11 Mayıs 2011

Güzel Şehir... Berlin 2

Seyahat defterime şöyle yazmışım; ‘’ İnsan herşeyi fotoğraflayamıyor ne yazık ki. Özellikle hissettiği huzuru, etrafındaki kuş cıvıltılarını ve mutluluğunu.’’

Berlin kitabımda mutlaka kahvaltı edilmesi gereken yerler arasında otelimin bulunduğu caddenin üzerindeki Wintergarten Literaturhaus da vardı. Pazar sabahı için iyi bir seçim olması gerekiyordu. Literaturhaus kocaman yemyeşil bahçesi ile eski bir bina. Yapının merdivenlerle çıkılan ufak girişini bir kış bahçesine dönüştürmüşler. Hem içeride hem de dışarıda masalar var. Kuş cıvıltılarını ve güneşi kaçırmamak için dışarıdaki bir masaya oturmayı tercih ettim. Güler yüzlü, sevimli bir kız yanıma yaklaştı, önce hoşgeldiniz dedi ve ardından beni masama yerleştirdi. Bir Türk kızı olduğu her halinden belliydi. Lemya, benim de Türk olduğumu öğrenince daha ilgili davranmaya başladı. Menüden bir numaralı kahvaltıyı seçtim. On tane seçenek vardı. Bir numara ‘’sunny side up’’ iki göz sahanda pastırmalı yumurtayı da içeren zengin bir kahvaltı. Güney Afrika’da öğrenmiştik sahanda yumurtanın bu şekilde söylendiğini ve çok hoşumuza gitmişti.

Literaturhaus

Bilmiyorum neden öyle hissettim. Ama tüm yapmış olduğum kahvaltıları puanladığımda Wintergarten’daki kahvaltımın en güzeli olduğuna karar verdim. Yaşadığım şehirde evim dışında kahvaltı pek zevk vermiyor artık ne yazık ki. İstanbul çok kalabalık ve gürültülü. Oysa Wintergarten’da diğer masalarda, yanı başımda kahvaltı edenlerin sohbet sesleri bile duyulmuyordu. Çocuk ağlaması yoktu. Sadece kuşların sesini ve sabahın tazeliğini dinledim. Medeniyet böyle birşey diye geçirdim içimden. Biz hiçbir zaman medeni olamayacağız.

Kahvaltıdan sonra otele dönüp bavulumu topladım ve kendimi yeniden sokağa attım. Essen’e trenim akşam üzeri olduğundan hedefim bir turist otobüsüne binip yürüyerek gezemediğim yerleri de görebilmekti. Hop-on, hop-off bir turist otobüsüne biletimi alıp geziye başladım. İlk durağım Check Point Charlie’ydi. Berlin duvar müzesi de burada. Bu nokta, doğu ile batı arasındaki en ünlü sınır geçiş noktası. Ekim 1961 de Amerika ve Rusya tankları da bu noktada karşı karşıya gelmişler. Check Point Charlie tarih boyunca pek çok kereler gösterilere sahne olmuş bir yer. 22 Haziran 1990 tarihinde İkinci Dünya Savaşı’nı kazanan dört ülkenin ve Almanya’nın liderlerinin gözü önünde bu noktadaki askeri karargah yerle bir edilmiş. Şimdilerde caddenin ortasında sembolik bir askeri kulübe duruyor. Yine sembolik askerler turistlerle fotoğraf çektiriyorlar.


Check Point Charlie

Gendarmenmarkt

Otobüsüm yarım saat sonra geldi ve ben de bir sonraki noktaya doğru hareket ettim. Birgün önce Gendarmenmarkt’da yemek yemiş olmama rağmen tekrar bu güzel meydanda inip bir kahve içmeye karar verdim. Şehrin sokak cafeleri gerçekten çok davetkarlar. Yarım saatimi de burada güneşlenerek geçirdikten sonra tekrar otobüsümdeydim. Bir sonraki durağım Alexanderplatz’dı. Otobüs bölgeye geldiğinde aşağıya inmemi gerektirecek bir durum olmadığını görüp Museumsinsel’e devam ettim. Fakat Museumsinsel ile Alexanderplatz arasında bir yerlerde Spree nehrinin kenarında bizim Ortaköy’e benzeyen daracık sokaklı ve yine pek çok cafenin olduğu bir bölge dikkatimi çekti. Berliner Dom’da kendimi otobüsten atıp Spree tarafına doğru yürüdüm. Sadece beş dakikalık bir yürüyüş, fazla değil. Berlin’deki en eski kilise olan Nikolaikirche de yine bu bölgede. Kilise 1220-1230 yılları arasında inşa edilmiş. Küçük mağazaları, sokak eğlenceleri ve renkliliği ile vakit geçirmesi eğlenceli bir yer burası. Yürürken gözüme ''Tee'' tabelası çarptı. Nedense çay satan mağazalar kitapçılar gibi uğramadan geçemediğim yerlerdir. Hemen içeri girdim. Çayın yanında, fincanlar ve çay ile ilgili pek çok aksesuar da satılıyordu. Gözüme sevimli, kulpsuz, Japon stili bir fincan ilişti. Peru’dan aldığım fincanımı iki yıldır çok severek kullanıyordum. Ve o ana kadar inka motifleri ile süslü Peru fincanımın yerini alacak bir modelle karşılaşmamıştım. Ama bu fincana ilk görüşte aşık oldum. Döndüğümden beri de akşamları bitkisel çayımı onunla içiyorum.

Nikolaikirche

Yaptığım alışverişten memnun, nehir tarafına doğru yürüdüm. Karşıma büyük bir meydan çıktı. Yan yana restaurantlar öğle güneşinin tadını çıkaran turistlerle dolup taşıyordu. Her yerde pembe-beyaz baharlar göz kamaştırıyordu. Ben de pembe çiçeklerle bezenmiş bir ağacın altına oturdum. Biramı söyleyip güneşin tadını çıkarmaya koyuldum.



Zamanım azalmıştı ve listemde görmek istediğim sadece Brandenburger Tor ile Reichstag kalmıştı. Berliner Dom’dan otobüse bindim tekrar. Brandenburger, Berlin’in eski şehir kapısı ve 18. yüzyılda inşa edilmiş. Gerçekten görkemli bir yapı. Kapının bulunduğu bölge pandomimden politik protestolara kadar pek çok gösteriye sahne oluyor.  Korkunç bir turist kalabalığı var. Fakat Berlin’de alanlar o kadar geniş ki insan bu kalabalıktan boğulmuyor bir şekilde. Reichstag, yani Almanya’nın eski parlamento binası da kapının oldukça yakınında. Bu bina İkinci Dünya Savaşı sırasında bombardımandan büyük zarar görmüş. Daha sonra restore edilmiş ve camdan bir kubbe ilave edilmiş yapıya. İlginç bir mimari. Bugünse Reichstag, sadece bazı hükümet toplantıları için kullanılmaktaymış. İçeriye girmedim. Çünkü kapıda yoğun bir güvenlik taraması vardı. Burada, İkinci Dünya savaşından önceki 96 parlamento üyesinin, naziler tarafından katledilmeleri anısına yapılmış anıtı görmek de mümkün.

Reichstag

Berlin gezimin sonuna gelmiştim. Trene yetişmem gerekiyordu. Otele dönüp bavulumu aldıktan sonra bir taksiye atlayıp Spandau tren istasyonuna gittim. Essen’e gidecek olan trenimi beklerken peronda yaşlı bir alman çift ile tanıştım. Onlarla sohbet ederken kadın, kendilerinin gerçek Berlinli olduğunu söyledi. Hatta bununla gurur duyduğu da her halinden belliydi. Babası, büyükbabası birkaç kuşak hep bu şehirde yaşamışlar. Artık pek fazla gerçek Berlinli yaşamıyormuş şehirde. Politik ya da ekonomik nedenlerden dolayı şehre çok fazla göç olmuş ve hala da olmaktaymış.

Üçbuçuk milyon nüfusu olan bu güzel şehre geri dönmeyi kafama koyarak trenime binip Essen’e doğru yola çıktım. Bundan sonrası ise başka bir hikaye...

10 Mayıs 2011

Güzel Şehir... Berlin 1

Frankfurt-Essen arası kısa da olsa, iş dışında kendime ait bir haftasonum vardı Almanya’da. Ne zamandır gitmek istediğim Berlin’i görmek için iyi bir fırsat olduğunu düşündüm. Ne kadar iyi yapmışım.

Nisan aylarında hava genellikle şaibelidir. Yağmur yağma ihtimali yüksektir. Geçen sene pek yaz olmadı Almanya’da. Bu yüzden biraz tereddütlüydüm. Yine de haftasonumu Essen’de geçirmekten iyidir deyip Frankfurt’dan atladım trene. Yaklaşık dört saat sonra Berlin’deydim. Gece saat on sularında vardım şehre. Korkunç bir rüzgar kapıp koparıyordu. Panik yapıp Spandau tren istasyonunda indiğimden bir taksi bulup otelimin olduğu Fasanenstrasse’ye ulaşmam gerekiyordu. Bu ülkede taksiler öyle her yerlerden çıkmaz karşısına insanın, Türkiye’de olduğu gibi. Önce bir taksi durağı bulmak gerekir. Çekçeği kırık bavulumu rüzgara karşı sürükleyerek yürümeye başladım. Bir yandan da nereden taksi bulacağımı düşünürken karşıma İbis otel çıktı. Kendimi hemen lobiye atıp resepsiyondaki kızdan bana bir taksi çağırmasını rica ettim. Üç buçuk milyonluk şehir nüfusunun üç yüz bini Türk olduğundan şoförümün de Türk olması beni hiç şaşırtmadı.

Taksi şoförü memleketdaşı olduğumu öğrenince başladı konuşmaya. Hayat hikayesini anlattı. Karısını, iki çocuğunu ve tabi Almanya’daki Türk halkını. Kültür farklılığından girip, politikadan çıktık. Çoğunlukla haklısınız demekle yetindim. Böyle durumlarda renk belli etmemek her zaman çok daha güvenlidir.

Otele varmamız neredeyse yirmi dakikamızı aldı. Şimdi düşününce, tren Berliner Zoo durağına kadar gidiyordu. Panikle kendimi trenden atmasaydım otelime yürüme mesafesine kadar gidebilirdim.

Savoy, Berlin’deki en eski otellerden biri. Zamanında burada Greta Garbo, Henry Miller gibi ünlüler de kalmış. Odamdaki eski yıllara ait mobilyalar kendimi bir film yıldızı gibi hissettirmese de o dönemlerin yaşayışını düşünmeme neden oldu. Banyo, kocaman akrilik küveti ile modern bir görünümdeydi. Odamı, aslında otelin eski havasını sevmiştim.
Ertesi gün aklımda, erken kalkıp yürüyerek şehri gezme planı vardı. Konforlu yatağımda şehrin haritasına göz gezdirirken uyuyakaldım.

Her şehrin seyahat kitaplarında bahsi geçen ünlü bir marketi vardır. Berlin’de de Cumartesi günleri taze meyva, sebze ve çiçek satılan bir Pazar kuruluyor. Pazar, şehrin güney bölgesi Schöneberg’de. Haritamda ufacık harflerle yazılmış Winterfeldstrasse’yi bulduktan sonra kendime bir yürüyüş rotası çıkardım.Yürüyerek gezmek hem yorucu hem de zaman açısından uzun olsa da insan daha çok yer görebiliyor. Tabi öte yandan Almanca bilmediğim için otobüslere binme fikri de beni geriyordu. Winterfeld Markt’a varmam yaklaşık yarım saatimi aldı. Hava güneşli olmasına rağmen sabah saatleri olduğundan soğuktu. Yani insana Almanya sokaklarında yürüdüğünü her adımda hatırlatır cinsten. Saat dokuz civarı tezgahlar daha yeni kuruluyordu. Rengarenk meyvalar, özellikle çilekler oldukça davetkar duruyorlardı bu tezgahlarda. Yiyeceğin dışında giysiler, aksesuarlar ve daha pek çok ıvır zıvır da vardı pazarda. Ama alışveriş etmek yerine renklerin beni şımartmasını tercih ettim. Yavaş yavaş karnım da acıkıyordu. Sokak aralarında kahvaltı edebileceğim bir yer ararken gözüme Cafe Berio ilişti. İçerisi dolu olduğu için burasının insanlar tarafından tercih edilen bir yer olduğuna kanaat getirip girdim. İlk izlenimim burasının bir gay cafesi olduğuydu. Çünkü garson ve yerin sahibi olduğunu düşündüğüm bir adam tamamen gay görünüşlüydü. İçerideki masalarda da çiftler oturuyorlardı. Hepsinin erkek olması doğal olarak şüphelenmeme neden oldu. Fakat homoseksüellik beni rahatsız etmez. Güzel bir masaya yerleştim. Kahvaltı menüsü muhteşem görünüyordu. Kocaman bir italyan kahvaltısı ile earl grey çayımı da söyleyince keyfim yerine geldi. Garsonum güler yüzlü ve çok kibar bir insandı. Onunla konuşurken almanca kelimeler kullanmaya çalıştığımda bana ingilizce cevap veriyordu. Kahvaltımı ederken seyahat defterime de notlar aldım. Berlin maceram harika başlamıştı. Ve öyle de devam etti.

Rotama göre Potsdamer Strasse’den yukarı devam ettim. Hedefim Leipziger Strasse’yi takip edip Friedrichstrasse’ye varmaktı. Potsdamer meydanına vardığımda büyük bir turist kalabalığı gördüm. Doğu Alman asker üniforması giymiş genç bir adam geçiş için vize veriyordu. Arkasında da eski duvarın parçalarını sergiliyorlardı. İkibuçuk euro ya vize almak mümkündü günümüzde. Ama soğuk savaş döneminde sınırı geçmek isteyen pek çok kişi bu hakkı hayatıyla ödemişti. Şimdiyse Doğu Alman vizesi almak turistik bir eğlence gibi görünüyordu. Fotoğraf çekip yürümeye devam ettim. Potsdamer Platz gerçekten de görkemli bir meydan. Sony ve Daimler işbirliği ile yapılmış binalar kompleksinin ortasında buldum kendimi. Sony’nin devasa bir mağazası var burada. Gerçekten de görülmeye değer. Aynı zamanda sinema müzesi de bu bölgede. Müzeyi gezmedim ama mağazasına uğrayıp magnet ve bookmark almayı ihmal etmedim.  


Sony Center, Potsdamer Platz


Friedrichstrasse de Ku’damm gibi Berlin’deki büyük alışveriş caddelerinden biri. Sağlı sollu pek çok tanıdık mağaza görmek mümkün. Ama mağazalar benim pek de ilgilimi çekmiyordu. Amacım bu caddenin sonundaki Alman Guggenheim’i gezip oradan da Museumsinsel’e doğru yürümekti. Fakat Guggenheim kapalıydı. Yeni bir sergi hazırlığı içindelermiş. Bir dahaki sefere artık.

Hava öylesine güzeldi ki, saat de öğlene geldiği için artık harika alman biralarından içme vaktim de gelmişti. Humboldt üniversitesinin karşısındaki sokak cafelerinden birine oturdum. Dunkel biramı söyledim ve yazmaya devam ettim. Humboldt üniversitesi Almanya’nın en eski ve en prestijli üniversitesiymiş. Yirmidokuz Nobel ödüllü insan yetiştirmiş. Bunlardan biri de Albert Einstein. Şehrin tarihi dokusu insanı gerçekten derinden etkiliyor. Biram leziz, keyfim yerinde, yorgunluğumu atıyorum şehrin sayısız sokak cafelerinden birinde.


Ama zaman durmuyor ve benim çok az vaktim var, mümkün olduğunca çok yer görmek için. Museumsinsel’e, yani müzeler adasına vardığımda Berliner Dom ihtişamlı duruşuyla karşıma çıkıyor. Katedralin önünde kocaman ve yemyeşil çimenlik bir meydan var. İnsanlar burada piknik yapabiliyorlar. Tabi bizim mangallı pikniklerden değil onlarınki. Dumanlar tütmüyor hiçbir yerden. İnsanlar sadece çimenlere uzanıp güneşin ve günün keyfini çıkarıyorlar.
İnsan gözlerini katedralin devasa kubbesinden alamıyor. Genelde kilise gezmeyi tercih etmem gittiğim Avrupa şehirlerinde. Fakat bu katedral beni adeta kendine çekti. Mutlaka içine girmeli, hatta kubbesine çıkmalıydım. Beş euro giriş ücretini ödeyip içeri girdim. Muhteşem bir altar ve devasa bir alanın insana verdiği huşu hissi kiliselerin ortak özelliklerinden olsa gerek. Kubbeden Berlin manzarası da muhteşem. İyi ki çıkmışım hissi ile tekrar aşağıya inip Pergamon müzesini aramaya koyuldum.

Berliner Dom

Müzeler adası dünyadaki en önemli müze komplekslerinden biri olarak görülüyor. Altes Museum, Neues Museum, Alte Nationalgalerie, Bode Museum ve Pergamon bu komplekste yer alıyorlar. Zamanımın yetersizliğinden tüm bu müzeleri görmemin imkansız olduğunu biliyordum. Pergamon, aslında Bergama görmek için seçtiğim tek müzeydi Berlin’de. Uzun bir bilet kuyruğundan sonra müzeye girdiğimde devasa Pergamon altarı ile karşılaştım. Bu altar milattan önce ikinci yüzyılda inşa edilmiş. Altarın her yeri mitolojik tanrı figürleri ile bezenmiş. Yirmi metre genişliğinde merdivenler ile tırmanılıyor. Yukarıda da yine pek çok tanrı figürü görmek mümkün. Koca bir şehir altarını Bergama'dan Avrupa’ya taşımışlar. Bizim zamanında değer vermediğimiz kalıntılar şimdi dünyanın en önemli müzelerinden birinde sergileniyor, Suriye’den ve Irak’tan alınmış diğer milattan önceye ait eserlerle birlikte. Dediğim gibi şehrin tarih kokan dokusu insanı en başından beri esir alıyor.  Büyüklükten başım dönmüştü ki, bir yan bölüme geçtiğimde Milet Pazar kapısı ile karşılaştım. Kapı deyince insanın aklına sade bir yapı geliyor olabilir. Ama karşıma çıkan görüntü, Efes harabelerindeki kütüphane girişinden pek farklı değildi. Muhteşem bir manzara. Yine ülkemizin Aydın şehrinden alınıp Berlin’e getirilmiş tarihi bir şahaser. Bu kadarla bitmedi. Daha sonraki bölümde de Babil’in İştar kapısı sergilenmekteydi. Duvarlardaki lacivert ve sarı sırlı tuğlalar göz alıcıydı, özellikle de milattan önce 565 yıllarında inşa edildiği düşünülürse. Kapının bir parçası da İstanbul Arkeoloji müzesinde sergilenmekte. Berlin’deki müzeler adası UNESCO’nun dünya mirasları listesinde yer almayı hak ediyor.

Berliner Dom'dan Spree Nehri

Tüm gün hayranlık içinde şehri gezerken yemek yemeyi unutmuştum. Şehrin yine ünlü meydanlarından biri olan Gendarmenmarkt’da karşıma Lutter&Wegner’in binası çıktı. Seyahat kitabımın dediğine göre yemek yenecek en iyi ilk on restaurant arasındaymış burası. Hemen sokak üstündeki güneş alan masalardan birine yerleşip pembe şarap ve patatesli gnocchi söyledim. Sanıyorum bu İtalya’da yediğimden bile daha leziz bir gnocchiydi. Menüde yazdığına göre köpüklü şarap ilk bu binada icat edilmiş. Almanlar sekt diyorlar. Bir kadeh de sekt içtim mecburen, ilk icat edildiği yer olması şerefine.


Lutter&Wegner, Sekt


Artık yorgunluktan ayaklarımda derman kalmamıştı. Otelime dönmeden önce Ku’damm üzerindeki Berliner Biersalon’a uğrayıp guinness biramı içerken ‘’keşke İstanbul’da da bu denli samimi bir ortamda istediğim birayı içebileceğim bira salonları olsa’’ diye düşünmekten kendimi alamadım. Bir banyoyu çoktan hak etmiştim doğrusu. Küveti doldurup köpüklerin arasında kayboldum.