da açık gibiydi. Yani aslanları sevmeye gidebilirdik. Öyle de oldu.
Burası bir hayvanat bahçesiydi. Ama klasik kafesler yerine hayvanlar daha büyük alanlarda, çitlerin arkasında muhafaza ediliyorlardı. Çeşitli hayvanlar vardı. Çita, sırtlan, zürafa hatta beyaz aslanlar. Ama parkın en büyük ilgi odağı 4,5 aylık yavru aslanlardı. Açık bir kafesin içinde iki haylaz dönüp dururken, biri de yere öylece serilmiş, o hengamede uyuyordu. Hem de ölü gibi. Kafese girince insan ilk başta tereddüt ediyor. ‘’Ne de olsa vahşi hayvanlar, onlara dokunursam beni ısırırlar mı?’’ diye. Fakat öylesine sevimliler ki hemen dokunmak istedim. Önce ölü gibi uyuyanı okşadım. Puf puf, yumuşacıktı. Kocaman bir kedi işte. Diğer ikisi hala dönüp duruyorlardı. Bakıcılardan biri kafesin kenarına yere oturmamı söyledi. Oturdum. Dönüp duran yavrulardan biri yanıma yaklaştı, burnunu çeneme yaslayıp ittirdi. Sıcak tüylü burnu gıdıklamıştı beni. Sonra da üstümden tırmanıp yoluna devam etti. Bense gülüyordum. Bu vahşi hayvanlara bu kadar yakın olup onlara dokunabilmek harika bir duyguydu.



Parktan sonra Mandela Square’e uğradık. Ivan bizim için bir arkadaşı vasıtası ile para bozdurdu. Güney Afrika’da para bozdurmak oldukça pahalı. Çok yüksek komisyonlar alıyorlar. En karlısı banka nakit kartı ile hesaptan para çekmek. İlla çalışılan banka olmasına da gerek yok. Oradaki her bankadan, hesap müsait olduğu sürece para çekmek mümkün. Mandela Square şık bir alışveriş merkezi. Büyük değil. Etrafında iş merkezleri var. Orada çok oyalanmadık. Ivan bizi geleneksel Afrika mutfağını tadabileceğimiz  Moyo’ya  götürdü.
Burası çok otantik döşenmiş şık bir restaurant. Şarabımızı seçmek için bizi mahsenlerine davet ettiler. Yine bir şişe pinotage’dı tercihimiz. Ortaya da kocaman bir deniz mahsülleri tabağı söyledik. Öğle yemeğinden bu yana karnımız çok acıkmamıştı. Güney Afrika’da yeme içime oldukça ucuz. Restaurantlarda iyi şaraplar 100 – 150 ZAR arası. Bu da 12 – 18 euroya denk geliyor. Hergün şarap içtik.

Ertesi sabah Ivan bizi saat 05:30 da aldı. Yolumuz uzun. Johannesburg Kruger Park’a   yakın dediysem öyle birkaç kilometre değil tabi. Araba ile yaklaşık 6 – 7 saat süren bir yolculuk. Burada direksiyon sağda, trafik soldan akıyor. Öne oturdum ki trafiğin akışını izleyebileyim. Cape Town’da araba kiralamaya karar vermiştik. Şoför de ben olacağım için hisse alışmam gerekiyordu.

Oyun parkından önce ilk durağımız, yolumuzun üstündeki Blyde River kanyonuydu. Yolda yer yer yağmur yağıyordu. Kanyona tırmanırken de puslu hava etrafımızı sardı. Güzel bir manzara olduğunu duymuştuk. Ama pus kanyonu örterse görüş alanımız epey daralacaktı. Aslında kısmen de öyle oldu. Yukarı çıkıp uçurumun kenarına geldiğimizde, hava güneşli olsaydı muhteşem görünebilecek bir manzara ile karşılaştık. Aşağıda büyük bir yarığın ortasında Blyde nehri boylu boyunca uzanıyordu. Kayaların ihtişamlı şekilleri yukarıdan bakıldığında tanrısal bir mabedi andırıyordu. Kenarda gözümüze bir tabela ilişti. ‘’Buradan öteye geçmeyin.Tehlikelidir.’’ İyi de en güzel fotograflar o noktanın ötesinde çekilebilirdi sadece. Hemen levhanın arkasına doğru tırmanıp kayaların kenarına doğru gittim. Bizimkiler de arkamdan. Tek tek her kayanın üstüne tırmanıp en güzel manzarayı bulmaya çalışıyordum. Sırayla fotograflarımızı çektik. Manzaranın tadını çıkardık. Yol kenarında kurulu yerli malları pazarına göz attık. Ahşap heykeller, incik boncuklu takılar arasında insanın canı gördüğü herşeyi almak istiyor. Fiyatlar ise aşağı yukarı aynı. Pek değişmiyor. Pazarlık önemli bir etken bu yerli pazarlarında. Bazen söyledikleri fiyatın yarısına kadar indikleri bile oluyor. Alışverişin en eğlendiğim kısmı da bu zaten. Genelde söyledikleri fiyatın yarısını verip yürüyüp gidiyorum. Kimisi umursamayıp almazsan alma der gibi omuzunu silkip başka bir müşteriye geçiyor, kimi de arkamdan koşup pazarlığı sürdürmeye çalışıyor. Böyle durumlarda genellikle istediğim fiyata alabiliyorum beğendiklerimi. Fotograflarını çekmeme izin vermeleri de bonusu oluyor alışverişimin. Ama Güney Afrika’da insanlar fotograflarının çekilmesine çok da sıcak bakmıyorlar. Gizli çektiğim birkaç fotograf da istediğim kadar iyi olmadı.



Blyde River kanyonundan sonra Kruger Park’a doğru yolumuza devam ettik. Kalacağımız lodge un adı Elephant’s Plain. Ivan daha önce oraya hiç misafir bırakmamış. Aslında gideceğimiz park tam olarak Kruger değil. Onun yanında bulunan özel Sabi Sand ‘’oyun parkı’’. Sabi Sand tabelalarını takip ettik. Toprak yollu pek çok köyün içinden geçtik. Ivan önce kaybolduğumuzu düşündü. Yol uzadıkça uzuyordu ve hiçbir Elephant’s Plain tabelasına da rastlamamıştık. Birkaç telefon görüşmesinden sonra Ivan doğru yolda olduğumuza kanaat getirip rahatladı. Sabi Sand oyun parkının kapısından sonra yaklaşık 10 kilometre daha bozuk yolda ilerledikten sonra kalacağımız otele geldik.

Amazonlar’daki gibi ormanlar görmeyi bekliyordum. Meğer Afrika’da safari ‘’bush’’ denilen çalılıklar arasında yapılıyormuş. Oysa televizyonda kaç kez görmüştüm. Neden büyük ve sık ağaçlıklı ormanlar hayal ettiğimi ben de bilmiyorum.  

Otelin görevlisi bizi limonata ile karşıladı. Ahşap bir giriş, etnik detaylar, görevlilerin üzerindeki safari kıyafetleri bizi hemen havaya soktu. Afrika ‘’bush’’ unun ortalarında bir yerlerdeydik. Etrafta kuş seslerinden başka birşey duyulmuyordu. Mis gibi bir hava soluyorduk. Derin derin nefes aldım. Odamıza yerleştik ve ilk safarimiz için hazırlandık.

Otele ait dört adet safari aracı var. Her birinin de bir sürücü / rehberi. Bizim rehberimizin adı Louis’ydi. Sevimli gülümsemesi ile elimizi sıkıp kendini tanıttı. Hemen dört çeker araçlara bindik ve yola çıktık. Tabi bu arada otelde kalan diğer misafirlerle de tanışma fırsatı bulmuştuk. Çok uzun zamandır bu otele gelen ilk Türkler bizmişiz. Avustralyalı, amerikalı, ingiliz, fransız, polonyalı dünyanın her yerinden insan vardı. Otel sadece 24 kişiyi barındırabiliyor. Küçük bir tesis. Belki böyle olması çok daha iyi, huzurlu ve sessiz bir yer olabilmesi açısından. Yola çıkmadan önce Louis bize safari sırasında nelere dikkat etmemiz gerektiğini anlattı. En önemli kural araçta ayağa kalkmamak. Çünkü hayvanlar araçların şekillerine alışıklarmış. Görüntüdeki herhangi bir değişiklik meraklarını cezbedebilir ya da onları strese sokabilirmiş. Yani arabanın üstüne atlama olasılıkları varmış.

Louis sevimli genç bir adam. Komik bir aksanı var. Aslında Afrikanların tümü bu komik aksanla ingilizce konuşuyorlar. Onu anlamakta yer yer zorluklar çekiyordum. Yolda durmadan espriler yapıyordu. Özellikle araçtaki avustralyalı çifte çok fazla takılıyor ve karşılıklı şakalaşıyorlardı. İlk karşımıza çıkan hayvanlar zürafalardı. Çok sevimliler. Louis bize, eğer kafalarındaki boynuzların üzerinde tüyler varsa onların dişi olduklarını söyledi. O, hayvanlar hakkında o kadar çok şey biliyor ki, bu bilgisini kıskanıyorum. Beş yıldır parkta görevliymiş. Bu göreve gelmek için bir yıl okula gitmiş. Sonra da lisansını alabilmek için sınavlardan geçmiş. Yola devam ederken her yerde karşımıza impalalar çıkıyorlar. O kadar çoklar ki, sürüler halinde hoplaya zıplaya kaçışıyorlar biz araba ile geçerken.



Hayvanların izini sürerken birden yağmur bastırdı. Islanmayalım diye verdikleri yağmurluklar işe yaramayınca otele erken dönmeye karar verdik. Ama bu arada bufalo ve gergedan da gördüğümüz hayvanlar listesine eklendi. Afrika’nın avlanması en zor beş hayvanı big 5 olarak geçiyor. Bu hayvanlar aslan, fil, bufalo, gergedan ve leopar.

Safari dönüşü köpük banyosu ve konyak eşliğinde bolca dedikodudan sonra akşam yemeği de yendi. Artık yorgunluktan yıkılmak üzereydik. Ertesi gün 05:00 deki sabah safarisine dinlenmiş çıkabilmemiz için erkenden yattık.

Erken kalkınca gün insana ne kadar da uzun geliyor. Hele ki Afrika bush unda yapacak çok fazla birşey de yokken. Safari sonrası alternatiflerimiz kitap okumak, uyumak, yüzmek ve masaj. Her alternatif burada huzurun diğer adı aslında. Ben masajı seçtim. Sabah safarisinden döndükten sonra Afrika taş masajı yaptırmak için spa kulübesine gittim. Bahçede yürürken insanda ‘’ben öldüm ve cennete geldim’’ hissi oluşuyor. Bahçenin her köşesi yerlere kadar pembe begonvillerle kaplı. Sadece pembe de değil, kocaman sarı çiçekleri olan bir başka ağaç da ara ara gözlerimi kamaştırıyor. Masaj odasına girdiğimde gördüğüm manzaraya hayran kaldım. Odanın yerlere kadar inen penceresinden baktığımda vahşi doğa ile burun burunaydım neredeyse . Yattığım yerden impalaların oraya buraya zıplayışlarını, zürafaların uzun boyunlarını dalgalandırarak yürüyüşlerini seyredebiliyorum. Evet gerçekten cennetteydim. Oysa ilk insanların aynı vahşi doğa ile iç içe yaşarken benim hisettiğim huzuru hissettiklerini sanmıyorum. Çünkü hayatta kalma mücadelesi yok pencerenin benim baktığım tarafında. Sadece para ile satın alınmış bir lüks yaşadığım. Yüzü koyun uzanıp sıcak, pürüzsüz yüzeyli taşların yumuşak dokunuşlarını hissediyorum tenimde. Keşke bu hissi hergün yaşayabilmek mümkün olsaydı.

Öğleden sonra safarisi heyecanlıydı. Dişi bir leopar bulduk sık çalıların arasında. Louis ona ulaşabilmek için ustalıklı manevralar yaptı. Fotograf makinaları hayvana doğrultuldu ve onlarca kare yakaladık. Bu başarımızı kutlamak üzere bir su birikintisi yanında durup şaraplarımızı içtik. Louis bu sefer bana laf atmaya, takılmaya başlamıştı. Gülüyorduk. Ona ‘’bize bir fil gösteremedin.’’ diye takılıyorduk. Gerçekten de tüm filler yer yarılmış yerin dibine girmişti sanki. Yağmur yağdığı için bölgede su birikintileri oluşmuştu. Hayvanlar göletleri tercih etmek yerine yakınlarındaki su birikintilerini kullanıyorlardı. Bu yüzden de onları bulmak zorlaşıyordu. Çok daha büyük bir alanı taramak gerekiyordu ki bu da üç saatlik günlük safarilerde mümkün değildi. Louis şakalarımıza esprili cevaplar vermesine rağmen bize fil göstermek için epey uğraştı. Fakat başarılı olamadı. Böylece safari maceramız da fil göremeden sonuçlanmıştı.



Her yolculuğum sonunda mutlaka tanıştığım, beni etkileyen birini yanımda eve getiririm. Louis de Güney Afrika yolculuğumda bende iz bırakan bir karakter. Sarı saçları, sevimli gülüşü ve esprileri ile beni etkiledi. Onunla Elephant’s Plain’de kaldığımız iki gün boyunca sohbet edebilme şansımız olduğu için mutluyum. Anılarımda aydınlık yüzü ile sımsıcak gülmeye devam edecek.

24 Aralık 2010

Defterler ve Yolculuk Halleri

Küçüklüğümden beri severim yazmayı. Bu yüzden hep defterlerim olmuştur. Şiirler yazdığım, anılarımı karaladığım, sevgili günlük diye başladığım defterler. Renkli, daha çok pembe tonları hakim, üzerinde kalpler olan, çiçekler böcekler uçuşan defterlerim. Çocukluğumda tuttuklarımın çoğu kayıp. Şimdilerde daha iyi saklıyorum onları. Bir tarih yazıyor. Kendi tarihim içlerinde saklı.

Her çocuk, yazar büyürken. İçinde gizlediği dünyayı defterlere anlatmak, anneye babaya anlatmaktan daha kolaydır. Yargılanma korkusu duymadan paylaşabilmektir tek istediği. Hissettiklerinin farklı olduğunu düşünür. Yalnızdır bu dünyada. Böylece defterlere döner hep.

Defterlerim bu anlamda çok değerliydi benim için. Hala da öyleler. Yalnız olduğumu, tek olduğumu düşünmüyorum. Sadece bir tane olduğumu biliyorum. Herkes gibi hissediyorum, gülüp - ağlıyorum, yalnızlıklarımı yaşayıp, zaman zaman paylaşıyorum. Hayat bu, çok normal deyip geçebiliyorum. Bu döngüde defterler yine en yakın dostum olmaya devam ediyorlar.

Bir rutinim var kendime engel olamadığım, es geçemediğim. İş için sıkça Almanya’da bulunmam gerekiyor. Her dönüş yolculuğumda, Düsseldorf havaalanında aynı rituel yaşanıyor. Bir adet teNeues defter almadan evime dönemiyorum. Birkaç hafta önce yaptığım seyahatimden dönerken de eflatun-mavi kaplı bir deftere takıldı gözüm. Üstelik giriş sayfasını da ekoseli yapmışlar aynı tonlardan.
Yine aynı kitapçı, yine aynı mücadele kendimle, alıp almamak arasında. Tabi ki yenik düştüm ve eflatun-mavi defteri alıp çıktım kitapçıdan. Uçakta naylonunu yırtıp paha biçilmez sayfalarına dokundum. Birşey yazmaya kıyamadım içine ilk an. Öylesine zarif duruyordu ki. Bir de yanımda, hala kullanmakta olduğum eski defterim hüzünlü gözlerle yeni defterimle aramdaki aşkı izlemekteydi. Ona da ilgi göstermem gerekiyordu. Mayıs ayından beri beraberdik ne de olsa. Aradan koskoca yedi ay geçmişti.
Yenisini çantama koydum. Eski defterimi açıp yazmaya koyuldum.

Kendimle hesaplaşmalarım bitmiyor. Bu sefer kafamda dönüp duran yolculuk hallerimdi.
Dert ortağım da her zamanki gibi defterim.
Her uçak yolculuğu öncesi özellikle iş içinse gergin olurum. Nedenini tam olarak bilmiyorum. Sanırım onlarca iş arkadaşımla birlikte olup sohbet etme fikri beni daha yolculuk başlamadan yoruyor.
Yola koyulduğumda da bir suratsızlık hakimdir tüm bedenime. Nedense içimden tebessüm etmek bile gelmez. Hele havaalanlarında rastgele birileri ile sohbet etme fikri çok korkutucudur. Etrafıma görünmez bir koruyucu kalkan kuşanıp, alandaki tüm güvenlik noktalarından geçtikten sonra, kuytu bir köşede okumaya dalarım.

''Mümkünse kimse rahatsız etmesin beni''.

Kazara biri birşey soracak olsa, surat ifademden korkup iki adım geri atabilir.
Hani filmlerde görürüz, ya da yakın arkadaşlarımız zaman zaman anlatırlar, ''Çok hoş bir adamın / kadının yanına oturdum uçakta. Yol boyunca sohbet ettik. Hatta telefon numaralarımızı bile verdik birbirimize.’’ diye. Belki sizin de başınıza gelmiştir. İşte ben de Almanya dönüş yolculuğumda bunu düşünüyordum. Bu anlatılanlar neden bana olmuyor? Neden ben de yolda hoş bir adam ile tanışamıyorum? Üstüme kuşandığım bu zırhı görmezden gelecek biri çıkamaz mı karşıma? Görünmezliğimi delip beni görünür kılamaz mı?
Galiba bu sadece masallarda oluyor. Kimsenin ne o kadar zamanı, ne de o denli sabrı var bugünlerde. Eh haliyle bunun bana olması da pek mümkün değil.

Kitaplarım, defterlerim ve ben. Sanki aramızda yazılmamış bir anlaşma var gibi. Onlarla arama kimse giremez. Etrafıma olabildiğince kapalı ve uzak yolculuğum devam ediyor.

23 Aralık 2010

Sirkeli Su

Kağıt falı baktırıp da evdeki negatif ağırlıktan kurtulmak için yerleri sirkeli su ile silen bir kadının ‘’ben bilime inanıyorum.’’ demesi ne kadar inandırıcı olabilir ki.

Olsun ben bilime inanıyorum. Ama fal da baktırıyorum.

Tavsiye ile gittiğim Meltem kağıt falı bakıyordu. Geçtim oturdum karşısına. İskambil destesini bana uzatıp ‘’Kes’’ dedi. Doğal olarak sağ elimi uzattım. ‘’Hayır olmaz. Sol elinle keseceksin.’’ Tabi falların da kendi içlerinde bir takım kuralları var. Herşeyin kuralı varken falın neden olmasın?
Desteyi sol elimle kestim. Hiç anlamadığım bir düzende tüm kağıtları önüne dizdi ve anlatmaya başladı. İlk açılım daha çok kişilerle ilgiliydi. Üç kişiden bahsetti. Yakın zamanda hayatımda biri olacakmış ve güzel bir aşk yaşayacakmışım. Peki bu zaten herkesin temennisi. İkinci kişi biraz sorunluymuş. Bu kişi beni tekrar arayacakmış. Hatta benimle ilgili kötü planları varmış. Onun da kim olduğunu biliyorum ve kendisine gönderdiğim ‘’kapanış’’ başlıklı elektronik postadan sonra beni araması ihtimali, benim bu yılki büyük ikramiyeyi kazanma ihtimalimden bile az. Üçüncü kişi ise hayatımda gerçekten büyük etkisi olan sevdiğim adam. Onun için söyledikleri ise doğruydu.
‘’Bu iyi niyetli bir insan. Ama birbirinizden uzak duruyorsunuz.’’ Sadece bu kadar. E peki şimdi uzak duruyoruz da iki gün sonra ne olacak? Ya iki ay sonra?
Belli değil.
O orada öylece duracak galiba. Ben durduğunu bileceğim. Hep bildim.
Ne zaman nefesim kesilse, hayatla ilgili ne yapacağımı bilemesem, kafam karışsa, ona sesleneceğim. Ve o her zaman bana ‘’es, içindeki ışığa güven. O sana ne yapman gerektiğini gösterecek.’’ diyecek.  
İkinin falımdaki önemi belirgin. İki vakte kadar birşeyler olacakmış. En azından iyi birşeyler olacağını söyledi Meltem. Bu da yüreciğime su serpti. Ne olacağını henüz bilmiyoruz. Hep beraber yaşayıp göreceğiz.
Deste tekrar bana uzatıldığında hemen sol elimle hamle yapıp kestim. Kağıtlar yine özenle açıldı.
O da ne? Neden bu kadar kuruntu yapıyormuşum kendi kendime? Doğrudur, bazı şeyleri takarım ben kafama. Hele son zamanlarda en büyük takıntılarım, sorgularım yalnızlıkla ilgili. Eve gelip kapımı açtığımda orada kimseyi bulamayacağımı bilmenin yalnızlık hissi daha çok.
Oysa evimde olmaktan hoşlanıyormuşum. Bu da büyük bir sır değil ki. Ama evim beni engelliyormuş. Kendimi gerçekleştirmem konusunda beni geri çekiyormuş. Bu da ne demek şimdi?
Doğduğumdan beri o evde oturdum ben. Kardeşlerim orada doğdu. Bir aile olarak yaşadık o evde. Sonra herkes, ben de dahil teker teker ayrıldı. Geri geldi. Ve tekrar ayrıldı. Kala kala ben kaldım geriye bu gidip gelmeler sonunda. Haliyle senelerin yaşanmışlığının bir ağırlığı olabilir evde. Özellikle yatak odamın kapısındaymış bu ağırlık.
‘’Yatak odanın girişi daha koyu renk gözüküyor diğer kısımlara göre.’’
Böyle bir cümle uydurulsa, kafadan atılsa tutma ihtimali nedir diye düşünmek gerek. Neredeyse imkansıza yakın gibi geldi bana. Oysa ki gerçekten de yatak odamın girişinin parkeleri, daha sonradan yaptırdığım kısma göre koyu renkli . Annemler evden taşınırken onların dolaplarını söktürüp odadan çıkartınca, parkesiz kaldı odanın o kısmı. Ben de geri kalan kısma uygun renkte parke bulamadığım için zeminde renk farkı oluşmuştu haliyle.
İşte o koyu kısımda negatif elektrik varmış. Bunun bilimsel bir açıklaması olmayabilir. Ama öte yandan evin beni kendine çektiği ve bastırdığı hissi gerçekti. En azından benim için.
‘’Peki bu negatif enerjiyi yok etmek için ne yapmak gerek?’’ Benim sorum bu açıklamaların hemen arkasından geldi.
‘’Kapının girişine ayetel kürsü duası asabilirsin.’’
‘’E ben inanmam ki dualara falan.’’
‘’O zaman yeri sirkeli su ile sil. İyi gelir. Tüm negatifliği alır.’’
‘’Hah bak o olabilir işte.’’
Bu konuşmanın komikliğini ve tutarsızlığını görebiliyorum. Ama sorun yok. Önemli olan inanmak.

Eve gelir gelmez bir kova aldım. İçine su doldurup sirke şişesini de üstüne boca ettim. Fışır fışır sildim yatak odamın yerlerini.
‘’Ohhh!! Şimdiden bir rahatlama hissetmeye başladım bile.’’

Tabi bu işin şakası. Rahatlama hemen olmadı. Bu kendime yaptığım telkindi daha çok. Ertesi hafta eve temizliğe gelen kadına bir not yazdım.
‘’Elif hanım tüm evi sirkeli su ile sil lütfen.’’
Kadının bu notu okuduğunda ne düşündüğünü gerçekten bilmiyorum.

Aradan bir hafta geçti evim sirkeli su ile silineli. Kendimi daha rahatlamış, neşeli ve hafif hissediyorum. Bu bir tesadüf mü yoksa sirkeli su gerçekten işe yaradı mı? Cevabı size bırakıyorum.

20 Aralık 2010

Başlangıçlar

Son zamanlarda kafamda yazmak istediğim roman/öykünün bölümleri var. Okuyucunun ilgisini çekmek için nasıl başlamalı, ne şekilde devam etmeli gibi bir takım sorular dönüp duruyor düşüncelerimde.

Roman yazmakla ilgili okuduğum kitap, bir hikayenin nasıl kurulması gerektiğinden bahsediyor. En önemli noktalardan biri başlangıç cümlesi.

Başlangıç cümlesi daha ilk andan itibaren okuyucuyu yakalamalı ve hikayenin içine çekmeliymiş.

Acaba severek okuduğum romanlar nasıl cümlelerle başlamıştı? Kütüphanemde durdukları raflardan tek tek çıkarıp başlangıçlarına baktım her bir kitabın. Onlarda beni çeken ve ilk andan itibaren büyüleyen şey neydi acaba?

Invisible – Paul Auster
‘’ I shook his hand for the first time in the spring of 1967.’’

Bit Palas – Elif Şafak
‘’ Hayal gücümün geniş olduğunu söylerler. – Saçmalıyorsun – demenin şimdiye kadar icat edilmiş en ince yoludur bu.’’

Breakfast at the Tiffany’s – Truman Capote
‘’ I am always drawn back to places where I have lived, the houses and their neighborhoods.’’

To Kill a Mockingbird – Harper Lee
‘’ When I was nearly thirteen my brother Jem got his arm badly broken at the elbow. ‘’

Sunset Park – Paul Auster
‘’ For almost a year now, he has been taking photographs of abandoned things. ‘’

Aşk – Elif Şafak
‘’ Bir taş nehre düşmeyegörsün, pek anlaşılmaz etkisi.
Mevsimlerden bahardı. Ilık mı ılık, yumuşacık bir günde başladı bu tuhaf hikaye. ‘’

The Beach House – Jane Green
‘’ The bike crunches along the gravel path, weaving around the potholes that could present danger to someone whom didn’t know the road like the back of their hand. ‘’

All Families are Psychotic – Douglas Coupland
‘’ Janet opened her eyes. Florida’s prehistoric glare dazzled outside the motel window. ‘’

Yüksek Topuklar – Murathan Mungan
‘’ Bundan birkaç yıl önce yazmaya karar vermiştim bu öyküyü. Güzel ve uzun bir öykü olsun istemiştim.’’

Hayatın Kaynağı – Ayn Rand
‘’ Howard Roark güldü. Kayanın ucunda, çırılçıplak ayaktaydı. ‘’

Atlas Silkindi – Ayn Rand
‘’ - John Galt kim ki? -
Işık azalıyor, Eddie Willers serserinin yüzünü pek de iyi göremiyordu. ‘’

The Brooklyn Follies – Paul Auster
‘’ I was looking for a quite place to die. ‘’

Tüm bu başlangıçların tek ortak noktası, insanda bir sonraki sayfayı çevirme isteği uyandırması. Diğer bir önemli nokta da yazarın baş karakterini bize bazen ilk cümleden, bazen de daha ilk paragraftan tanıtmış olması. Roman boyunca kimi izlememiz gerektiğini en baştan bilmek, baş karakterle kendimizi özleştirmemizde bize çok yardımcı oluyor. Kendi sıkıcı, tek düze dünyamızdan çıkıp yazarın bizim için yaratmış olduğu bambaşka bir dünyaya ayak basıyoruz. Zaten romanların amacı da bu değil midir?

Alfred Hitchcock’un dediği gibi.
‘’ İyi bir hikaye hayattır, yalnızca sıkıcı kısımları çıkarılmış. ‘’

19 Aralık 2010

Dışarıdayken

Hay Allah tüm kadınlar mı aynı şeyleri konuşur?

Tek başıma alışverişe çıktığım yağmurlu bir Pazar sabahıydı. Böyle havaları tercih ediyorum haftasonları caddede yürüyüşe çıkmak için. Daha az insan ve daha az çocuk arabası iten anneler/babalar, kaldırımlarda kendilerinin geçiş üstünlüğü olduğunu düşünen..
Tenha sokaklar, geç kalmış tek tük sonbahar yaprakları çınar ağaçlarından düşen…
Huzur…
Neredeyse öğlen olmak üzereydi. Kitapçı alışverişi ardından yeni koşu ayakkabılarımı da seçtikten sonra ödeme yapmak için kasaya doğru yürüdüm. Yeni yıl için ilk kararım, son iki ayda aldığım iki kiloyu sahilde koşarak vermek. Kasada gözüme u-balance diye silikon bir bileklik ilişti. Takınca enerjin, esnekliğin ve dengen artıyormuş. ‘’Peki onu da alalım bakalım, bu aralar dengeye ve enerjiye fazlasıyla ihtiyacımız var’’ dedim içimden. Umarım doğrudur.

Neyse biz yine kadınlar ve konuştukları konuya dönelim. Erkekler…

Starbucks.

Keyifli alışverişimden sonra bir de kahve içmek istedim. Hazır yanımda birkaç kitap, defterim ve kalemlerim de vardı. Yani kahve içerken beni oyalayacak tüm alet edevat. Oturduğum masaya yakın çapraz masada üç orta yaşlı kadın yüksek sesle sohbet ediyorlardı. Bir tanesinin sesi öylesine tizden çıkıyordu ki dikkatim ister istemez konuşmalarına çekildi. Önce rahatsız olmuştum kadının ses tonundan. Sonra konuştukları konuya vakıf olunca yüzümde kocaman bir tebessüm belirdi. Hemen çantamdan defterimi ve kalemimi çıkarıp yazmaya başladım.
Tiz sesli kadının önünde bir Türk kahvesi fincanı fal için ters çevrilmişti. Belli ki gelecekten dair merak ettiği şeyler vardı. Henüz kahve soğumamış ki şimdilik son ilişkisinden bahsediyordu diğerlerine hararetle, yüksek perdeden ve neşeli denebilecek bir ses tonuyla daha çok.
‘’Bu adamla hemen evlenebilirdim. Ama bir sene sonra da boşanırdım herhalde. Daha üçüncü gün bana evlenme teklif etti. Bensiz yaşayamayacağını falan söylüyordu.’’
Belli ki birlikte değillerdi artık. Evlenme teklifi kadın tarafından rededilmiş, ayrılmışlardı.
Bir diğeri hemen atladı.   
‘’ Eğer üçüncü gün evlenme teklif ettiyse yükseleni kesin balıktır.’’
Adamın doğum günü şubat sonu ya da mart ayı değildi anlaşılan o ki.

Burçlar çok şey ifade etmezler mi kadınlar için?

Ne çok anlam yükleriz doğum tarihlerine, doğum saatlerine. Birlikte olduğumuz insanı kalıplara sokmak için ne çok acele ederiz. Burçların kuralları vardır. Onların dışına çıkamaz kimseler. En azından kafalarımızda öyle. Oysa insan kurallara sığmaz, kabul etmek istemeyiz. İnandıklarımızın ya da inanmak istediklerimizin çoğunlukla bir mantık silsilesini izlemediğini düşünürken kolumdaki silikon bileziğin enerjimi nasıl artıracağı konusunda en ufak bir fikrim yoktu.

Kadınlar ve erkekler farklı inanışlara sahipler. Burçlarsa olmazsa olmazı kadınların. Öte yandan acaba ilişkileri neden bitti diye düşünmeden edemedim. Acaba adam kadının kafasındaki kalıplara göre çok mu çabuk davranıp evlenme teklif etmişti? Ve kadın acaba daha iyisini bulabilir miyim diye paniğe mi kapılmıştı? Adamın davranışı kadına göre zayıflık belirtisi olabilir miydi? Ne fazla ilgiden, ne de azından mutlu olamadığımız bir gerçek. Çoğu zaman ne istediğimizi biliyor muyuz acaba diye düşünmeden edemiyorum. Evet düşünce kalıplarımızla yaşıyoruz. Fakat aslında büyük resmi düşündüğümüzde bu kalıplar nereye gitmek istediğimizi işaret ediyorlar mı bize? Sanmıyorum.

Üç orta yaşlı kadın arasındaki konuşma devam etti. Her iki konunun da, erkekler ve burçlar, portakal gibi suyunu sıkıp çıkardıktan sonra seyahat planlarına geçtiler. Önce Kıbrıs, sonra da Paris’e gidildi hayallerde. Eifel Kulesi’nin önünde durulup, demir yığınına saatlerce bakıldı. Ama bir de para meselesi vardı elbette. Ayrıca öylesine anlık planlar yapmak doğru olur muydu? Vize almak da kolay değildi zaten. Bu yüzden de Kıbrıs fikri daha üstün geldi. Hem yakın, hem de vizeye, pasaporta gerek yoktu. Halbuki milleri de vardı Avrupa’ya gitmek için. Öylesine bir süre yarıştırdılar millerini. Sonunda yağmur galip geldi.
Neden mi?
Dışarıda yağmur yağıyordu. Şemsiyeleri de yoktu ıslanmaktan korunmak için. İçlerinden biri dışarı çıkıp diğerlerine köşedeki ucuzcudan birer şemsiye satın aldı. Beş lira…
Aslında tek gitmek istedikleri yer şemsiye altında bilindik, güvenli evleriydi.

4 Aralık 2010

Peki Ya Kendine Ait Olmak

Winter blues demişti bir arkadaşım hissettiklerimi tanımlarken. Hayatımı gözden geçirirken şunu fark ettim; her yıl kasım aylarında başlayan iç sıkıntısı, aralık ve ocak aylarında iyice yükselişe geçtikten sonra şubat ayının gelmesi ile bir duraklama dönemi yaşıyor. Mart ayında ise hiç şaşmayan bir şekilde içimdeki renkler tekrar canlanıyor. Kaç ilişkime mart ya da nisan aylarında başladığımı düşündüm geçenlerde. Kuaför koltuğunda oturmuş, artık yaşlandığını düşündüğüm ellerime parafin bakımı yaptırırken dışarıdaki yağmuru seyrettim. Dalıp gitmişim. Kendime geldiğimde uyanışıma ait yaptığım keşif ile bir an sarsıldım. Mart aylarında başlayan aşklarım, kışın soğuk günleri ile bitiyordu. Bazen engel olamıyordum bu bitişlere, bazen de kendim istiyordum sonları.
Ama hiç değişmeyen bir şey vardı. Baharla uyanan ruhum, yeni aşklara hazır bekliyordu. Bir şeyleri, birilerini aramak değildi benimkisi. Sadece biliyordum ki bahar geldiğinde beklediğim ne ise, gelip beni bulacak. Kış uykumdan uyandığımda bir sevgili beni karşılayacak. Doğru ya da yanlış sorgulamak yerine, şaşırtılmayı bekleyen bir çocuk gibi kendi halimde hayatımı yaşarken, aklıma gelen ilk soruya verilen cevaba karşılık ´´işte beklediğim o`` dediğim büyük heyecanı anımsıyorum. Aylardan şubat ve aradan
tam bir yıl geçmiş bir başkasını sevmeyeli. Bu zaman içinde hayatımda ondan başka biri olabileceği ihtimalini unutmuşum. Farkına vardım diyorum ya. İnsan bir ilişkinin içinde yaşarken , kendinin dışarıdan nasıl göründüğünü fark edemiyor. Birlikteliğin kendi dinamikleri içinde kaybolup gidiyor. Ancak nokta koyduğumda ya da belki bir es daha çok, nefes aldığımı hissediyorum. Başka ihtimallerin varlığı bana
unuttuğum kendimi hatırlatıyor. Sonra görüyorum ki yeni yolculuklara çıkmaya hazırım.

Yeni yolculuklar sadece başka diyarlara olmuyor. Son iki aydır kendi içime yaptığım yolculuğun artık sonuna geldiğimi hissediyorum. Yeni istikametler belirlemek iki ay önceki kadar zor görünmüyor artık. Kendimi daha cesur hissediyorum.
   
Herkesin yaşam ritmi farklı. Sanırım benim ritmim biraz daha yavaş. Son birkaç yıldır bunun daha çok farkına varıyorum. Hayatı ağırdan alıp zamanı yavaşlatmaya çalışmak ne kadar mümkün bilmesem de, yaşadığım her şeyi bir kat daha fazla hissedebilme duygusu yaratıyor bende. Böyle olunca da insan olaylara, kişilere bir kat daha fazla duyarlı oluyor. Belki daha çok heyecan duyuyor, yaşadığını daha çok hissediyor. Fakat bir o kadar da canı yanıyor düştüğünde.

Yolculuklar diyordum. Hiç bitmiyor. Hep bir yerlere gitmek istiyor canım. Mesele gitmekle kalmıyor pek. Yirmi yıl önce olsa gidişlerin dönüşlerini düşünmezdim. Şimdi hep bir geri dönme isteği ile yanıp tutuşuyorum her yolculuğumun bir noktasında. Yolculuğun uzun ya da kısa olması fark etmiyor. Başladığım yere geri dönmek, bir çeşit ait olmakmış gibi. Bu durum daha çok evime ve eşyalarıma aitmişim gibi geliyor kulağa. Aslında gerçek, kendime ait olduğum.

İnsan önce kendine ait olmalı öyle değil mi?

Bir kere kendine ait oldun mu, bir başkasına ait olamıyorsun. İstiyor insan. Birine ait olduğunu hissetmek istiyor. Ya da en azından bir şeylere.

Mutluluğun tanımını okurken, temel şartlardan birinin aidiyet
duygusu olduğunu gördüm. Sevgi ile gelen aidiyet, dinle gelen ya da en basiti bir takım tutmayla geleni. İnsan hep bir şeylerin parçası olma isteği ile yanıp tutuşuyor. Ama mutluluk tanımlanırken
kendine ait olmaktan bahsedilmiyor. Peki ya sadece kendine ait olmayı başarabilen insanlar için mutluluğun bir tanımı yok mu?
Dönmek de gitmek kadar bir kaçış değil mi aslında. Giderken kendinden kaçabileceğini, sadece kısa bir süre de olsa başarabileceğini düşünüyor insan. Oysa ki içten içe biliyor
kendinden kaçamayacağını. Dönüş ise aslında daha çok kendine kaçış. Bir muhasebe ve değerlendirme süreci. Benim için nefes alabildiğim, gerçekten kendim olabildiğim yegane zamanlar.

Geri dönüşlerin olduğu bir hayat yaşamak kolay değil. Her gün yaptığımız gibi geleceğimizi seçimlerimizle belirlerken, gitmekle dönmek arasında bir seçim yapmam istenirse eğer, ben her daim kendime dönüyorum. 

Ait Olamamak

Friends dizisini seyrettiğim dönemlerde oradaki karakterlerin birlikte yaşadıkları komün hayatına gıpta ederdim. Kendilerine ait ayrı hayatları olmasına rağmen, birlikte süre gelen yapışık bir grup varoluşları da vardı. Doğal olarak hiçbiri evli değildi. Aynı daireyi paylaşabiliyorlar ve daha esnek yaşayabiliyorlardı bu yüzden. Pek de kural yoktu yani. Her günü bir parti havasında yaşamak ve en önemlisi de bir grubun parçası olmak ne eğlenceli olmalıydı. Dizinin sona ermesi için karakterlerin evlenmesinin ya da düzenli  ilişkiler içine girmelerinin gerekmesini trajik bulmuştum. Oysa dizi mutlu sonla bitirilmişti. Herkes istediğine kavuşmuştu. Ama sanki bütün eğlence ve çeşitlilik bitmiş ve hayatlar birbirlerinden koparılmıştı. Öncelikle yaşadıkları yerler ayrılmak zorundaydı. Araya duvarlar dolayısı ile kurallar girmişti.

Öte yandan hiçbir gruba, takıma ya da ideolojiye ait olamama durumu da var taa başından beri. Sosyal fobiden kaynaklanan bir durumdan çok, sadece böyle olmak. Kendini hiçbir şeye ait ve bağlı hissedememek. Birgün bir fikre inanırken, ertesi gün başka bir fikrin daha mantıklı geldiğini ve daha ertesi yıl aslında o düşüncenin de çok doğru olmadığını görmek. Değişim. Çok uzun süre aynı şeylere, aynı düşüncelere ve aynı gruplara bağlı kalamamak bir bozukluk olabilir mi? Çünkü görünüşe göre pek çok insan bir şeylere bağlı kalıp, hatta yapışıp, uzun süreler değişim ihtiyacı hissetmeden yaşayabiliyor.   

Sık sık düşünürüm, yalnız hissetmek, bu ait olamama durumundan mı kaynaklanıyor diye. Gençlik yıllarımda hayatımla ilgili çok da fazla alternatifim olmadığını düşünerek büyüdüm. Önüme konan fırsatların dışında kendim için yenilerini de yaratabileceğim fikri henüz oluşmamıştı kafamın içinde. Yine de aileme yurt dışında yaşamak isteğimi diretecek kadar cesur olabilmiştim. Tabi şimdi geriye dönüp baktığımda bunun özgürlük, özgür ve bağımsız hissetme ihtiyacından kaynaklandığını görebiliyorum. Peki derinlerde yatan ait olamama hissi ne zaman başladı?

Ben bir erkeğe ait olamadım hiç. Ait olamama hissi tam da orada başladı sanırım. Oysa büyüdüğüm toplumda kadının erkeğe ait olması ne kadar da doğal bir durum. Evlendiğim halde tanıdık gelmedi içine girdiğim hayat. Komşulara gidip gelmeler, hep aynı insanlara ve ortamlara maruz kalmalar. Hatta hep aynı konular ve konuşmalar. Ruhum sıkıldı çoğunlukla. Durağan ve değişimsiz hayatın içinde boğuluyorum gibi geldi. Kaçarak uzaklaştım evlilik kurumundan.

Öte yandan bir arkadaş grubunun içinde olabilirdim. Lise arkadaş grubu mesela. Ama bir kız lisesinde okumuştum. Bu da çeşitliliği kısırlaştırmıştı benim için taa en başından zaten. Üniversitede de bir kız grubum vardı. Erkekler de vardı tabi. Ama sosyal içerikli garip kutuplaşmalara gidildi orada da. Şimdi görüştüğüm tek tük insanlar var o gruptan. Devam ettirmiş bir kısmı görüşmeyi aradan geçen yirmi yıl boyunca. Evlilikler, çocuklar, birbirlerine gidip gelmeler. Şimdilerde haberleşmek daha kolay oldu. Ben de girdim onların e-mail gruplarının içine. Toplu halde e-mail gönderilip herkes haberdar edilebiliyor olan bitenden. Aman ne hoş. Geçenlerde bu grubun içinde yaşanan krize şahit olunca o gruptan da çıkmak istedim. Krizin konusu karşılıklı, kim daha dindar kim daha dinsiz suçlamalarıydı. Sessiz kalmak ve bir daha da toplantılara katılmamak en akıllıca çözüm gibi geldi bana.

Okul hayatı bitince iş hayatı başlıyor. Orada da bir takım insan gruplarına maruz kalınıyor. O dünyada yaşadığım her tecrübe bana, çıkar ilişkilerinin, sırtından bıçaklamaların ve dedikoduların eninde sonunda ortaya çıkacağını gösterdi. Birlikte hareket etmek üzere oluşmuş her grupta insan faktörü bir huzursuzluğa neden oluyordu. Bununla her yüzleşmem, bir gruba ait olma konusundaki hevesimi biraz daha kırdı.

Gerçek hayatta hiçbir şey televizyon dizilerindeki gibi olamıyor ne yazık ki. Öyle görünüyor ki denklemin içine insan girince ortaya çıkabilecek durumları önceden kestirmek mümkün değil. Toplumumuzda hayır diyebilmek bir seçenek olmaktan çok, cüzzam belirtisi gibi görülüyor. Hayır bir dine mensup olmayacağım, hayır oy vermeyeceğim, hayır toplantılarınıza katılmayacağım.

Bir gruba ya da bir fikre uzun süreli her bağlanma, yaptırımları da beraberinde getiriyor. Hayat değişiyor, durumlar, şartlar, bunun sonucunda da insanlar değişiyor. Neden yapışıp kalmak, bu kadar çok alternatif varken?