23 Nisan 2011

Kaybolmak

‘’Bazen kaybolmak bulduğun en güzel yoldur değil mi?’’

Herşeyden uzak rüzgarlı bir tepede kurduğun iki odalı ev hayalinden, kendini Bali’nin pirinç tarlalarına atmaya kadar, gerçek hayattan kaçma isteğidir aslında kaybolmak. Bir şehrin arka sokaklarında kaybolmak basit kalır bu düşüncenin yanında. Hayallerin içine gömülmektir, bilincin dışında, gerçekte olmak istediğin yerin tarifidir.

Bulunan en güzel yoldur aslında.

İçimdeki gitme isteği bu sene de yine ocak ayında başladı. Kafamın içinde kendime durmadan sorduğum soru ‘’nereye gidebilirim daha önce gitmediğim?’’idi. Cevabı başlangıçta çok kolay gibi gözükse de, karar verme sürecim günlerce uzadı. Önce bir tura katılayım diye düşünmüş olsam da, biliyordum ki turlu yolculuklar bana istediğim özgürlük hissini veremiyordu. Kendimi tamamıyla özgür hissetmeliydim.

Kafam gitme isteği ile dolu iken bunu en kısa zamanda gerçekleştirmek isterim genellikle. Ama baktığım yer alternatifleri ve iş programım hemen kaçmama olanak vermiyordu. Ya tropik iklimler için mart-nisan ayları fazla yağmurluydu, ya da çıkmak zorunda olduğum iş gezileri tüm zamanımı bloke ediyordu. Mayıs ortasına kadar nefes almama yetecek kadar bir açıklık görünmüyordu önümde.
Hayatımın koşuşturmaca ile yaşayacağım üç ayını, özgürlüğümün hayalini kurarak geçirmek için mayıs ortasını seçtim.

Endonezya’nın Bali adası.

Düşüncemde ‘’ye, dua et, aşık ol’’ fikri yoktu bu kararı verirken. Filmden bağımsız, kendimi Bali’yi araştırırken buldum bilgisayarımın başında. Tarihe karar vermemle uçak biletimi almam sanki bir an sürdü benim için. Bazı insanlar vardır, nereye gideceklerine karar verseler tarihi denkleştiremezler. O tarih mi, bu tarih mi derken zaman geçip gider. Bir türlü kimsenin zamanı kimseye uymaz. Tek başına karar verip gitmenin en harika yanı da bu işte. Önce karar verirsin, sonra da bileti alıp gidersin. Öyle büyük ve sancılı bir karar verme süreci yaşamazsın. Planlama kısmı da arkadan gelir.

Son zamanlarda hayatımla ilgili verdiğim en önemli kararlardan biri de, gitmek için artık kimseyi beklemeyecek oluşum. Beklemek gibi bir zaman lüksümüzün olmadığını fark ettim. Zaten yaşanan her deneyim kişiye özel, tüm paylaşılanların hissettirdikleri de buna dahil.

Amazon’dan Bali kitabımı sipariş vermiştim birkaç gün içinde. Gelmesi iki - üç haftayı aldı. Ama zaten hayal kurup, yolculuğumu planlayacak da çok zamanım vardı. Yine de herşeyi önceden bilmek isteyen bir insan olduğumdan planlamayı da kitabımın gelmesinden sonraki on gün içinde tamamlayıp, kalacağım otellerle yazışarak yerlerimi ayırtmıştım bile. Adada kaybolacağım noktalar belliydi artık. Hangi gün nerede olacağım ve ne yapacağım da.
Bir arkadaşım bu planımı duyunca endişeyle ‘’ne zaman nerede olacağını birilerine bildir ki herhangi bir şey olursa sana ulaşmak kolay olsun’’ dedi. İhtiyatlı olmak iyi bir meziyet, katılıyorum.

Ama ya özgürlük hisim. Ya kaybolma isteğim.

Birilerine nerede olacağımı söyler ve iletişim yollarımı açık tutarsam gerçekten özgür hissedemeyeceğim ki. Hala bu konuda düşünüyorum. Ulaşılmak istemediğimi biliyorum.
Sanki dünya yüzünde hiç yaşamamışım gibi beni tanıyanların kafalarından silinmek kaybolmak demek. Varlığımın hatırlanmaması yani. Issız arka sokaklarda kaybolmak yeterli değil benim için. Zamanda asılı kalabilmek istiyorum, yüksüz, ağırlıksız ve özgür. Hayatın bir anlamının olması gerekmediği ve benim de önemimin kalmadığı başka bir boyutta yaşamak gibi.
Özgürlükten başka hissedebileceğim hiçbir duygu kalmayana kadar yitip gitmek tek hayalim.

Kaybolmak… Bulduğum en güzel yol.

14 Mayıs 2011 de Bali’ye uçuyorum.  

3 Nisan 2011

İnandım

Bir yazıcıyı bilgisayara bağlayıp çalıştırmak ne kadar zor olabilir ki?

Teknoloji en güçlü yanım olmadı hiçbir zaman. Oysa bana o konuda da her zaman inandığını nasıl unutabilirim. Teknolojiyle ilgili kimseye bağımlı hissetmeyeceğime söz vermiştim bir zamanlar (no dependency). Üşenmeden yazdığın bilgisayarla ilgili tüm direktifleri harfiyen uygulardım. En azından öğrenmek adına elimden geleni yaptım. Ama hala bazen üstesinden gelemediğim konular oluyor. Bilen birilerine tarif ettiriyorum.
Sen bana inandığın için hayatımda çok şey değişti. Evime bir yazıcı alıp onu korkusuzca kutusundan çıkardım bugün. Sonra tüm bağlantılarını yapıp programını yükledim. Çalıştığını görünce neredeyse kendimle gurur duydum.
Koşarsın dediğinde, hayatımda daha önce hiç on kilometre koşmamıştım. Parkuru zor da olsa bitirdiğime kendim bile şaşırmıştım. 
Sadece sen bana inandığın için bugün yazıcımı çalıştırdığımda, yazmaya başladığım kitabı da bitirebileceğime inandım.  

İstanbul'da Turist Olmak

İstanbul’da turist olmak, Sirkeci’den başlayıp Kapalı Çarşı’ya, oradan da Sultanahmet’e uzanmaktır her bahar. Her turist oluşumda farklı keyiflere sürükler şehir beni. Oysa en sevdiğim yapı Galata Kulesi aynı yerindedir, vapurlar aynı iskelelere yanaşırlar, balıkçılar kamışlarını aynı köprüden savururlar. Şehir değişmemiştir aslında. Farklı insan yüzleri gelip geçer gözlerimin önünden, gökyüzünün rengi değişir, tezgahlar / dükkanlar değişir, ben değişirim. Her turist oluşumda İstanbul’da, çocuksu bir heyecan kaplar içimi. Şehre ilk defa gören gözlerle bakmayı severim.

Bir cuma günü işten izin alıp düştüm yollara. Çok uzun zaman olmuştu Kadıköy’den vapura binip Sirkeci’ye geçmeyeli. Çocukluğumun vapurlarından eser kalmamış geriye. Onlardan eskiyince jilet yapıldığı şehir efsanesi doğru mu acaba? Yeni vapurlar alabildiğine geniş, koltukları gıcır gıcır parlıyor. En üst, arka güverteye çıktım. Bu yılın ilk bahar günlerinden biriydi. Nasıl da berrak, taptaze, ifil ifil birgün, keyifli yani. Vapura adım atışımdan itibaren kendi şehrimde turisttim. Haydarpaşa garı bir köşede, vapurlar önünden gelip geçerken yanmış çatısıyla hala dimdik ayakta. Martılar her yerde. Gökyüzünün maviliğinde süzülürken denize doğru dalışa geçişlerini izlemek nerede olursam olayım bana her zaman keyif verir. Onları seyrederken sonsuz özgürlüğün nasıl bir his olduğunu merak ederim. İnsan dalıp gidiyor uçuşlarını seyrederken, sanki ruhu da kanat açıp uçuyormuş gibi. Fotoğraf makinem elimde etrafımı siyah-beyaz fotoğraflarken vapur hareket etti.
Kadıköy-Sirkeci seferi eskisi gibi yirmi yirmibeş dakika kadar sürdü. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmadım. Onlarca kez gördüğüm bu tanıdık manzara nasıl oluyordu da bu denli çarpıcı olabiliyordu her defasında. Sanki ilk defa görüyormuşum gibi.



Karaköy, İstanbul Modern ve Loft. Bu sefer önünde yolcu gemisi yok. Terasta oturanların manzaraları muhteşem olmalı. Böylesine berrak birgünde Sultanahmet camii, Topkapı Sarayı ve Ayasofyayı da içine alan o muhteşem eski şehrin manzarası. Bir keresinde o terasta çok sevdiğim bir adamla oturduğumu hatırlıyorum. O gün bir yolcu gemisi kapatmıştı manzaramızı. Oysa pek de umurumuzda değildi. Yine de sıkıntılı birgün olduğunu hatırlıyorum parlayan güneşe rağmen. Düşüncelerim geziniyor eskilerde, sonra tekrar şimdiye dönüyor. Geçmişle şimdi arasında pek bir fark yok onunla ilgili. Her anı bir sis perdesi arkasında gizli. Öyle kalmalarını tercih ediyorum şimdilerde. Canlanmalarına izin vermiyorum.


Sirkeci her daim olduğu gibi yine kalabalık. Oraya buraya koşturan insanlar.
Güvertede kalıp vapurdan inişlerini izledim. Kafaları önde, acele acele yürüyor herkes. Benimse telaşım yok vapurdan inip bir yerlere yetişmek konusunda. Ağırdan almak gerek bazen hayatı. Zamanı yavaşlatabilmek önemli bir meziyet haline geldi son günlerde. Ne zaman bir fırsatını bulsam hiçbir şey yapmamaya özen gösteriyorum.



Sirkeci garının önünden dar merdivenlere doğru yürüdüm. Tanıdık, hem de çok tanıdık. Merdivenler küçük bir sokağa çıkıyor, sağlı sollu birkaç sokak lokantasından sonra. Daracık sokaktan Hayyam pasajına ulaşmak için karşıdan karşıya geçmeyi beklemek gerek önce, tramvaylara yol vererek. Şener’in ufakcık dükkanı nedense içimi açar her ziyaretimde. Belki de her yerde fotoğraf makineleri, lensler ve fotoğrafçılıkla ilgili eski yeni ıvır zıvır olmasındandır. Makinemi temizlettim hazır gelmişken. Bir de uzun zamandır istediğim ufak bir fotoğraf makinesi çantası aldım. Şenerle sohbet her zamanki gibi fotoğraf makineleri ile ilgiliydi. Ona Leica D-lux 5 e gönlümü kaptırdığımı söyleyince ‘’çok pahalı esra, alma’’ dedi önce. Sonra o makinenin benim için ne anlama geldiğini fark edince ‘’al o zaman çok iyi bir makine’’ dedi sonunda. Son zamanlarda beni en çok heyecanlandıran şey bir Leica ya sahip olacağım düşüncesiydi.

Galata Köprüsü, üzerindeki balıkçıları olmadan cansızlaşırdı herhalde. Elimde makinemi gören çocuk  ‘’Abla fotoğrafımızı çeker misin?’’ diye seslendi. Kulağa ninni gibi gelen bir sesleniş. Ufak bir midye dolma tepsisinin önünde birbirlerine sarılıp poz verdiler bana. Yüzlerindeki mutlu ifadeyi çok sevdim. Onlar değil ben teşekkür ettim karşılığında, bu fotoğrafın tüm gün çektiklerim arasında en çok keyif aldığım olduğunu bilmiyorlardı ne de olsa. Gülen yüzler, günün bana verdiği en güzel hediyeydi.



Karaköy’den aldılar beni arkadaşlarım. Otopark sorunu beni fazlasıyla endişelendirdiği için Kapalı Çarşı’ya asla arabayla gitmem. Hatta o konuda fobim olduğu bile söylenebilir. Ama arkadaşım kocaman cipi ile daracık caddelerde ilerlemek konusunda karalıydı. Hatta rahattı demek çok daha doğru olur. Arabayı Sultanahmet’de bir otoparka bırakıp çarşıya doğru yürüdük. Gördüğüm herşeyin fotoğrafını çekmek istiyordum. Güneş ışınlarının altında yakutu andıran narları, kilimin üzerinde güneşlenen kediyi, anahtarları, sabunları ve insanları. Aslında hep insanları. Ama buralarda fotoğraf çektirmekten rahatsız oluyorlar. Zaman zaman söylenebiliyorlar bile. Arkalarını dönüp gidiyorlar. O yüzden kimseyi rahatsız etmek istemiyorum. Etrafımda fotoğraflayacak çok fazla obje var zaten.

Bedesten incik boncuklarıyla bana her zaman kırk haramilerin hazine mağarasını hatırlatmıştır. Göz alabildiğine ışıltılı bir dünya. Yolunu kaybetmek kolay burada, hangi kapıdan girip hangisinden çıktığımı karıştırırım çoğunlukla. Diğerlerini takip ediyorum, birilerinin beni yönlendirdiğini bilmenin huzuruyla. Alışveriş ve bakınma bitince arkadaşım yeşil çay içeceğiz diye tutturuyor. Sultanahmet’e inerken karnımız da acıkıyor zaten. İçi hınca hınç dolu bir pastahanenin önünden geçerken gözüm çilekli turtalara takılıyor. Her semtin çok meşhur bir pastacısı olur ya, Çiğdem Pastahanesi de onlardan biri herhalde deyip içeri dalıyoruz. Üçümüz de kilomuza dikkat etmemiz gerektiğinin bilincinde sadece bir turta alıp dükkandan çıkıyoruz. Orada çalışan genç çıraklardan biri bana, kağıt peçeteden yapıp bir firketeye iliştirdiği çiçeği uzatıyor. Kafamı kaldırdığımda bana tebessüm ettiğini görüp ben de karşılık veriyorum. Günümü aydınlatan bir an daha. 

Çiğdem Pastahanesi
Sultanahmet’de yeşil çay içilebilecek özel bir yer varmış arkadaşıma göre. O bizi oraya doğru sürüklerken, kağıttan çiçeğimi ceketimin göğsüne süs olarak iliştiriyorum. Bana bu sımsıcak bahar gününü anımsatacak ufak bir hatıra daha. Arkadaşım keşke gerçek yeşil çaydan bahsediyor olsaydı. Ve keşke çaya, renginden dolayı yeşil dediğini önceden bilseydim. Çünkü naneyi gerçekten sevmem, hasta olduğum zamanlar dışında. En azından poşet değil taze yapraklar kullanılarak yapılmıştı nane çayımız. Hemen limon istedim. Naneye limon yakışır, tek başına içmem mümkün değildi zaten. Çay yorgunluğumuza birebir geliyor. Neyse ki çilekli turtanın kreması hafif ve meyveler de taze. Üç çatalla bir turtanın bitmesi sadece birkaç dakika alıyor.

Bir sonraki durağımız Beyoğlu. Her Cuma akşamı olduğu gibi Asmalı Mescit dolup taşıyor. Gelişi güzel birgün geçirmek istediğimiz için rezervasyon yaptırmadığımızdan birkaç restauranta girip çıkıyoruz. Bu şehirde rezervasyonsuz bir yerde yemek yemek neredeyse imkansız hale gelmiş. Çok da ahım şahım olmayan bir yere oturup neşe içinde atıştırdıktan sonra geceyi sonlandıracağımız Özlem Tekin konserine gidiyoruz. Konser Balans’ta. Özlem Tekin dinlemişliğim yoktur. Ama anlaşılan arkadaşım seviyor. Onu kırmayarak kalabalık konser salonuna girmeye razı oluyorum. Beni hemen sahnenin önüne sürüklüyor. Yakından seyretmemiz gerekiyormuş. Gerçekten de renkli bir kalabalığın içindeyiz. Çevremizde çok hareketli ve çenesi düşük bir grup var. Bize de laf atıyorlar. Arkadaşım onlara avukat olduğumuzu söylüyor. Ben ağzımı bile açmıyorum. Ona göre insanlar avukatlardan korkup bir adım geride dururlarmış. Böylece bize ayakta dikilebileceğimiz ve nefes alabileceğimiz bir alan yaratmaya çalışıyor. Gülüyorum… Gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorum, çünkü Özlem Tekin sahneye çıktığında etrafımda hareket edebileceğim pek bir alan kalmıyor.



Özlem Tekin’in bu denli sempatik ve canlı bir sahne performansının olduğunu bilmiyordum. Şarkılarına aşina olmadığım halde onu seyrederken eğleniyorum. Çok cana yakın ve hayranları ile ilişki içinde. Fakat konserin ilk bölümü bitince benim de pilim bitiyor ve arkadaşımı içerde bırakıp nefes almak için aşağıya iniyorum. Benim için gecenin sonlandığı nokta. Arkadaşım da yaklaşık yarım saat sonra bana katılıyor.

Günlük hayatımda İstanbul’u pek umursamam. Bana teklif ettiklerine kulak asmam çoğunlukla. Ama hangi şehirde olursa olsun, turist olma fikri olabildiğince açıktır yeniliklere. Ve ben İstanbul’u taptaze bir bakış açısıyla tekrar keşfederim her bahar…