15 Mart 2011

Antoine D'agata

Adı Antoine D’agata.

2004 den beri bir Magnum fotoğrafçısı. Belgesel fotoğraflar çekiyor.
Bugün bir fotoğraf dergisinde röportajını okuyunca, onun hakkında yazmam gerektiğini düşündüm. Hayır fotoğraflarını beğendiğim için değil. Sıra dışı olduğunu düşündüğüm için.

Röportaj büyük puntalarla yazılmış şu cümle ile başlıyor.
‘’ Uyarı: seks ve uyuşturucu göndermeleri içermektedir.’’

Şu anda üzerinde çalıştığı konu fahişelik ve uyuşturucu bağımlılığı. Geçmişte bir fahişe ile yaşadığı ilişkide methamphetamin bağımlısı olduğunu ve bir süre sonra bu ilişkiyi sonlandırmak için gerekli gücü bulmak zorunda kaldığını söylüyor.
2005 yılından beri yerleşik bir düzeni olmamış. Şimdilerde Phnom Penh, Kamboçya’da çalışıyor. Röportajın ana konusu Kamboçya’da çektiği fotoğraflar ve fotoğrafladığı fahişelerle olan ilişkileri. 

Röportajdan orijinal alıntılar yapmak istiyorum. Çünkü çok daha çarpıcı olacağına inanıyorum.

- So why are you drawn to photograph prostitutes and their milieu?
I’ve spent my life in the world of prostitution. It’s a world in which men expose their ugliness and women prove their courage; a detestable world where the instincts for survival and cruelty dictate each and every action…... The girls, the clients and all the wretches who cross paths and destroy themselves, are prisoners of a monstrous false reality. I tasted that life when I was very young. I make no excuse for it – it was due to my own refusal to work, and my contempt for the law…… The intensity of the lives people lead in this world, ruled by the brute forces of instinct, rage, desire and madness, is as addictive as the drugs in their blood. My capacity to exist on the edge of this gulf, which I acquired from years of agony, is precious – it’s something I refuse to give up.

- You sometimes describe your images as ‘’innocent’’. How can they be so?
I speak of those photos that break the connection between art and life. It’s not enough to pretend to take part in the experience of the world, and then hide in the shallow imitation that is your representation of it. I try to produce photos that remove all distance – that are no more than the unedited, uncensored depiction of perfect moments when life, work and thoughts destroy themselves. Innocence is possibly the nature of those images…… I want to redirect art to life, breaking the limits that separate theory from action, entertainment from the real thing. Images are innocent if they aren’t content just to give form to an idea, but participate in the deliberate creation of situation that bear witness to the will of life, and are born from the very act that engenders them.

-Some critics have suggested that your work is exploitative. What do you say to that?
I don’t believe that anyone has right to criticise my work on moral grounds – a morality that’s often born of consensual anonymity or intellectual slavery.

Beni etkileyen fotoğraflarından çok dürüstlüğü oldu. Sanatla gerçek hayat arasında kurmaya çalıştığı ve bunu da fotoğrafları ile ortaya koyduğu bağ bana çok gerçekçi geldi.  Çektiği fotoğrafların arkasında yatan felsefe alabildiğince yalın ve bir o kadar da korkutucu. Ama bununla yüzleşme şekli cesur, tıpkı bahsettiği çalışan kadınlar gibi.

İlgilenenler için, http://www.magnumphotos.com/Archive/C.aspx?VP=XSpecific_MAG.PhotographerDetail_VPage&l1=0&pid=2K7O3R14QKXR&nm=Antoine%20D'Agata  

8 Mart 2011

Kahvaltı

Günün en sevdiğim öğünüdür kahvaltı. Zaten büyüklerimiz de kahvaltının günün en önemli öğünü olduğunu üzerine basa basa söylemezler mi?

Sadece haftasonları fırsatım oluyor gerçekten kahvaltı diyebildiğim, mükellef ziyafetler için. Ofiste yapılan ise bir parça ekmek ve peynirden öteye geçemiyor limonlu çayın yanında. Limonlu çay bile lüks aslında ofiste. Evden getiriyorum limonumu. Neyse ki çayımız gerçek Türk usülü demleniyor da kendimizi bir nebze olsun evlerimizin sıcak ortamındaki gibi huzurlu hissedebiliyoruz. Aksi takdirde kağıt ya da plastik bardaklara sallanan çay poşetlerinin ağızlarda bıraktığı ham ve aceleci tada pek çoğumuz çoktan alıştık bile.  

Haftasonları diyordum, en büyük keyfim erkenden kalkıp çayımı demleyip kahvaltımı hazırlamak. Yalnız ya da dostlar eşliğinde hiç fark etmiyor. Evet eğer dostlarla birlikte olursa sohbet ve kahkahanın dibine vurmak mümkün, tıpkı geçtiğimiz haftasonu olduğu gibi. Ama tek başıma da kahvaltı ritüellerim değişmiyor, sonsuz keyif aldığım.

Koltuklarım, yüzleri değişip geldi geçen hafta. Seçtiğim açık bej kumaşla salonumun kasvetli havası ışıltılı bir aydınlığa büründü. Sevdim bu hali. Üzerlerine attığım birkaç renkli yastık da bejin tek düzeliğinin üstesinden gelince kahvaltılarım, kitap okumalarım, yazmalarım daha da keyifli hale geldi.

Sevgili arkadaşım İlker bu durumu fırsat bilip ‘’hadi koltuklarını kutlamak için bir parti yapalım sende.’’ deyince düşünmeye başladım. Evde parti fikri bana çok cazip gelmedi. Zaten İlker de koltukların renginin beyaza yakın bir bej olduğunu bilse böyle bir fikirle ortaya atılmazdı. Yine de parti fikrinin bana uzak gelmesi koltuklarım kaynaklı değildi. Ben gündüz insanıyım. Her zaman öyle oldum. Kahvaltıları sevişim de bu yüzden. Böylece hem koltuklarımı, hem bu sene kutlayamadığım doğum günümü kutlamak ve bir de sadece bir araya gelmenin keyfi için evde kahvaltı düzenlemeye karar verdim.

Neyse ki evim sekiz kişiyi ağırlayacak kadar müsait. Ama herşeyin bulundurulma sayısı ne yazık ki altı. Neden altı bilmiyorum. Ama öyle. Altı adet sandalye birbirinin takımı, altı adet tabak, bardak, yine takım. Geriye kalan iki, farklı modellerde olmak zorunda. Yine de bu ayrım keyfimizi kaçırmadı. Üstelik kimsenin bu farklılığı görmediğinden eminim.

Hazırladığım kahvaltıda neredeyse yok yoktu. Patatesli yumurtamı bile yaptım. Fırında kaşarlı ekmekler kızarttım, taze portakal ve nar suyu sıkıldı ve yanında limonlu çay. Bir de Alaçatı’dan kalma bir alışkanlık olan İzmir loru üzeri reçel, annemin limon reçeli mis kokulu. Bilmiyorum narenciyeye karşı olan bağımlılığımın nedenini ama Güney Afrika’dan getirdiğim klementin portakal reçeli de sofrada yerini almıştı. Altuğ şaşkınlıkla ‘’Güney Afrika’dan reçel mi taşıdın?’’ diye sorunca çok güldüm. ‘’Ama ben dünyanın her yerinden reçel taşırım.’’ Bitmesin diye özen gösterdi yemeyerek. Çok uzak diyarlardan geldiği ve sanki bir daha alınamayacağı için olsa gerek. Oysa kavanozda durması için değil, yenip tadına hayran kalınması için almıştım ben o reçeli.

Uzun zamandır hiç bu kadar içten güldüğümü hatırlamıyorum. Kahvaltı masasının etrafında çok sıcak ve samimi bir hava esiyordu. Herkes birbiri ile kaynaşmış, espriler ortamı yumuşatıyordu, üstelik sadece çay ve portakal suyu içildiği düşünülürse. Evet başta ufak bir soru işareti vardı kafamda farklı gruplardan arkadaşlarımı bir araya topladığım için. Ama yanılmamışım, insanları birbirlerine kaynaştırmak için kahvaltı sofrasından daha mükemmel bir yer düşünemiyorum. Bizim ailemiz için bu, senelerce böyle olmuştu zaten. Geçtiğimiz haftasonu da gördüm ki bunca senedir değişen pek birşey yoktu.

Demleme çay, sahanda yumurta, beyaz peynir ve insanın sevdikleri ile birlikte ev, daha aydınlık ve yaşanılası bir mekana dönüşüyor.   

1 Mart 2011

Ayın Biri Kilisesi

Herkes gitmiş. Herkes yazmış.

Gitmeden önce bu kilise ile ilgili bilgi almak için internette dolaşırken fark ettim.

Unkapanı İMÇ'nin arkası Vefa semti olurmuş. İstanbul’da çok fazla uğramadığım semtlerdendir Unkapanı. Eskiden amcamın bir dükkanı vardı İMÇ'de. Kimyevi hammaddeler ve malzemeler satardı. Bazen Mısır Çarşısı’na babamı ziyarete gittiğimizde amcamın dükkanına da uğrardık. Ufacık bir mekan olduğunu hatırlıyorum hayal meyal. Ne amcamın dükkanı, ne de Mısır Çarşısı’ndaki dükkan bize ait artık.

Bugün yine yolumuz düştü bu semte. Arabamızı arka sokaklardan birine park ettik. Saat sabahın çok erken saatleri olduğu için park yeri bulmakta çok fazla zorlanmadık. Ayın Biri Kilisesi Vefa semtinde. Vefa Bozacısı'nın önünden yürüyüp sağa sapıyorsun. Sonra da yokuş aşağı kaptırıp yürüyorsun. Sabahın yedisinde sokakta yolları süpüren bir görevliye, kilisenin yerini sormak için yaklaştık. Bize şöyle bir baktı. Beş kadın İstanbul’un Vefasında avare, arana tarana dolaşıyor. Ve bugün ayın tam tamına biri. Ona kilisenin yerini sormaya fırsat bulamadan ‘’buradan yokuş aşağı yürüyün. Karşınıza çıkacak’’ dedi. Bu semtin sakinleri her ayın birinde pek çok insanın buralara akın etmesine alışkındı anlaşılan. Gerçekten de birkaç dakika sonra kilisenin önündeki işportacılarla karşılaştık. Tezgahlarında farklı umutlara cevap verecek çeşitli objeler satıyorlardı. İyi şans, kısmet açma, huzur, mutluluk. İnternette okuduğum yazılarda ‘’dışarıdaki satıcılardan hiçbir şey almayın, anahtarlar içeride satılıyor yazıyordu’’. Biz de öyle yaptık. Doğrudan kilisenin avlusuna girdik.



Ayın Biri Kilisesi gerçekten de çok küçük bir yapı. Kapısından içeri girince sağda anahtarların satıldığı ufak bir vezne var. Anahtarların tanesi bir lira. Ayrıca mum yakmak isteyenler de birer liraya mum alabiliyorlar. İçeride yaklaşık yirmi yirmibeş kişi kadar vardı. Kimisi papazın önünde kutsanmayı bekliyor, kimi mumlarını yakıyor, kimileri de aşağı inen bir merdivende gözden yitip gidiyordu.

Öyle sayısız dileğim yoktu. Bu yüzden sadece üç anahtar aldım. İkisi kendim için, diğeri de şansız olduğunu düşündüğüm hüzünlü bir kadın için. İki mum yaktım, dileklerimi diledim. Sonra da fotoğraf makinemi çıkarıp mumları ve dilek dileyen insanları fotoğraflamaya koyuldum.


Çevremdeki herkes inanandı. Kimisi dileği olduğu için anahtarını bırakmaya gelmişti. Bense inanmak istiyordum. Buradan alınan anahtarların kısmet açtığı, dilekleri yerine getirdiği söyleniyordu. Okuduğum tüm yazılarda, arkadaşlarımdan dinlediğim örneklerde her kim ne dilediyse olmuştu. Belki benim de uzun zamandır gerçekten kalpten dilediğim şey gerçekleşebilirdi. Kiliseye gitmenin bana bir zararı olmayacaktı. Altı üstü keyifli, farklı birgün geçirip İstanbul’da yapmaktan en çok zevk aldığım şeyleri yapıyor olacaktım. Şehrin yeni yerlerini keşfetmek ve Emirgan’da erken bir kahvaltı.

Kilisenin altında Meryem Ana ayazması var. Merdivenlerle inilen daracık bir alanda birkaç musluklu bir çeşme görüyoruz. İsteyen musluktan su içiyor, isteyen ufak plastik şişelere suyunu doldurup yanına alıyordu. Kenara kocaman bir çuval içine koymuşlar plastik şişeleri, kapakları ve şişelerin küçük tıpalarını. Gerçekten çok organize bir durumun içindeyiz. En ufak ayrıntılar bile düşünülmüş. Muhtemelen yıllar içinde gelen ziyaretçilerin ihtiyaçları gözlemlenerek bu noktaya gelinmiş.


Yukarıya çıktığımızda papazın müsait olduğunu görüp yanına yaklaştım. Eğilip adımı sordu. Söyledim. Sonra adımın da içinde geçtiği bir takım latince dualar okumaya başladı. Bana hiç bakmıyordu. Bense onu izliyordum. Belki de ne kadar samimi olduğunu anlamaya çalışıyordum. Aslında fark etmezdi. Her ayın birinde bu kiliseye yüzlerce insan akın ediyor ve o da yüzlercesine aynı duayı okuyordu. Tek farklı olan kısım isimlerdi belki de. Eminim zaman zaman onlar bile aynı olabiliyordu. Yani pek de samimi olmasını gerektirecek bir durum yoktu ortada. Duasını bitirdikten sonra Perşembe ve Salı tekrar gelmemi söyledi. Çünkü hıristiyanlık inancına göre üçleme olması gerekiyormuş. Papazın yanından ayrılırken dileğim olana kadar buraya tekrar gelmeyeceğimi biliyordum.

Tüm ritüeller tamamlandıktan sonra kafam biraz da karışık kiliseyi terk ettim. Tüm gün iki anahtarıma dokunup dileklerimin gerçek olup olmayacağını düşündüm. Çok uzun zamandır kendim için istediğim iki şey vardı. Belki bu sefer…


Emirgan sensiz yalnızdı. En son birlikte oturduğumuz koltukta tek başına bir kadın oturmuş sahanda yumurtasını ekmekle sıyırıyordu. Kolunu omuzuma atışını izledim. Ve sonra gülüşünü…