25 Şubat 2011

Hayat Anlamlı Mı?

Bugün kendimle savaşacak gücüm yok artık. Hayatla ilgili ne kadar çöp varsa, kafamdan aşağı boşalttım hepsini. Pek birşey kalmadı geriye.

Önce bir müşteri arayıp ürünlerimizden birini sordu. Benim gurubuma ait olmadığını, kendisini bir distribütörüme yönlendireceğimi söylediğimde sabırsızlanıp kızmaya başladı. Ürünün hangi sektör için kullanacağını belirlemeye çalışıp, doğru yönlendirme yapmak için sorular sorunca da beni azarlayıp onu oyalamakla suçladı. Ona, onu neden oyalamak isteyebileceğimi sordum. Cevabı yoktu. Sadece kızgındı, sebebini bilmediğim bir nedenden dolayı, ve kızgınlığını benden çıkarmak istiyordu. Başka zaman olsa kişisel algılamazdım. Ama bugün hayatın ne kadar negatifliği varsa kafamdan aşağı boşalttığım için sesimi çıkartmadan onu dinledim. Sonunda da gerekli telefon numaralarını verip telefonu kapattım. Kızgınlığımın içimden yükseldiğini hissettiğimde aklıma Shell’de çalışırken yaşadığım bir olay geldi. Telefonda biraz ters konuştuğum bir adam, şirketi gazeteye vermiş ve benim de ismim kötü çalışan olarak ifşa edilmişti. Genel müdür tarafından uyarılmış ve çok utanmıştım. Sonrasında da telefonda müşteri ile konuşma eğitimi almıştık tüm gurupça. Bugün farkına vardım ki aldığım eğitim yararlı olmuş. Aradan on sene geçmesine rağmen unutulmayan bir gün daha.
Adama karşı iyi idare etmiş olmama rağmen, telefonu kapadıktan sonra ağlamamak için kendimi zor tuttum.

Sonrasında bankayı aramam gerekti. Hesabımla ilgili bir sorunum neyse ki çok uzamadan çözüldü. Ama konuştuğum kız telefonu kapatmadan önce bankanın promosyonlarından birinden bahsetmek istiyordu.

‘’Görüyorum ki bankamızın kredi kartını kullanıyorsunuz.’’
‘’Evet kullanıyorum.’’
‘’Eğer kartınıza bir ek kart çıkartmak isterseniz on tl ödül kazanacaksınız. Kimin için çıkartalım?’’
‘’Hayatımda ek kart çıkartmak isteyeceğim biri yok.’’ cümlesi dudaklarımdan dökülünce donup kaldım. Kız teşekkür edip alelacele telefonu kapattı.

Sabahtan beri kafamdan aşağı boca ettiğim onca çöp gelip boğazıma düğümlenmişti. Sonradan düşündüğümde, herhangi biri günümüzde kime ek kart çıkartmak isteyebilir ki? Belki çocuğuna. Neyse ki o konuda kendimle barışığım ve çocuk istemediğimi biliyorum. Öte yandan ek kart sadece bir vesileydi.

Geçtiğimiz haftasonu internette bulduğum bir konser albümünü dinlediğimde, hayatımda bu denli güzel gitar çalınamayacağını düşünüp, hissettiklerimi biri ile paylaşmak istedim. Ece jazz sever ve blues onda baş ağrısı yapar. İlker bu konsere zaten gitti ve gayet iyi biliyor ne demek istediğimi. Ama istedim ki hiç bilmeyen, daha önce dinlememiş bir kişi, fonda çalan acıklı gitar sesini dinlerken benimle aynı kalp çarpıntısını yaşasın. Eric Clapton ve Steve Winwood’un Madison Square Garden konserinin kaydı hayatımda dinlediğim en şahane müzik şöleni olsa gerek. Bir gitardan bu kadar acıklı ses çıkarılabilir mi? Evet Eric Clapton bu konuda bir dahi. Albümü her dinlediğimde kendimden geçiyorum. Hissettiklerimi hiç kimse ile paylaşamamak ise aldığım zevki gölgeliyor çoğu zaman.

Anlarda yaşadığımız ufacık deneyimler paylaşıldığında hayatı anlamlı kılıyor. Yoksa insan tek başına da pek çok deneyim yaşayabilir. Zaten yaşıyor da. Ama esas farkı, diğeri ile aynı duyguları hissettiğini bilmek yaratıyor. Paylaşmak.

Mutluluk üzerine pek çok kitap okudum. Her yazar kendince bir tanım yapıp, mutlu olabilmek için hangi şartların gerekli olduğunu sıralıyor. Son okuduğum yazarlardan biri de şöyle demiş:

‘’Zihnimiz çevremizdeki kalıpları bulup onlara anlam yüklemek üzere tasarlanmıştır. İnsanlar tür olarak anlamlandırmak amaçlı yaşar.’’

Karşımıza çıkan her olayda, her anda, her insanda önce bir örnekleme yapıp, sonra da  anlam arıyoruz. Hayatımızı daha değerli kılacağını umarak. Anlam bulduğumuzda da daha mutlu ve doyumlu olacağımızı düşünüyoruz.

Okuduğum başka bir kitapta da ‘’hayatın bir anlamı olmak zorunda değil.’’ diye yazıyordu. Hangisi doğru acaba diye kafa patlatmak yersiz. Çünkü kanımca ikisi de doğru. Zihnimiz/beynimiz bizi canlı tutmakla görevli. Öte yandan burada, evrende olmamızın gerçekte hiçbir amacı yok. Tüm mükemmel şartlar bir araya geldiği için hayattayız. Hayatta olmamız ne evrenin umurunda, ne de var olduğunu düşündüğümüz bir yaratıcının. Umursayan ve daha fazla anlam olmasını isteyen sadece kendimiziz.

17 Şubat 2011

Optik Ses Kablosu


Bu sene evimle ilgili bazı yenilikler yapmayı kafama koymuştum. Önce eskiyen yatağımı değiştirdim. Nevresimlerimin çok renkli olmasından da sıkılmıştım. Artık sade, beni dinlendirecek tek renk takımlar tercih etmeye karar verdim. Evet bu kararlar öyle hayat değiştiren cinsten değil. Ama ev yaşantımda beni mutlu eden ufak nüanslar. İrili ufaklı yeni çerçeveler içinde seyahatlerimde çektiğim fotoğraflar ve bir kitaplık da yatak odamın havasını bir anda değiştirmişti.

Sıra salon koltuklarımın yüzlerinin değişmesine geldi. Annemler bu işe ön ayak olmasalar benim organize olup kumaş seçmem ve usta ayarlamam mümkün değildi. Birkaç gün sonra gelip alacaklar koltukları, sandalyeleri, aslında üzerine oturulabilecek herşeyi.  

Kumaş işleri olup biterken elektronik konusuna da el atmam gerektiğini düşünüp önce digitürkü aradım. Milattan önceden kalma dekoder kutumun plusa yükseltilmesi işi geçtiğimiz hafta halledildi. Ama telefon görüşmesi ile başlayıp, servisin eve gelmesine kadar geçen süreç oldukça sancılıydı. Başvurum sırasında telefonda karşıma çıkan konuşma özürlü çocuk, ben alternatiflerimi anlamak için üsteledikçe daha da panik olup tüm bilgileri birbirine karıştırıp, benim de sabrımı tüketti nihayetinde.

‘’Eğer digitürkün yeni dünyasına geçerseniz altı lira daha az ödeyeceksiniz. Hem de kayıt yapan makine ile.’’
‘’Digitürkün yeni dünyası nedir? Biraz önce bahsettiğiniz ve bana satmaya çalıştığınız daha pahalı alternatiften ne farkı var?’’
‘’Aynı kanalları seyredeceksiniz yine.’’
‘’Peki neden daha az para ödüyorum aynı şartlara? Bu yeni dünyaya geçince ne olacak? Dünyam daha mı renklenecek?’’

Bu noktada çocuk kilitlendi. Ben istediğim bilgileri alamadım. Sonuç; ikinci bir telefon konuşması yapmak zorunda kaldım. Bu sefer karşıma çıkan kız benim soru sormama bile fırsat vermeden tüm alternatifleri sıralamış ve daha ucuza hem de kayıt yapabilen bir kutuya sahip olmuştum.

Servisler hiçbir zaman söz verdikleri saatte gelmezler. Digitürk de aynı şeyi yaptı. Yaklaşık kırk dakika gecikmeden sonra yeni kutumu takıp gerekli tüm evrakları da imzalattıktan sonra gittiler.  

Görüntü sorunlarım halolup sıra ses sistemine gelince işler biraz daha karmaşıklaştı benim için. Televizyon için kullandığım ses sistemime aynı zamanda ipodumu da bağlamak istiyordum. Bunun için bir doc ve sistemle bağlantısını sağlayabilmek için de 3,5 mm lik iki girişli bir bağlantı kablosu satın almıştım. İşte sorun tam bu noktada başladı. Dvd oynatıcımda sadece bir giriş olduğu için televizyondan ipoda dönebilmek için kablo değişimi yapmam gerekiyordu her seferinde. Tak çıkar sonra tekrar tak. Kulağa pek de sevimli gelmiyordu. Ofis arkadaşım dahiyane bir fikir ortaya atınca, benim de bu çıkmaz durumdan kurtulabileceğim ortaya çıktı. Bir de optik ses kablosu satın almam gerekiyordu. Tarifi de şöyleydi;

‘’Işıklı uçları olan bir kablo.’’

Elektronik mağazasına girip ‘’optik ses kablonuz var mı?’’ diye sordum. Sanki nasıl birşey aldığımı önceden biliyormuş gibi, üstelik kendimden emin bir edayla. Olduğunu öğrenince tüm dertlerimin sona erdiği hissine kapıldım. Artık evde ipodumdan keyifle müzik dinleyebilecektim. Tek yapmam gereken koşarak eve gidip kablonun uçlarını uygun deliklere sokmaktı. Öyle de yaptım. Bunu yaptığımda müzik sesinin kolonlardan odaya hemen yayılacağını hayal etmiştim. Nedense olmadı.

Panik içinde yaklaşık yarım saat kadar kabloların uçlarını bir delikten çıkarıp diğerine taktıktan ve dvd oynatıcımın kumandasının üzerindeki ayarlarla da oynadıktan sonra pes ettim. Digitürk destek hattı da bu arada beni yirmi iki dakika kadar telefonda bekletip hiçbir şekilde yardımcı olamayınca, kapıyı çekip evden çıktım. Biraz sakinleşmem gerekiyordu.

Neden hiçbir şey istediğim an, istediğim şekilde olmuyordu. Oysa tüm şartları yerine getirdiğimi düşünüyordum.

Aksi gibi senenin en sevmediğim günlerinden birini yaşamaktaydık üstelik. Sevgililer günü… Neyse ki bekarlardan oluşan bir partiye davetliydim. Bir arkadaşım partinin adını ‘’kukumavlar gecesi’’ olarak ilan etmiş, günün anlam ve önemini tam isabet vurgulamıştı. İki şişe şampanya, bir şişe pembe şarap ve bol miktarda kahkahadan sonra benim optik kablo sorunum konu oldu. Arkadaşlardan biri ‘’gelip bakayım istersen’’ deyince kulaklarıma inanamadım. Evden çıkarken içimden geçirdiğim dileğim aklıma geldi; ‘’hayatımda optik ses kablolardan anlayan bir erkek istiyorum. Seks falan umurumda değil.’’ Ve bu dileğim nasıl olduysa gerçeğe dönüşmek üzereydi.

Parti gece yarısından biraz sonra bitti ve bana yardım teklif eden arkadaş ile eve geldik. Ona neler yaptığımı gösterdim. Televizyonun arkasına geçip bağlantılara baktı. Bir sorun yoktu. Sonra dvd oynatıcının uzaktan kumandasının üzerindeki, benim de birkaç saat önce bastığım bazı tuşlara basmaya başladı. Bir anda müziğin odanın içinde yayıldığını duymak beni çok şaşırtmıştı. Bu kadar basitti işte. Sadece tek bir tuşa iki kere basmak yetmişti.

‘’Ama ben de aynı tuşlara basmıştım.’’
‘’Anlaşılan basmamışsın.’’ Ardından bir tebessüm.

İşin gerçeği basmıştım. Ama sabırsız bir hızla, bir ayardan diğerine geçerken beklemediğim için, sesin gelip gelmediğinin de farkında değildim. Makineye cevap verecek zamanı tanımamıştım.

Telaş, acelecilik, herşeyin hemen olmasını isteme hali biraz çocukça, ama daha çok kadınlara özgü özellikler. Biz kadınlar dördüncü boyutu algılarken tüm yaşamın tek bir ana sığamayacağını unutuyoruz sanırım.    

13 Şubat 2011

Retro Efsane

Uzun zamandır compact bir fotoğraf makinesi almayı düşünüyordum. Canonumdan  memnun olsam da, büyük gövdesi ve lensleri ile onu her yere, her an taşımam mümkün olmuyordu. O, benim uzak diyarlar için vazgeçilmez arkadaşımdı. Ama bazen yakında, şehirde, anları yakalamak için hızlı olmak gerekiyor. Her an çantamda taşıyabileceğim daha ufak bir fotoğraf makinesi hayatımı kolaylaştıracak inancındaydım.

Compact bir makine almanın çok da kolay bir karar olmadığını internette, modelleri araştırmaya başladığımda fark ettim. Onlarca model, onlarca özellik derken, kafam iyice karıştı. Oysa bu seneye kadar hangi makineyi almak istediğimi bildiğimi sanıyordum. Canon G11 hayallerimi uzun süredir süslüyordu. Fakat sonradan fark ettim ki G11 oldukça büyük, hantal ve her zaman yanımda taşımak için ağır bir gövdeye sahipti. İstemeyerek de olsa bu hayalimden vazgeçmek zorunda kaldım.

Aralarında gidip geldiğim dört model vardı. Fotoğraf teknolojisi o denli hızlı ilerliyor ki, insan takip etmekte zorlanıyor. Yeni çıkan interchangable compact makineler çok cazip görünüyorlardı. Olympus Pen, Sony Nex, Panasonic GF1 ve Panasonic LX5 karşılaştırdığım modellerdi. Okuduğum forumlarda gördüm ki bu dört makineden sadece Panasonic GF1 gerçekten ön plana çıkıyordu. Fakat araştırmalarım sonunda hem büyük, hem de oldukça pahalı olduğuna karar verdim. Farklı lens seçenekleri ile istediğim kaliteyi elde edebilirdim. Ama Canonumla da aynı şeyi yapabildiğimi fark ettim. Zaten birkaç tane lensim vardı ve onlar bana istediğim poz esnekliğini veriyorlardı. Benim sabit bir lens ile harikalar yaratabilecek bir makineye ihtiyacım vardı. İkinci olarak öne çıkan model ise Panasonic LX5 ti. Hem küçük, hem marifetli, hem de daha ucuzdu. Özellikleri de hedeflediklerimle uyuşuyordu.

Bir fotoğraf makinesi seçerken, ister D-SLR olsun ister compact, ilk sorulması gereken soru; hangi şartlarda, ne tip fotoğraflar çekmek istiyorum olmalı. Öncelikle makineyi hangi tip objelere doğrultacağını ve bunu ne zaman yapmak istediğini bilmeli fotoğrafçı. Fotoğrafçılıkla ilgili ahkam kesecek kadar profesyonel olmasam da 2008 yılından beri fotoğraf çekerken ve okuduklarımdan öğrendiğim kadarı ile her amatör fotoğrafçı bu işe başladıktan sonra belirli bir yöne doğru yöneldiğini fark ediyor. Kimi portre çekmekten zevk alıyor, kimi mimari eserleri, kimi sokakta önüne gelen rastgele hareketli sahneleri. Bu da çoğunlukla hangi makineye ve lenslere sahip olunması gerektiğini belirliyor.

Son zamanlarda yaptığım seyehatlerde fark ettim ki, doğal insan halleri ve sokaktaki rastgele sahneler daha çok ilgimi çekiyor. Hareket ederken daha esnek, acelesiz ve sakin olmak istiyorum. Sahip olmak istediğim compact fotoğraf makinesi de öylesine doğal bir edayla kolumun bir uzantısı haline gelmeli ki, elimde tuttuğumun bile farkına varmayayım.

Bana ‘’kim gibi fotoğraf çekmek istersin?’’ diye sorsalar cevabım ‘’Ara Güler gibi.’’ olurdu. Siyah beyaz, hayatın içinden fotoğraflarına bakmaya doyamıyorum. Öyle doğal ve öyle gerçekçiler ki, sanki fotoğraflardaki insanlar bir zaman yolculuğu yapıp, hapsoldukları karelerden fırlayacaklar. Gerçek hayat hikayeleri olan insanlar bunlar. Bir zamanlar var olup, bu şehirde yaşamışlar. Kömür işçileri, hamallar, balıkçılar, sokak çocukları, salon beyfendileri, sanatçılar. Öyle çok yüz var ki, hepsini tek tek hatırlıyor mudur acaba diye sormaktan kendimi alamıyorum.

Ara Güler Leica fotoğraf makinesi kullanır film dönemlerinden beri. Marka, ürünlerinde hala geçmiş yıllardaki retro görünümünü korumak konusunda istikrarlı. Öyle cafcaflı teknolojik oyuncak görüntüsü yok makinelerinde. Modellerini sade, kibar hatta biraz da maskulen olarak tarif etmek yanlış olmaz. Fotoğraf dergilerinde ne zaman Leica marka bir fotoğraf makinesi görsem içim gider, dakikalarca incelerim. Acaba birgün alabilir miyim diye düş kurarım. Eğer Leica bir fotoğraf makinesine sahip olsam Ara Güler gibi kareler yakalayabilir miyim diye merak ederim. Biliyorum ki, bu işte bakmak ve görmek önemli. En iyi makineye sahip olunabilir ama, gördüğünü özgün bir bakış açısı ile yorumlamak yetenek ister.



Hiçbir zaman bir Leica’ya paramın yetebileceğini hayal etmezdim. Taa ki D-Lux 5 ile karşılaşana kadar. Her zamanki retro görüntüsü beni kendine aşık etti. LX5 ile özellikleri tamamen aynıydı. Evet fiyatı Panasonic’in iki katıydı. Ama günün sonunda bir Leica sahibi olduğumu bilecektim. ‘’Benim bir Leicam var.’’ demek öylesine gururlanılacak bir his ki, tarif etmesi pek kolay değil. Mantıklı bir kişi aynı özelliklerde bir makineye neden iki katı para vereyim ki diye düşünebilir. Ama sen ve ben bir Leica’ya sahip olmanın nasıl bir ayrıcalık hissi yaratacağını biliyoruz.

Evet sonunda bir Leica almaya karar verdim.

O bir retro-efsane… Efsane fotoğrafçıların tercih ettiği ve bir ömür vazgeçmedikleri ulaşılabilecek son nokta, compact da olsa.

     

10 Şubat 2011

Gün Işığı

Hayallerden ( Ganj’daki küçük mum )

Gün ışığı sözcüğünün hayatımın bir döneminde önemli yeri olmuştu. Birine ‘’sen gün ışığımsın’’ demeyeli öyle çok zaman geçti ki, bir daha şansım olur mu bilmiyorum. Bu cümleyi bir insan için sarf edebilmek ardında pek çok farklı duyguyu barındırıyor. Duyulan sevginin yanında, hayatla ilgili öyle bir inanca sahipsindir ki o insana dair, tüm yaşam felsefeni değiştirse de, inançlarını alt üst edip seni tamamen farklı bir insan haline getirse de korkmazsın. İşte tam anlamıyla böyle oldu bana da.

Ona ''gün ışığı'' dediğim dönemlerde bunun pek de farkında değildim aslında. Aramızda bir oyundu sadece. Her gün bitiminde, karşılıklı veda ederken söylediğimiz küçük sevimli sözcüklerdi bizi bir sonraki güne taşıyan ve birbirimize olan özlemimizi artıran.

Zaman geçti.

Yıllar da. O bana anlattı, ben ona. Tek istediğim onu anlamaktı aslında. Bazen zorluk çekerdim. O ise hiç üstüme gelmeden anlamam için sabır gösterirdi. Önce fikirler vardı. Üzerinde hiç düşünmediğim, bana yabancı olan fikirler. Okuyup öğrenmem gereken o kadar çok bilgi vardı ki, öğrenmekte geç kalmışlık hissine kapılır ve ona ‘’bunları öğrenmek için neden bu kadar geç kaldım’’ diye sorardım. Endişelenmez ve bana hiç de geç olmadığını söylerdi.

Otuz altı yaşındaydım. Şaire göre hayatımın yarısını geçmiştim bile.

Yıllar gibi, kitaplar da kitapları kovaladı. Öğrenme isteğim sonsuz bir doyumsuzluğa dönüşmüştü adeta. Yazışmalar devam etti. Hep konuştuk. Taa ki birgün konuşmayana kadar.

Değişmiştim. Daha gerçekçi, daha az duygusal, belki daha az inançlıydım. Hiçbir inanca ait olamamanın verdiği güvensizlik duygusu o dönemler içimi kemirse de, ileri doğru çok fazla yol aldığımın farkındaydım. Geldiğim noktada onun inandıkları benim de inandıklarım halini almıştı. Ne bir zorlama, ne bir direniş ya da dikte vardı. Bir uykudan uyandığımı ve artık geri dönemeyeceğimi biliyordum. İnançları değişince hayata bakışı da değişiyor insanın. Sorgulardım bazen onunla, iyi mi oldu, yoksa bu değişim hayatı benim için daha da mı zorlaştırdı diye. Cevabım ise her seferinde bundan daha farklı olmayı istemeyeceğim olurdu. Doğru olduğuna inandığım yolda yürümeme engel olmadı hiçbir zaman.       

Dünyamı aydınlatıp, kendimin, değerlerimin farkına varmamı sağlayan ‘’gün ışığımın’’ hayata bakışı, duruşu gerçekçiydi. Hatta biraz da zalimce. Ama daha çok kendineydi zalimliği. Kendi ile bu denli uğraşmasını anlayamazdım. Bir zamanlar çok fazla nefret etmişti hayata dair yaşananlardan. Sonrasında sınırlar koymuştu kendine ve ulaşılması gereken hedefler. Katıydı, taviz vermekten hoşlanmazdı. Taa ki bana kapılarını aralamaya karar verene kadar. Onun hayatında büyük değişikliklere neden olduğumu söylemem çok iddialı olur. Çünkü öyle olmadı. Biliyorum ki dünyaya benim penceremden bakmak onun da hoşuna gitmişti. Kendine koyduğu yasakları bir kenara bırakıp, biz olabilmemize kısa bir süre de olsa izin vermişti. Yazılarda bir hayatı paylaştığımızı söylemek abartılı olmaz. Birlikte kurduğumuz hayallerin gerçek olmasını dileyecek kadar sevmiştik birbirimizi.

Oysa bir insana ‘’sen benim gün ışığımsın’’ diyebilmenin sevgiden daha fazlasını gerektirdiğini biliyorum. Güvenle dolu olmalı insanın kalbi. Her ne olursa olsun onun, ışığını söndürmek değil, çoğaltmak için orada olduğunu bilmen gerekir. Her yer karanlıkken bir mum yakmak gibidir güvenmek. Aydınlığını paylaşıp, birlikte çoğalmaktır.

Ganga Aarti Ceremony


Yaktı ve bıraktı küçük mumu Ganj’ın sularına. Mum önce hafifçe yalpaladı, önünü görmekte zorlandı. Öylesine karanlıktı ki etrafı, korkmamak için geri dönüp onun aklına sığınmayı arzuladı. Sonra toparlandı. Kendi aydınlığını fark edince içi güvenle dolu arkasına baktı. Işığının kaynağından yavaş yavaş uzaklaştı. Ve tüm gölgeleri geride bıraktı.   



Keep your face always toward the sunshine - and shadows will fall behind you. Walt Whitman

6 Şubat 2011

Kapadokya'ya Yolculuk 3

2010, Şubat
Dönüş
Bugün dönüş yoluna geçiyoruz. Sabah kahvaltısı için mutfağa indiğimizde kahvaltımız hazır bizi bekliyor. Mutfakta dün akşama göre bir değişiklik olduğunu fark ediyorum. Şöminenin üstünde duran bazı heykelcikler artık orada durmuyorlar galiba. Soframız, yine reçeller, tereyağı, zeytin, peynir ve kuru meyvelerle donatılmıştı . Salih bey bir süre sonra kapıda görünüyor. İlk söylediği şey ''heykellerin yerini değiştirdik fark ettiniz mi? Dün akşam Kaan modern görünen heykellerin duvar resmine uymadığını söyledi. Biz de diğerlerini koyduk.'' O bunu söyledikten sonra gerçekten de fark ediyorum ki şöminenin üstüne, Rafael'in duvar resmi önüne yakışan, daha rönesans dönemi görünümlü üç heykel yerleştirilmiş. Salih bey görüntünün bu son halinden oldukça memnun bizim de fikrimizi almak istiyor.
Kendisi detaylar konusunda çok hassas bir insan. Biz kahvaltı ederken o da barın arkasında bir şeylerle ilgileniyor. Ne yaptığını sorduğumda bana çekmeceleri düzenlediğini söylüyor. Ardından da ekliyor '' insanlar kıl derecesinde titiz olduğumu söylerler.'' Gülüyoruz ve yok o kadar değil diyerek kibar olmaya çalışıyoruz. Fakat Salih bey gerçekten aşırı titiz bir insan.

Kahvaltımıza devam ederken bir yandan da sohbet ediyoruz.

Tekrar yola çıkma zamanı geldi. Salih bey bölgeden ayrılmadan önce bize uğramamız gereken birkaç yer öneriyor. Vedalaşıyoruz. Bizi, yaza doğru terasta kahvaltı etmek için tekrar beklediklerini söylüyorlar. Çok gerçekçi olmasa da ‘’tabi geliriz’’ deyip yola koyuluyoruz.
Soğanlı istikametinde önce Cemil adlı köye uğruyoruz. Burada eski bir kilise varmış. Kaç tarihinde kimler tarafından yapıldığını bilmiyoruz. Arabamızı köy meydanına park ediyoruz. Yaşlıca bir amca yanımıza yaklaşıyor. Ona kilisenin nerede olduğunu soruyoruz. Bizi götüreceğini söylüyor. Önce istemesek de amca bizi can evimizden vurup ‘’size bazı tarihi bilgiler verebilirim.’’ diyor. Biz de ‘’tamam bari nereyi gezdiğimizi bilelim’’ diyerek amcanın peşi sıra kiliseye yollanıyoruz.
Amcaya soruyorum; ‘’amca bu kilise kaç tarihinden kalma?’’ Birkaç saniye duraksıyor. ‘’Çok eski.’’

Biz tarihi bilgiler alacağımızı beklerken, amca bize, kilisenin içinde çocukluğunun geçtiğini söyleyerek orada oynadığı oyunları anlatmaya başlıyor. Biz de dinleyip sorular sormaya devam ediyoruz. Kilisenin içi harabe halini almış. Sicilya’da gördüğüm kiliseleri hatırlıyorum. Tertemiz, iyi korunmuş, hiçbir duvarında tek bir çizik bile olmayan şahane yapılar. Ülkemizde eskiye sahip çıkmak, hele ki kendi dinimizden olmayan eskiye sahip çıkmak neden bu kadar zor?
Amca kiliseye yakın oturuyor. Oraları elinden geldiği kadar temiz tutmaya çalışıyormuş. Bu yapı ile birlikte aslında çocukluğunu ve anılarını da canlı tutuyor besbelli. Onları yıkılmaya, yok olmaya terk etmek istemiyor.
Kilise, iyi korunmamış olmasına rağmen, içine girdiğimiz andan itibaren, kendi şaşalı zamanlarında güzel bir yapı olduğunu düşündürüyor . Kurşunla desteklenmiş tek parça sütunlar, duvarlarındaki ne olduğu çok da anlaşılmayan renkli resimler ve şekiller, sütunlar arasındaki geniş alanı ile insana huzur duygusu veriyor. Amca durmadan anlatıyor. Ama anlattıklarının tarih ile uzaktan yakından bir alakası yok. Bir dizi çekilmiş buralarda. Film ekibiyle ateş yakmışlar bir akşam. Etrafında oturup sohbet etmişler. Anıları böylece devam edip gidiyor.  
Kiliseden çıkıp arabamıza yürürken yağmur başlıyor. Bize eşlik ettiği için amcaya teşekkür edip bahşiş veriyoruz. Önce almak istemiyor. ‘’Çay içersin amca’’ deyince kabul ediyor.
İstikametimiz yol üzerindeki Şahin Efendi köyünde yakın zamanlarda, tesadüfen bulunan eski bir Roma antik şehri Sobesos. Burada kazılar hala devam ediyor. Kazılıp çıkarılan bölgelerin bir kısmı ziyarete açık. Ben kazı alanına ilerlerken görevli arkamdan geliyor ve bana alandaki bazı önemli bölgelerin neler olduğunu anlatıyor. Toplantı salonu olarak kullanılan bölümde Roma döneminden kalma çok güzel yer mozaikleri ortaya çıkarılmış. Bu sefer Zeugma geliyor aklıma. Sobesos mozaikleri Zeugma’dan çıkarılanlar kadar ihtişamlı olmasalar da, bir dönem bu bölgede Roma hükmünün sürdüğünü göstermeleri açısından çok önemliler. Roma yönetiminden sonra burada Bizans da bir kilise inşa etmiş. Asırlar boyunca bu bölgede tarih ve medeniyetler iç içe geçmişler. Anadolu için neden medeniyetler yatağı dendiğini buradaki harbelerde bir kez daha anlıyoruz.
Biz harabeleri terk ederken yağmur hızlanıyor. Kayseri’ye yaklaşık bir saatlik yolumuz var. Bu sefer bilmeden eski yolu kullanıyoruz. Tepeleri aşıp, daracık bir yoldan uçsuz bucaksız gibi görünen bir ovaya doğru yol alıyoruz. Karşımızda Erciyes dağı tüm ihtişamı ile bizi selamlıyor. Bu arada yağmur durup bulutlar aralanıyor. Manzara o kadar güzel ve etraf o kadar sessiz ki, arabayı kenara çekip bu manzarayı fotoğraflıyoruz.

Yorgun argın havaalanına vardığımızda üzerimizde, bir yolculuğu daha tamamlamış olmanın dinginliği var. Uçak rötar yapmış , havaalanının bir CIP salonu yokmuş ve üstümüze dönüş hüznü çökmüş, hiçbiri umurumuzda değil. Gördüklerimizin, fotoğrafladıklarımızın ve hayatlarına şahit olduğumuz insanların varlığı ile dopdoluyuz. Bir sonraki yolculuğa kadar…  
                 

Kapadokya'ya Yolculuk 2

2010, Şubat
Onların Hikayesi
Otele dönüşümüzde kapıda karşılanıyoruz. Salih bey bizi dostlar arasında bir akşam yemeğine davet ediyor. Önce günümüzün nasıl geçtiğini soruyor. Daha sonra da akşam yemeğe bazı arkadaşlarını davet ettiğini, bizim de katılmak isteyip istemediğimizi. Biz de onun bu nazik davetini kırmayıp olur diyoruz. Ece çok yorgun olduğu için yataktan çıkmak istemiyor. Galiba beynimize her zamankinden daha fazla oksijen gitti bugün. Onu neredeyse sürükleyerek yataktan çıkarmak zorunda kalıyorum. Elimizde bir gün önce satın aldığımız, ama içmeye fırsat bulamadığımız bir şişe kırmızı şarap ile otelin mutfağına konuk oluyoruz. Salih bey ve kız arkadaşı Duygu, Kaan-Gülhan çifti ile 8 aylık oğulları Doruk mutfakta bizi bekliyorlar. Yemeği Duygu hazırlamış. Salih bey ile birlikte bize ev sahipliği yapıyorlar.
İlk akşam otele geldiğimizde karşılaştığımız kız Duyguymuş. Yani Salih bey in kız arkadaşı. Aşk romanı da Duygu’ya aitmiş. Okuması için Salih beye vermiş. Gözlemlerimizde yine yanılmamışız anlaşılan.
Mutfağa adım attığımız anda Ece ile aynı şeyleri hissettiğimizi biliyordum. Masanın bir köşesinde annesinin yemek yedirmeye çalıştığı 8 aylık bebeği gördüğümüzde ikimiz de acaba yemek davetini kabul etmekle hata mı ettik diye düşünmüşüz.
Yemekler servis ediliyor. Sohbet ilerledikçe yavaş yavaş bu insanların hayatlarına vakıf olmaya başlıyoruz. Salih bey ile zaten kahvaltıda uzun uzun sohbet etmiş ve onu az da olsa tanımıştık. Sıra diğerlerini tanımaya geliyor.
Duygu, ilk bakıldığında çok da fazla akılda kalmayan sıradan bir kız. Bir yandan bize servis yapıyor, bir yandan da Kaan ile gündelik konuşmasını sürdürüyor. Salih bey dışında diğer üçü bölgede öğretmenlik yaptıkları için, iş ile ilgili konuşacak çok ortak konuları var anlaşılan. Biz Ece ile sessiz kalıp konuşmaları  dinlemeye devam ediyoruz. Soru sormamız gereken yerlerde, konuyla ilgili görünmek için sorular soruyoruz. Bu şekilde sohbet derinleşiyor. Duygu'nun, öğretmenliğin yanı sıra sosyoloji konusunda yüksek lisans yaptığını, ayrıca üniversite üçüncü sınıf öğrencisi olduğunu öğreniyoruz. Kamu yönetimi de okuyormuş sosyolojinin yanında. O, konuşup planlarından bahsettikçe Ece ile ilgimiz daha da artıyor. Dışarıdan kendi halinde, sıradan gibi gözüken bu kız bizim için birden ilginç bir karaktere dönüşüyor. Nevşehir'de yaşamaktan sıkıldığından, seneye yüksek lisansı bittiğinde tayinini Selçuk İzmir'e isteyeceğinden bahsediyor. Salih bey tüm bu konuşmalar sırasında sessiz kalmayı tercih ediyor. Sanki bu konu ile ilgili, aralarında daha önce bir gerginlik yaşanmış ve Salih bey Duygu'nun gitmek istemesi ile ilgili mutlu değilmiş gibi.
Duygu daha önce Siirt'te de öğretmenlik yapmış. Şehri sevmemesine rağmen oradaki arkadaşlıklarını hala özlüyor. '' Ben eskiye dönük yaşayan bir insanım.'' diyor konuşmasının bir yerinde. İşte o an benim ilgim tamamen daha sonra söyleyeceklerine odaklanıyor. ''İnsan ne olursa olsun değişime ve yeni şartlara ayak uydurabiliyor. Eskiye özlem duysa da yeniye de adapte olmasını her zaman başarabiliyor.'' Gözlerindeki umutlu bakış ve anılarına bağlı yaşamayı seçse de, daima ileriye yönelik hayat felsefesi ile beni derinden etkiliyor.
Kaan ve Gülhan çifti, oğulları Doruk'u uyutmak için bir ara ortadan kayboluyorlar. Bir süre sonra Kaan tekrar bize katılıyor. Mutfağın bar tezgahında duran şarap şişesinden kendine bir kadeh şarap doldurup sohbete başlıyor. Kaan ressam. Mutfaktaki duvar resmini o yapmış. Rafael'in Galatea tablosunun bir kopyası. Beğendiğimizi söylüyoruz. 5 yıl önce İzmir'den gelip buraya, Mustafapaşa'ya yerleşmişler. Öğretmen olarak tayinleri buraya çıkmış. Mustafapaşa, öyle yol üstünde, insanın kafasına esip de yerleşeyim diyeceği türden bir kasaba değil. Güzel olmasına güzel. Fakat iç Anadolu bölgesinin orta yerinde, çok güzel taştan rum evleri ile bezenmiş sakin bir kasaba. Burada iki bin kişi yaşıyormuş. Ece ile bu insanların nerede olduğunu merak ediyoruz. Çünkü kasabanın ufak sokaklarında dolaşırken çok fazla insanla karşılaşmıyoruz.
Gülhan, oğlu Dorukla ilgilenirken çok bitkin görünüyor. Sanki hayatından bezmiş gibi.

Kaan ufak tefek, incecik bir insan. Şeker hastası. Her halinden çok tez canlı biri olduğu anlaşılıyor. Beş yıl önce tayinle bu kasabaya geldiklerinde hiç paraları olmamasına rağmen Kaan bir sanat festivali düzenlemeyi kafasına koymuş . Bunun için krediye baş vurduğunda, banka müdürü parayı ne için istediğini sorunca bizimki ‘’sanat festivali düzenleyeceğim’’ deyince banka müdürü şaşkınlık içinde Kaan’ın suratına bakmış. Ama krediyi de vermiş. ‘’Hala o krediyi ödüyorum’’ diyor. Üstelik aradan dört festival daha geçmesine rağmen. Bu sene taksitleri bitecekmiş. Ama düzenlemiş olduğu festivale artık dünyanın her yerinden katılım oluyormuş. ‘’ Çok seçici davranıyoruz’’ diyor. Kısa film, fotoğraf, resim gibi konularda eserler topluyorlar. Oldukça geniş bir sanat arşivi oluşmuş. Gururla anlatıyor. Hatta Kayseri’de düzenlenmek istenen bir sanat festivali için kendisinden yardım istemişler. Festivalin adı ‘’Pasuma’’ olacakmış. Kaan bu kelimenin ne anlama geldiğini sormuş. Pastırma, sucuk, mantı olduğunu öğrenince de oradan koşarak uzaklaştığını söylüyor. Yurdum insanı bir kez daha iş başında diye gülüyoruz.
Hep beraber toplu bir fotoğrafımız olması için makinemi kurmak istiyorum. Kaan hiç tereddüt etmeden kendisinin çekebileceğini söylüyor. Fotoğraf karesinde çıkmak istemiyormuş.
‘’Fotograf çektirmeyi sevmiyorum’’ diyor. Anlayışla karşılıyoruz.
Sabah balon izlemek için çok erken kalktığımızdan, ev sahiplerimizden izin isteyip odamıza dönüyoruz. Odada, tanıştığımız bu insanların bizde bıraktığı ilk intibaları paylaşıyoruz birbirimizle. Sonradan, onları biraz daha tanıdıkça, aslında pek de yanılmadığımızı göreceğiz.  

Kapadokya'ya Yolculuk 1

2010, Şubat

Bu yolculuk kimin fikriydi tam hatırlamıyorum. Esasında Ece ile her sene yaptığımız klasik, sevgililer gününü birlikte geçirme ritüelimizi gerçekleştirmek için 14 Şubat’ta Kapadokya’ya gitmeye karar vermiştik. Sevgililer günü nedense her ikimize de hitap etmiyor. Üstelik özel planların yapıldığı, binlerce kilometreler uzaktan çiçekler, ayıcıklar gönderildiği nice sevgililer günü hatırlamama rağmen, aslında önemli olanın sevgililer günü değil de her daim sevgili kalabilmek olduğunu fark ettiğimden beri bu günü umursamaz oldum.
Bu sene sevgililer günü tarihi başka bir programla çakışınca Kapadokya seyahatimizi ertelemek zorunda kaldık..
19 Şubat, yani sevgililer gününden bir hafta sonrasıydı. Önce Kayseri’ye uçtuk. Ardından araba kiralayıp Ürgüp’e yola koyulduk. Arabayı ben kullandım. Hava kararmıştı. Yolu bildiğimiz de pek söylenemezdi. Ürgüp’e varmamız yaklaşık bir saatimizi aldı. Otele vardığımızda Salih bey, otelin sahibini, bizi bekler bulduk. Önce ofisine davet edildik ve biz daha ne olduğunu anlamadan kendimizi bölge ile ilgili bir seminerin ortasında bulduk. Ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum. Bir ara Ece’ye baktığımda, onun sabırsızlıkla ayağını yere vurmaya başladığını fark ettim. Salih bey ise masasının arkasında bir bölge haritası açmış renkli kalemlerle ziyaret etmemiz gereken yerleri tek tek işaretlemeye koyulmuştu.  
Salih bey ufak tefek kırk yaşlarında esmer bir adam. Ağır ve tane tane konuşuyor. Ses tonunun telefonda kulağa daha hoş geldiğine karar veriyorum. Şimdi karşılıklı konuşurken konuşmasında sanki bir aksan seziliyor. Ofisindeki masasının üzerinde Elif Şakak ın son kitabı Aşk duruyor. Hem de pembe versiyonu. Ben ‘’bir kadın hediye etmiş olmalı’’ diye düşünürken, kapıdan içeriye genç bir kız giriyor. Kendi halinde, sade, çok da çarpıcı olmayan bir kız. ‘’Otel görevlilerinden biri herhalde’’ diyorum kendi kendime. Bu arada  Salih bey sözünü bitirip bize odamıza kadar refakat etmek için ayağa kalkıyor. Otelde bizden başka misafir yokmuş. Biraz sezon dışı olduğundan olsa gerek diye düşünüyoruz.
Kapadokya’ya bundan yıllar önce iki kez gelmiştim. O yıllarda çok fazla otel seçeneği yoktu. En azından butik otel olarak tasarlanmış taş evlerde kalma imkanı yoktu. Bu sefer böyle bir otelde kalmak istediğimi bilerek bu yolculuğa çıkmıştım.
Odamızı gördüğümde istediğimin de ötesinde, çok farklı bir otel seçmiş olduğumu fark ediyorum. Peri Masalı gerçekten de ismini çok güzel anlatan bir otel. Kaldığımız odanın adı Harmonia. Otelde yedi adet oda var ve her odanın adı yunan mitolojisindeki bir tanrı ya da tanrıçadan alınmış. Harmonia uyum tanrıçası olarak geçiyormuş. Hayatımın harmoni ile aktığını söyleyemeyeceğim bir döneminde, böyle bir oda seçmemin ironik olduğunu düşünüyorum. Yine de odamıza keyifle yerleşiyoruz.

Odanın en şahane mekanı banyosu. Kocaman açık bir jakuzi küveti var. İnsana ‘’keşke sevgilimle gelseydim’’ dedirtecek türden üstelik. Banyodaki ışıklandırmanın romantizmini anlatmam mümkün bile değil. Hani insan ‘’bir banyo ne kadar romantik olabilir ki’’ diye sorabilir. Mermer lavabonun içi alttan ışıklandırılmış ve sanki büyülü bir çeşmede el yıkıyorum. Eğer bu çeşmeden su içersem Harmonia gibi ölümsüz bir tanrıçaya dönüşeceğim hissi içindeyim. Bu duygular içinde duşumu alıyorum ve yorgunluk çöküyor.
İlk günün planı güneşin doğuşu ile uyanıp balonları seyretmek. Çoğu, Göreme açık hava müzesinin yakınlarındaki bir alandan kalkıyormuş. Balon ile gezintinin çok pahalı olduğunu düşündüğümüz için binmemeye karar vermiştik zaten. Salih bey 1,5 saatlik bir turun 180 euro olduğunu söylemişti. Biz de fotoğraf çekebilmek için, daha güneş doğmadan balonların kalkış yaptığı alana varıyoruz. Hava keskin soğuk ve biz de oldukça erken gelmişiz. Bir süre sonra balonları ve sepetleri taşıyan araçlar ve yolcu servisleri gelmeye başlıyorlar. Biz sadece birkaç balon göreceğiz diye düşünürken bir saat sonra, kocaman alan yaklaşık 15 balonla dolmuştu bile. Göründüğü kadarı ile de her sepet on kişiden fazlasını alıyordu. Yolcuların çoğunun Japon turistler olduğu dikkatimizi çekiyor. Balonların şişirilmesini, yolcuların telaş içinde sepetlerin içine doluşmalarını seyrediyoruz. Bir yandan da fotoğraf çekiyoruz. Görülmeye değer bir manzara olduğunu düşünüyorum. Gökyüzü birden bire rengarenk balonlarla doluyor. Benim için yepyeni görsel bir şölen. Balonlar havalanıp uzaklaşana kadar orada kalıyoruz. Çok üşümüş ve yorulmuş bir halde odamıza döndüğümüzde saat de 07:30 oluyor.  

Kahvaltı otelin çok da büyük olmayan şirin mutfağında hazırlanmış. Kahvaltımızı ederken Salih bey de bize sohbeti ile eşlik ediyor. Oteli 2008 kışında açmış. Tüm dekorasyonu ile tek tek kendisi ilgilenmiş. Oda sayısını 20 ye çıkarmayı planladığı için binanın arka ve yan yüzlerindeki diğer binaları da satın almış. Otelin her köşesi ince detaylarla bezenmiş durumda. Salih bey dekorasyon için her gittiği yerden parçalar topladığını söylüyor. Her an yeni fikirler üretiyormuş. Hatta rüyalarında bile detaylarla uğraştığını söyleyince, bu işten gerçekten zevk aldığını fark ediyoruz.
Kahvaltıyı epeyce uzatıp keyif yaptıktan sonra izin isteyip yola koyuluyoruz. Bugünkü ilk durağımız İbrahimpaşa. Burada Rumlardan kalmış yıkık dökük taş evler var. Çok da özelliği olmayan bir köy. Salih bey bu köyden de taş bir bina satın almış. Burada bir meditasyon ve sağlık merkezi kurmayı planlıyor. Bu fikri ilgimizi çektiği için köyü görmek istedik. Salih bey’in hayalini kurduğu merkezi şu an bu yıkıntılar içinde hayal etmek mümkün değil. Ama proje bittiğinde eminim çok farklı görünecek.
Avanos çanak çömlek ustalığı ile ünlü bir kasaba. İkinci durağımız olan bu kasabada çanak çömlek yapmayı deneyebileceğimiz bir atölye bulmak için kolları sıvıyoruz. Araba ile dolaşırken Ece iki tane köpek yavrusu keşfediyor. Sanırım kangal yavruları. Arabayı park ettiğimizde Ece hemen yavruların yanına koşuyor. Ben de kapısında topraktan yapılmış heykellerin olduğu bir atölyeyi keşfetmek için elimde fotoğraf makinem içeriye dalıyorum. Atölyenin sahibi/ustası beni kapıda karşılayıp buyur ediyor. İçeri adım atar atmaz bir renk cümbüşü ile karşılaşıyorum. Burası klasik çanak çömlek yapılan bir atölye değil. Daha çok özgün objeler üretilen bir yer olarak göze çarpıyor. Duvarlarda topraktan yapılmış tablolar, oraya buraya serpiştirilmiş çarpıcı yüz ifadeleri ile insan büstleri dikkat çekiyor. Bir köşede Nazım Hikmet’in posteri, onun yanında Can Yücel’in bir fotoğrafı, atölyenin tam ortasında bir odun sobası. Tek eksik bir çilingir sofrası. Eminim akşamları o da gizlendiği yerden çıkıp efkar dağıtıyordur bir fasıl. Kafiye burada bitmez, uzar gider.
Böylece atölye sahibine çanak çömlek yapmayı denemek istediğimi söylüyorum sohbetin arasında. O da birkaç yere telefon edip bu isteğimizi gerçekleştirebileceğimiz bir yer ayarlıyor. Ben pazarlık yapmayı ihmal ederek duvar tablolarından bir tanesini satın alıyorum.

İki genç kız bizi almaya geliyor. Üniversite öğrencileri olduklarını öğreniyoruz yolda yürürkenki sohbetimiz sırasında. Aynı zamanda da çömlek atölyesinde motif çizmeye yardım edip harçlıklarını çıkarıyorlarmış. Usta bizi diğer atölyede bekliyor. Çömlek hamurları döner tablanın yanında hazırlanmış bile. Üstümüz başımız çamur olmasın diye bir şalvar ve yelek giydiriliyoruz. İlk gönüllü benim. Tablanın başına beceriksizce oturuyorum. Usta ‘’pedala bas’’ diyor. Basıyorum. Ellerini şöyle tutman gerek diyor. Onu da yapıyorum. Tabla döndükçe, hamur avucumun içinde şekil almaya çalışıyor. Maharet hissetmek ve hamurun canlı olduğunu hayal etmek diye düşünüyorum. Biraz su al hamuru ıslat ve tabla dönmeye devam ediyor. Su hamurun ruhu. O olmazsa hamur cansız ve kuru. Usta, ellerini elerimin üstüne koyuyor. Çamurun dokusunu hissediyorum tenimde. Kızıl ırmağın coşkusunu duyuyorum. Sonunda ortaya bir çömlek şekli çıkıyor. Tabi ustanın da yardımlarıyla. ‘’Hadi şimdi tek başınasın’’ diyor ve elime yeni bir hamur tutuşturuyor. Fakat ne mümkün usta olmadan çamurdan bir şekil çıkartmak. Ustanın elleri yine  ellerimin üstünde. Ama keyfime diyecek yok. Bu sefer uzun boyunlu vazomsu bir şekil çıkıyor ortaya. Şaheserlerimle bir fotoğraf çektiriyorum. Ece de kendine düşen kısmı tamamlayınca, çok işler başarmış olma edalarıyla atölyeden ayrılıyoruz.
Dışarıda hava ılık ve güzel. Bir kahvenin sokak masalarından birine oturup sahlep içiyoruz. Bir sonraki durağımız Saruhanlı Kervansarayı. Bu kervansaray şimdilerde sema gösterileri için kullanılıyor. Biz de bir sema gösterisi izlemek hevesi ile Saruhanlı’ya varıyoruz. Çok güzel taştan bir bina. Kocaman bir avlusu var. Avlunun ortasında da bir havuz. Aslında dilek havuzu olmamasına rağmen insanlar bir umut madeni para atmışlar içine. Sanki Mevlana dileklerini yerine getirecekmiş gibi. Ama olsun , inancın yerini başka hiçbir şey tutmuyor bu ülkede.
Gösterinin akşam saat 21:30 da başladığını ve fiyatının da 50 euro olduğunu öğreniyoruz. Artık bu ülkenin turistik bölgelerinde neden Türk parasından bahsedilmiyor? Bu iş gönül işi, nedir bu gözleri para bürümüşlük diye düşünürken kervansaraydan içeriye ayak basmanın da 2 tl ye mal olduğunu fark edip oradan koşarak uzaklaşıyoruz. Belki haklılardır. Her şeyin bir bedeli var. Bu yapıları ayakta tutmanın da . Yine de gönlüm razı gelmiyor haydut görüntülü insanlara ödeme yapmaya. Ne bir bilet kesiliyor, ne de bir kimlik var görünürde. Kime ne için ödeme yaptığımı bilmemek doğru gelmiyor. Üstelik kervansaray öyle çiçek gibi tertemiz düzenli ve bakımlı da değil. Daha çok sömürülüyormuş ve acı çekiyormuş izlenimi yaratıyor bende.


Artık gün bitmek üzere. Son olarak da Zelve’deki peri bacalarını görelim istiyoruz. Her yer bu oluşumlarla kaplı olduğundan manzara şimdiye kadar gördüklerimizden pek de farklı değil. Fakat bu bölgedeki peri bacalarının içinde eski dönemlere ait medeniyetler yaşamış. Aslında Göreme ve Ürgüp’te de bu şekilde yerleşim bölgeleri var. Yaklaşık bir saatimizi Zelve’de geçirip bu diyarları gezmeye gelmiş Şilili bir çift ile de muhabbet ettikten sonra arabamıza atlayıp otelimize geri dönüyoruz. Yalnız şunu fark ediyoruz ki 2,5 ay boyunca gittiğimiz İspanyolca kursu hiçbir işe yaramamış ve biz çiftin İspanyolca konuştuğunu bile anlamamışız. Hangi dili konuştuklarını sorduğumuzda bize İspanyolca diyorlar. Herhalde Şili aksanı ile konuşuyorlar diyerek de kendi kendimizi avutuyoruz.