23 Ocak 2011

Farklı Algılamak


Eğitmen ‘’ şimdi sizinle bir oyun oynayacağız’’ dedi.

‘’ Elimde gördüğünüz kağıtta birden doksana kadar karışık sırada sayılar yazılı. Hepsi farklı büyüklüklerde ve farklı yazım şekilleri kullanılarak yazılmış. Sizden, birden başlayarak her bir ardışık rakamın arasına bir çizgi çizmenizi istiyorum. Ama rakam atlamak yok. Tam iki dakika süreniz var size bu kağıtları dağıttıktan sonra.’’

İçimizden biri oyunun sonunda işaretlediğimiz kağıtta gizli bir resim ile karşılaşıp karşılaşmayacağımızı sordu. Hani çocukluğumuzda oynardık. Numaraları doğru bir şekilde birleştirince ortaya bir kuş, araba ya da insan resmi çıkardı. Ama bu sefer oynadığımız oyunun amacı bu değildi.

Ve üzerinde rakamlar yazılı bu kağıtlar tüm sınıfa dağıtıldı. Orada yaklaşık yirmi kişi kadardık. Farklı ülkelerden ve farklı kültürlerden.
Süre başladı.  

Bir…

İkiyi göremiyordum. Hile yapmaya karar verip üçe atladım. Nasıl olsa ikiyi bir sayıdan diğerine geçerken bulabilirdim. Öyle de oldu. Sekiz ya da dokuzdayken, kocaman bir ikiyi kırkyedi ve otuzsekizin arasına sıkışmış olarak buldum ve üç ile bağlantısını sağladım. Eğitmen zamanımızın dolduğunu söylediğinde ben ondört numaraya gelebilmiştim sadece. Doksan, yani son sayı mümkün bile görünmüyordu.

Eğitmen kaça kadar işaretleme yapabildiğimizi sordu. Kimi oniki, kimi benim gibi ondört, ama sadece bir kişi yirminin üzerine çıkabilmişti. Öğrendiğimize göre ondört gayet normal bir başarıydı. Zaten bu sayının üzerine çıkmamız beklenmiyordu bizden. Ama bu, oyunun daha ilk yarısıydı.



Bu sefer, eğitmen bizden üzerinde aynı rakamlar yazılı yeni bir kağıdı dağıtıp, dikey ve yatay çizgilerle dokuz parçaya ayırmamızı istedi. Böylelikle büyüklü küçüklü, farklı yazım şekilleri ile yazılmış rakamlar guruplara ayrılmış olacaktı. Kaos içinde bir düzen oluşmuştu. Bu da rakamları ard arda bulup işaretlememizi kolaylaştıracaktı. Bu sefer bize verilen zaman bir dakikaydı. Süre başladığında yanımdaki arkadaşım inanılmaz bir süratle numaraları işaretlemeye koyuldu. Bense bu sefer rakamları görmekte zorlanıyordum. Biri, ikiyi, üçü bulmayı başarmıştım. Ama gerisi bir türlü gelmiyordu. Kağıda çizdiğimiz yatay ve dikey çizgiler birer duvar olmuş, bir sayıdan diğerine geçmemi engelliyorlardı sanki. Paralize olduğumu hissettim. Kalemimi oynatamıyordum bile. Sayılar kutuların içine hapsolmuş ard arda gelmiyordu bir türlü. Eğitmen süremizin dolduğunu söylediğinde bu sefer sadece onikiye kadar gelebilmiştim. Bir öncekinden daha kötü bir durumdaydım. Oysa ki daha başarılı olmam gerekiyordu. Sınıfta yirminin altında işaretleme yapan yoktu. Kimisi yetmişi bile geçmişti.

Eğitmen verdiği sözü tutmuş olmanın güveni ile kaosun içinde bir düzen yaratıldığında, onu anlamanın çok daha kolay olduğunu anlatıyordu. Bense eğitimden kopmuş beynimin neden bu şekilde davrandığını düşünüyordum. Bu, benim için kesinlikle başarısızlıkla ilgili bir durum değildi. Daha çok farklı algılamayla ilgiliydi.

Ama neden ve nasıl? Bir açıklaması olmalıydı. Kağıtta çizgiler yokken kalemim çok daha rahat hareket ederken, çizgiler önümü kapamış, beni çözümsüz bırakmıştı. O anda okuduğum kitap aklıma geldi. Kitap, bir hikayenin nasıl oluşturulup, şekillendirilmesi gerektiğini öğretiyor. ‘’Plot & Structure’’ yazarlıkla ilgili bir kitap. Bir yazara en çok sorulan sorulardan biri hikayeyi tüm ayrıntıları ile önceden mi planladığı, yoksa yazdıkça hikayenin kendi kendine mi ortaya çıktığı sorusuymuş. Bu her yazara göre değişirmiş. Kimi herşeyi en ince detayına kadar önceden bilmek ister ve ona göre yazarmış ki, böyle bir durumda hikaye zaman zaman doğal olmaktan çıkıp, zorlamaya kaçabilirmiş. Öte yandan kimi yazara göre de hikaye, mekanik olaylar dizisinden çok, dinamik bir süreç olduğundan, planlanmadan yazılmalı ve kendi kendini yaratmalıymış. Okuduğum kitabın yazarı ise her ikisinin de kullanılması gerektiğini savunanlardandı. Böylelikle yazar kitaba, okuyucunun hangi türe daha yakın olduğunu bulabilmesi için çok da bilimsel olmayan, kendi tecrübelerine dayanan bir test koymuş. Testin sonunda planlama yapmamayı tercih eden guruba dahil olduğumu gördüm. Kelimelerin geldikleri gibi parmaklarımdan dökülmesinin, hikayenin ve karakterlerin beni istedikleri yere götürmelerinin, çok daha fazla heyecan verdiğinin farkındaydım aslında. Evet bir konu vardı kafamda. Ama yapının ve detayların nasıl olması gerektiğini önceden planlamayı sevmiyordum. Kafamın içindeki kaosta her sözcüğe sahiptim nasıl olsa. Neden her anı planlayıp kendimi kısıtlamak zorundaydım ki?

Pazarlama eğitiminde de bu olmuştu. Çizgiler çizmek görmemi kolaylaştırmak yerine duvarlar oluşturmuştu kafamda.

Birey olarak hepimizin algısı bir diğerinden çok farklı. Sadece tek bir yöntemin öğrenme, problem çözme ve hikaye yazma becerilerimizi geliştirmesini bekleyemeyiz. Bu yüzden de kitaplar dolusu düşünce modelleri üzerine konuşulabilir. Bilmek önemli kanımca. Ancak o zaman hangi modelin bize uygun olduğuna karar verebiliriz.

Oyunun sonunda, profesör olan eğitmenin bana hangi rakama kadar geldiğimi sormaması için dua ediyordum ki, sormadı. Öğrencilerden biri, Amerikalı olan, sadece yirmi ikide kaldığını utanarak söylediğinde, profesörün ona  ‘’neden, ne oldu?’’  diye sorması bana nedense acımasızca gelmişti.

Sadece içimden ‘’insan kurallara sığmaz ‘’ demek geldi o an.   

16 Ocak 2011

İyi Cüceler

Havanın kasvetini göğsümde hissederek uyandığım yağmurlu bir Pazar sabahıydı. Nedeni ile ilgili beynimde bir ampul yanana kadar o sıkıntı ile birkaç dakika yatakta debelendikten sonra döngüsel bir iç sıkıntısı yaşadığımın farkına vararak, alacakaranlık odamda doğruldum. Sıkıntı fikrine ne kadar tutunursam kendimi o denli  aşağıya çekeceğimin bilincinde, kimyamla herhangi bir savaşa girmeden, bu düşünceyi kafamdan uzaklaştırdım. İnsanın hayatı düşüncelerinin yarattığı bir gerçeklik değil miydi? Ben de kendim için mutlu düşünceler yaratmalıydım.

Her yeni gün yeni bir başlangıç derler. Üzerine henüz yazılmamış bembeyaz bir sayfa. Gerçekten de sabah uyandığımda günün devamının bana hangi duyguları yaşatacağını ve belki de bu yazıyı yazmama neden olacağını bilmeden evden çıkıp, bir arkadaşımla birlikte kahvaltı için sevdiğim mekanlardan birine gittim.

Arkadaşım oturduğumuz masadan yolun karşısındaki dükkanı bana göstererek:
‘’Bak orada bir kitapçı var.’’ dedi.
‘’Mümkün değil. Orada bir kitapçı olsa mutlaka bilirdim.’’
‘’Ama çocuk kitapları satıyorlar.’’
‘’Tamam o zaman bilmemem normal.’’
Zaten kahvaltı ettiğimiz mekan bir sokak arasında olduğu için bu kitapçıyı, önünden geçerken görmüş olmam da imkansızdı.

Uzun uzun Pazar kahvaltımızı edip, bir daha bu dükkandan bahsetmedik. Zaten kafamda çocuk kitapları satan bir kitapçı olarak etiketlendiğinden, düşüncelerimde oraya geri dönmem şöyle dursun, kapısından içeriye adım attığımı hayal etmem de pek olası değildi.

Ama arkadaşım meraklıdır. ‘’Hadi girip bakalım.’’ dedi. Vitrininden gördüğümüz kadarı ile içeride kitaplar haricinde oyuncaklar da vardı. Bu da dükkanı daha renkli kılıyordu bizim için.

İyi cüceler…

Kapısından içeri adım atarken bu ismi birbirimize söyleyip kıkırdıyorduk. Bir çocuk kitapçısı için ne kadar da sevimli bir isimdi. İçeri girdiğimizde ilk gözümüze çarpan kocaman bir ağaç ev ve el işleri masası oldu. Masanın üzerinde rengarenk boyalar ve iki adet de su havuzu vardı. Çocuklara ebru sanatı öğretiyorlardı. Yapılan eserler de başka bir masada sergileniyordu. Renklerin sıcaklığı yağmurun kasvetine rağmen içimizi aydınlatmıştı. Köşede yeni çıkanlar etiketinin altında bir kitap gözüme ilişti.


‘’Virginia Woolf, Görünmeyenin Yazarı’’. Bir çocuk kitapçısında Virginia Woolf’un ismini görmek beni şaşırtmıştı. İncecik, içinde renkli resimli baskılar olan bir kitaptı. Sayfalarına göz gezdirdiğimde gördüm ki kitap, yazı yazmanın, bir yazar olmanın ne demek olduğunu anlatıyordu çocuk dilinde.
‘’Yazı yazmak için insan önce kendini iyi tanımalıdır.’’ ya da ‘’sözcükleri yakalamak için sessizlik.’’ gibi cümlelerle karşılaşmak beni daha da heyecanlandırdı.  İlk aklıma gelen şey, çocuk olduğum zamanlarda böyle bir kitaba sahip olmadığımdı. Şimdilerde yazarlıkla, yazmakla ilgili kitaplar alıp okuyorum. Büyüklere ait kitaplar elbette. Peki eğer yedi sekiz yaşlarında böyle bir kitabım olsaydı, o zaman yazmaya daha ciddi bir bilinçle erken yaşta başlayabilir miydim? Belki evet, belki hayır? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. İşte o yüzdendir ki o an içimden tekrar çocuk olmayı diledim.

İyi cüceler beni şaşırtmaya devam ediyordu rafların arasında dolaştıkça. Felsefe kitaplarının olduğu bir bölüme geldiğimde ‘’Hayat nedir?’’ başlığı ile karşılaştım önce. Kitabın kapağında elma yanaklı, basit çizgilerle çizilmiş bir çocuk figürü, tüm dikkati ile yeşeren bir fidanı izliyordu.

Hayat nedir?

Böyle bir soru ile karşılaşsam ne cevap verirdim acaba? Hayatın birkaç cümle ile tanımını yapmak, üstelik de bunu çocuk dilinde açıklamak sanıyorum biraz zamanımı alırdı. Benim hiç aklıma gelmiş miydi anneme-babama ‘’ hayat nedir?’’ diye sormak? Ben bu soruyu belki yirmili yaşlarımdan sonra sormaya başlamışken, bugünün çocuğu hayatı çok daha erken yaşlarda sorgulamaya başlıyordu. Çok şey mi kaçırmıştım?

Kitap altı bölümden oluşuyordu. Mutluluk, hırs, mutsuzluk, varoluş, hayatın anlamı ve ölüm. Aslında bir yetişkinin bile açıklamakta zorlanacağı ağır konular.

Mutluluk
Soru : Nasıl mutlu olabilirsin?
Cevap : - Okulda iyi notlar alarak… Evet ama ! Kötü not almak felaket midir? Kimin için iyi not almak istiyorsun? Peki ya hiçbir şey anlamadan iyi not aldıysan?
- Büyüyüp zengin biri olarak… Evet ama ! Çocuklar ve fakirler mutlu olamazlar mı?
Ya büyüdüğünde zengin ama yalnız olursan? Neden önce şu anki halini beğenmiyorsun?

Hırs
Soru : Birgün şampiyon olacak mısın?
Cevap : - Evet, çünkü annem ve babam bunu istiyor… Evet ama ! Annen ve baban hep doğru şeyleri mi ister? Peki ya sen şampiyon olmak istemiyorsan, buna kim karar verecek?

Mutsuzluk
Soru : Hayat neden zor?
Cevap : - Çünkü bazen kendimi yalnız hissediyorum… Evet ama ! Yalnız olmak çok mu zor?
Sevildiğin zaman yalnız mısındır? Kendini yalnız hisseden tek kişinin sen olduğunu mu düşünüyorsun?

Varoluş
Soru : İnsan neden var?
Cevap : - Çünkü Tanrı böyle istemiş… Evet ama ! Ya insanlar Tanrıya inanmıyorlarsa?
- Çünkü yaşam milyonlarca yıl boyunca evrim geçirdi ve insan ortaya çıktı… Evet ama ! Yaşam neden dünyada ortaya çıktı? İnsan var olmayabilir miydi? İnsan evrimin asıl amacı mıydı?
- Öylesine… Evet ama ! İnsan sadece kendisi için var olabilir mi? Nedensiz yere var olmak rahatsız edici bir şey midir?

Hayatın Anlamı
Soru : Niçin yaşıyoruz?
Cevap : - Çalışmak için… Evet ama ! Yaşamak için mi çalışırız, yoksa çalışmak için mi yaşarız? Çalışmak bize ne sağlar? Ya çalışmayı sevmiyorsak? Ya işimiz yoksa?
- Hayattan keyif almak için.  Evet ama ! Hayattan her zaman keyif alabilir miyiz? Hayattan keyif almayı öğrenebilir miyiz? Hayatı dolu dolu yaşamak yeterli midir?
- Diğer insanların yalnız kalmaması için… Evet ama ! Neden birbirimize ihtiyaç duyuyoruz? Kendimiz için mi, yoksa başkaları için mi yaşıyoruz? Eğer yanlarında olmazsan insanlar değişir mi?

Ölüm
Soru : Neden ölüyoruz?
Cevap : - Çünkü yaşam sonsuz olsaydı canımız çok sıkılırdı… Evet ama ! Sonsuza kadar yaşamadığımıza göre bunu nasıl bilebiliriz? Yaşamaktan bıkabilir miyiz? Hayatın çok uzun olduğuna kim karar verebilir?
- Çünkü kimse ölmezse dünyada yer kalmaz… Evet ama ! Dünyada gerçekten bir yerimiz yok mu? Öyleyse ölüm gerçekten de faydalı olabilir mi? Her birimiz yeri doldurulamaz değil miyiz?
- Ölüm kaçınılmazdır… Evet ama ! Ölümü gözü kapalı kabullenmeli miyiz? İnsanın ölümü erteleyecek araçları yok mudur? Ölüm mü yaşamımıza son veriyor, yoksa biz mi ölümün peşinden gidiyoruz?

Onlarca soru var bir çocuğun sorabileceği. Ve aslında sorması gereken. Soru sormayı öğrendikçe doğru cevapları aramayı da öğreneceğiz. Cevaplar da bizi daha güzel bir geleceğe götürecek insanlık olarak.

Yağmurlu bir Pazar sabahı İyi cüceler’e adım atmak insanlığın geleceğinin çok da karanlık olmayabileceğini düşünmeme neden oldu. Kitabı satın alıp çıktım.

10 Ocak 2011

Durağan Hayat ve Fotoğraf


Hayatlarımız hızlandı. Teknoloji alıp başını gittikçe hızımız daha da artıyor. İstediğimiz bilgiye saniyeler içinde telefonlarımızdan, bilgisayarlarımızdan ulaşabiliyoruz. Bir an televizyon geldi aklıma. Ama artık televizyon diğer haberleşme araçları yanında neredeyse yavaş kalıyor.
Tanışmalar, ayrılmalar, tartışmalar, kutlamalar ve aslında tüm beklentiler teknolojiye yüklenmiş görünüyor hayatlarımızda. Daha ne kadar hızlanabiliriz merak ediyorum.

Yolculuklar da hızlı. Bir gidiyorsun, sonra farkına varmadan dönmüşsün bile. Hem de dijital fotograf makinanda binlerce fotoğrafla. O da hızlı artık. Adı üstünde dijital. Fotoğrafların hangi gün, hangi saat ya da anda çekildikleri kayıtlı makinanda. Hiçbir detayı akılda tutmaya bile gerek yok. Çabuktur hayat fotoğraf dünyasında da. Mekanlar gözünün önünden film şeridi gibi geçerken, bilirsin ki aslında fazlaca zaman harcanmamıştır anlarda, zaten zaman da yoktur ki bir sonraki poza geçene kadar.

İşte son yolculuklarımda böyle hissetmeye başladım çokça. Neden bu denli hızlandım diye düşünüyorum fotoğraf çekerken. İçimde bir huzursuzluk var. Çoğu zaman makinenin ayarlarını bile değiştirmeye üşeniyorum. Hangi f değerinde kaldıysa orada takılı devam ediyorum, bir sonraki manzara, ondan sonraki heykel, ev, kaya, belki bir insan yüzü ya da hayvan silueti. Evet bazen çekilen objeler de hızlı olabiliyorlar. Fazla zaman kalmıyor pozisyon almaya, makinenin ayarları ile oynamaya. Bam, aklımdaki resim kaçıvermiş ben deklanşöre basana kadar. Sonra nefessiz kalıyorum ve yetersizlik hissi ile dolaşıyorum geri kalan günde, çektiğim fotoğrafların ne kadar da sıradan olduğunu düşünerek. Bir yavaşlayabilsem, istediğim zamana sahip olsam, işte o zaman fotoğraflarım da mükemmel olacak düşüncesi ile ertesi günü bekliyorum. Derken görülecek tüm yerler görülmüş, onlarca fotoğraf çekilmiş, ama aklım çekilememiş olanlara takılı, evimde bilgisayarımın başındayım.

Bu sefer farklı bir şey denemek istedim. Yolculuksuz bir fotoğraf deneyimi. Acelesiz bir gözle vizörden bakıp, derin bir nefes aldıktan sonra deklanşöre basmanın nasıl bir duygu olduğunu merak ettim. Fotoğrafını çektiğim objelerin tamamen benim kontrolümde olduğu bir mekanı yaratmanın keyfini çıkaracaktım bu sefer. Onlar istediğim sürece, istediğim şekilde kalacaklardı. Böylelikle durağan hayatı fotoğraflayabilecektim.

Durağan hayat…


Şeyler, öylece duruyorlar bırakıldıkları yerde. Bu da onları fotoğraflamayı kolaylaştırıyor. Önce bu şeylerin ne olduğuna karar vermem gerekiyordu. Bunun için de bir fotoğraf dergisinden esinlendim. Evdeki eski-yeni ıvır zıvırlar oldukça uygun bu iş için. İlk seçimim annemden kalan eski dikiş kutusundaki iplik makaraları oldu. Önceden hazırladığım fona oturttum makaraları. Kimisi birbirinin üzerinde, kimi yan yatmış, iplikler saçılmış düzende yerleştirdim tek tek hepsini. 


Makinemi objelere yaklaştırdım. Resim karesini detaylarla bezemek gerek çarpıcı olabilmesi için. Boş alan kalmamalı, her ayrıntı önemli çünkü. Vizörden gördüğüm resim hoşuma gitti. Deklanşöre bastım. F değerinin 22 olması tercih ediliyormuş durağan hayat fotoğraflarken. Bu da uzun pozlama demek. Yani daha fazla zamana ihtiyaç var. Makinemde gördüğüm değer bazen 15, bazense 30 saniye oluyordu. Deklanşöre basmamla fotoğrafın çekilmesi arasında geçen zaman yani. O zaman zarfında dergimin sayfalarını çevirdim. Benim çektiklerim de burada gördüklerim kadar iyi olacak mıydı acaba? Sonra bir kadehe şarabımı koyup, yudumladım. Makinemin yanına döndüğümde fotoğraf çekilmişti. Objeler hala bıraktığım yerlerinde duruyorlardı. Yeni bir poz için çok fazla değişiklik yapmam gerekmeyecekti. Ufak bir yer değişikliği tüm görüntüyü değiştirmeye yetecekti.

Zaman yavaşlamıştı adeta. Huzursuz hissetmiyordum artık. Tüm sahnenin benim kontrolümde olması içimi sonsuz bir rahatlık duygusu ile kaplıyordu. Fotoğraf çekerken uzun süredir hissetmediğim, şimdilerde yabancı gelen bir duyguydu bu. O an aklıma geldi işte. Bu, fırça ile yağlı boya resim yapmaya benziyordu. Her deklanşöre basışım bir fırça darbesiydi aslında. Her yeni kare bir başka tualdi benim için. Hızlı, çabuk ve kolaydı benim dünyam. Elimdekilerle ne Monet olabilirdim nilüferlerin ustası, ne de Millet’nin papatyaları ile boy ölçüşebilirdim. Ama rönesansa kıyasla kendimi daha hızlı ifade edebilir, bana ait durağan bir dünya yaratabilirdim.

Durağan hayatı fotoğraflamak için gerekenler;
Bir tripod
Sabır
Konuyu belirlemek
Kareyi doldurmak
Objenin ruhunu yakalamak
Objeyi öne çıkaracak bir derinlik kullanmak
Doğru kareyi yakalamak için kendine yeteri kadar zaman tanımak 

Ama en önemlisi yavaşlamak.

1 Ocak 2011

Güney Afrika 2

Stellenbosch

Cape Town’daki ilk günümüzde önce bir araba kiraladık. Direksiyon sağda. Trafik soldan akıyor ve şoför de bendim. Hayatımda daha önce hiç soldan akan bir trafikte araba kullanmamıştım. İngiltere’de yaşadığım dönemlerde metro her zaman en kolay, hızlı ve ucuz ulaşım aracı olmuştu, öğrenci ben için.

Direksiyonun başına geçtim. Önce durduğumuz yerde vitesleri kontrol ettim. Hepsi bildiğim gibi yerli yerlerindeydi. Neyse en azından vitesler tanıdıktı. Aklımda hep şu vardı. ‘’Sağa dönerken açıktan, sola dönerken içeriden al. Yolun solunda kal.’’

Yoldayız.

İlk durağımız Old Biscuit Mill. Eskiden biskuvi fabrikası olan büyükçe bir alanda şimdilerde her cumartesi günü açık meyve, sebze ve çiçek pazarı kurulmakta. Dolayısı ile oldukça kalabalık bir turist bölgesi. Benim için en büyük sorun bu kalabalıkta arabamızı nereye park edeceğimizdi. Bilmediğim bir şehir, bilmediğim bir trafik ve bilmediğim kurallar. Sarper dikkat etmem gereken birkaç kuraldan bahsetmişti. Ama iş pratiğe gelince elimin ayağımın birbirine girmesi an meselesiydi. Bakına bakına, çıkmaz bir sokak içinde ufak arabamıza ufak bir yer bulup park ettik. Önce güzel bir ingiliz kahvaltısı söyledik kendimize. Sonra kalabalığın ritmine katılıp küçük hediyelik eşyalar satan dükkanlara girip çıkmaya başladık. Etrafımızda zaman zaman türkçe konuşan insanlar duyuyorduk. Eskisi, yenisi birçok ıvır zıvır arasında dolaştıktan sonra arabaya dönüp yola devam etmeye karar verdik. Neyse ki araba bıraktığımız yerde duruyordu ve ceza makbuzu falan da görünmüyordu ön camında.

Sağda direksiyonu olan bir arabayı kullanmaktaki en zor kısım geri geri gitmekti benim için. Sağımdan mı, solumdan mı baksam arkama bilemedim. Solumdan bakmam gerek diye düşündüğümde görüş alanımın yetersiz olduğunu fark edip, sağıma dönüyordum. O tarafta da hiçbir şey görmem mümkün olmuyordu. Kelle koltukta tabiri ile yola çıktık. Tek yön sokaklara tersten girip birkaç arabayı da sinir ettikten sonra kendimizi otobanda bulduk.  

İstikamet Stellenbosch, Güney Afrika’nın şarapları ile ünlü bir kasabası.
Bağlar bölgesi Cape Town’a yaklaşık 30 kilometre uzaklıkta. Otobanda yol yapmak keyifliydi. Tabelaları da izleyerek yaklaşık yarım saatte bölgeye vardık. Yol üzerinde sağlı sollu pek çok bağ geçiyorduk. Hepsinde de şarap tadımı yapılabiliyordu. Fakat biz hangisinde duracağımıza karar verene kadar yol bitti ve kendimizi kasabanın içinde bulduk. Araba ile şehrin merkezini bulmamız pek mümkün görünmüyordu. Ayrıca ben de bir an önce direksiyonu bırakmak istiyordum. Böylelikle tenha bir sokağa park ettik. Fakat dönüşte arabayı bulabilmek konusunda emin olmamız gerekiyordu. Zaten hangi yöne doğru yürümemiz gerektiğini de bilemiyorduk. Gözümüze ufak bir otel ilişti. Resepsiyona girip görevli kıza şehir merkezine nasıl gidebileceğimizi sorduk. Bu ülkede herkes çok güler yüzlü ve yardımsever. Kız, bir harita çıkarıp önce nerede olduğumuzu işaretledi. Sonra da şehir merkezini tarif etti. Teşekkür edip çıktık.

Kasım ayı kuzey yarım kürede yaşayan bizler için kışın habercisiyken, burada yaşayanlar için yazın gelişini müjdeliyordu. Güneş ışıl ışıl parıldıyor, tatlı bir rüzgar ağaçların yapraklarını hışırdatıyor, hem de tenimi yumuşacık okşayıp beni kendimden geçiriyordu. Yürüdüğümüz sokaklar sakindi. Tek tük araba geçiyordu. Civardaki tek ses sokak müzisyenlerinin şarkılarıydı. Karşıdaki kaldırımda bir cafede oturan yaşlı bir kadına seranat yapıyorlardı. Kadın kalktı ve onlarla selamlaştı. Birkaç dakika konuşup güldüler. 

Stellenbosch bir üniversite kasabası olduğu için etrafta parmak arası terlikleri, şortları ile dolaşan genç insanlarla da karşılaşıyorduk. Yürüdüğümüz sokaklar kampüsün bir parçasıydı aslında. Öğrencilerin kimi gruplar halinde sohbet ediyor, kimi kulağında kulaklıklar sakin yürüyor, kimi telefonla konuşuyor, kimi de bisiklete biniyordu. Tek ortak olan şey acelelerinin olmamasıydı. Bir telaş ya da koşturmaca görünmüyordu civarda. Üstelik haftasonu olmasına rağmen. Kasabada hayat kendine ait bir ritimde akıyordu. Kendi şehrimi düşünmeden edemedim. Bu saatlerde sokağımda trafik sıkışmaya başlamış, sabırsız kornalar çalınıyor olmalıydı. Orada herkes bir yerlere yetişmek için koşmak zorundadır. Cafelerin önleri kuyruk olmuştur, oturacak yer bulmak neredeyse imkansızdır. Uğultu eşiği çoktan aşılmıştır. Oysa Stellenbosch’un cafeleri sakindi. Sokaklara masalar koymuşlar, renkli minderleri ile kanepeler var ağaç gölgelerinde. Uğultuyu geçtim, neredeyse ses yok. Hayatımda böylesine huzurlu, aynı zamanda da sevimli bir kasaba görmemiştim. Bu kasabanın ritmine uymak istedi vücudum. Öylece durup sessizliği dinledim. Ruhum kalmak istiyordu. Üçümüz de burada yaşayıp şarapçılık okumak istediğimizi söylüyorduk birbirimize. Aslında benim için fark etmezdi. Ne olursa okurdum, yeterki hayat yavaş olsundu.



Huzur insanın içinden gelir derler. Yaşadığın yer neresi olursa olsun, eğer huzur kendi mayanda yoksa fark etmez, dünyanın en sakin yerinde bile huzursuz olabilirsin. Stellenbosch’u gördükten sonra bunun kısmen doğru olduğunu düşünmeye başladım. Şehirlerin, kasabaların da kendilerine ait ruhları vardı. Kimi huzursuzdu benim şehrim gibi, kimi ise budist bir rahip kadar sakin, telaşsız. Ve insan yaşadığı yerin ritmine ayak uydurur ister istemez. Bu kaçınılmazdır. Koşan bir şehirde yürümeye kalkarsan gelip çarparlar, düşürürler yere. Yavaşlayamazsın. Sen farkına varmadan artar ritmin gün geçtikçe.

Cafeler birbirinden sevimli olduğu için hangisinde oturup, kahve içmek istediğimize karar vermek de zordu. Sonunda sokakta birkaç masası ve renkli minderleri ile bir de kanepesi olan şipşirin bir cafe ye attık kendimizi. Ağaçların gölgesi masayı örtüyor, ama arada sırada da yaprakların arasından kaçan güneş ışınları yüzümüzü yalayıp geçiyordu. Ufak purolarımdan birini yakıp dumanı içime çektim. Sabi Sand’de ölmüş ve cennete gitmiştim. Ya şimdi? Cennet hayatım devam ediyordu.  

Sırada şarap tadımları vardı. Zaman geçiyordu ve Güney Afrika’da neredeyse her yer akşam üzeri saat beş gibi kapanıyordu. Arabamızı bulmakta zorlanmadık. Stellenbosch yakınlarında ufak bir şarap kasabasını daha ziyaret edecektik. Franschhoek. Stellenbosch Pinotage üzümü ile ünlüyken bu kasaba da şirazı ile meşhurdu. Şiraz sevmediğim için bunu keşfetmek pek hoşuma gitmedi. Yine de üç bağ gezdik. Solms Delta, La Motte ve Grande Provence. Bağlarda önce elinize bir liste veriliyor. Hangi şarapları denemek istediğinize bu listeden karar veriyorsunuz. Kimi bağ tadım için ufak da olsa bir ücret talep ediyor, kimisi etmiyor. Biz çok sayıda deneme yapmadığımız için hiçbir şey ödemedik. Zaten arabayı ben kullandığım için fazla içmem mümkün değildi. Güney Afrika’da içkili araba kullanırken yakalanmanın cezası hapismiş. Bu yüzden şansımı fazla zorlamak istemedim.
Gezdiğimiz üzüm bağlarının hatta gezmediklerimizin bile güzelliğini anlatmam o kadar zor ki. Göz alabildiğince asma dizileri sanki sonsuza uzanıyorlar, güneşe doğru. Her yer yemyeşil. Bahçelerde kocaman ahşap masalar ve sandalyeler, geniş gölgelikli ağaçların altında yemek ve şarap servisleri yapılıyor. Öyle bir açıklık ve ferahlık hakim ki bölgeye, insanın gözleri dinleniyor bu yeşil sonsuzlukta. Sessizlik... Bir de sessizlik var tabi ruhumuzu sarıp sarmalayan.



Yavaş yavaş akşam oluyordu ve bizim Cape Town’a dönmemiz gerekiyordu. Öte yandan içimde bir ses ısrarla buraya ait olduğumu söylüyordu. İnsan kendi cennetini neden terk etmek istesin ki? Geri dönüşün olup olmayacağını bilmeden bırakmak zorunda kaldığım onca büyülü diyarı düşündüm. Evim binlerce kilometre uzakta, kalbimi yine Afrika’da bırakıp geri döndüm.