19 Ağustos 2012

Zamanın Durduğu Kıta


Antarktika


09.12.2008

Defterlerim, seyahatlerimin detaylarını hatırlamak için iyi birer kaynak olsalar da, bazen öyle anlar yaşanıyor ki unutmak mümkün olmuyor.
  
Antarktika'ya gitmeye nasıl karar verdim?

Kendimi kapana kısılmış hissettiğim günlerden birinde acaba ne kadar uzağa gidebilirim diye düşünmeye başladım. Kaçmak istediğim, o an içinde bulunduğum durum ve ruh haliydi aslında. Dünyanın bir ucuna gittiğimde herşeyin daha farklı görüneceğini düşünüyordum nedense. İşte o zaman Antarktika'ya turlar düzenlendiğini öğrendim. Tek sorun, tur çok pahalı olduğu için benimle kamarayı paylaşacak üç kişi daha bulmaktı. Bu gizemli kıtanın adından bir kere bahsedince kardeşlerim ve bir arkadaşımız daha birkaç saat içinde gelmeye karar verdiler. Sekiz aylık bir bekleyişten sonra uçağa binmiş Buenos Aires'e doğru yola çıkmıştık. Antaktika'ya bizi götürecek olan MS Fram adlı gemiye Arjantin'in bir şehri olan ve Güney Amerika kıtasının en ucunda bulunan Ushuaia'dan binecektik. Bir başka deyişle Fin Del Mundo, yani dünyanın sonundan.


Sekiz ay süren bekleyişimiz sırasında Antarktika kıtası hakkında pek çok yazı okumuş ve fotoğraflara bakmıştım. Akla gelen ilk soru "orada görülecek ne var ki, penguenlerden başka" olabilir. Belki birkaç da buzdağı.

                                                                       MS Fram
Kırk beş saat süren çok zorlu bir deniz yolculuğundan sonra, ancak kıtaya vardığımızda burada olmanın ne anlama geldiğini kavrayabildim.

Afrika'da daha çeşitli hayvan görmek mümkün. Doğa daha renkli ve belki de daha heyecanlı. Fakat buzdan yapılmış bu dünya şimdiye kadar gördüklerimizden, bildiklerimizden çok daha farklı ve bir o kadar da şaşırtıcı. Hatta en vahşi doğadan bile vahşi.

                                                                 Ushuaia
Yolcu gemilerinin sadece yarımadayı ziyaret etmesine izin veriliyor. Kıtanın içleri yaz aylarında bile eksi otuz derecelere ulaştığından ve hava koşullarını önceden tahmin etmek mümkün olmadığından bölge, bizim gibi turistler için oldukça tehlikeli. Aralık ayı güney kutbunda yaz olduğu için yarım adayı sekiz günlük ziyaretimiz boyunca hava sıcaklığı en fazla eksi beş derecelere kadar düştü.

MS Fram bir keşif gemisi olduğundan küçük ve içinde turistler için eğlencesi olmayan bir gemiydi. Yolculuk boyunca gözlem salonunda kıta ile ilgili bilgi veren konferanslar düzenlendi. Tarih boyunca Antarktika'ya düzenlenen keşif yolculukları, kıtanın faunası ve günümüzdeki durumu ile ilgili bilgi aldık. Bu dersler sırasında bir Antaktika insan ırkı olmadığını, kıtada hiç mikrop bulunmadığını ve penguen otoyollarını öğrendim.


Buzdağları arasında yolculuk ederken tek yaptığımız gözlem salonunda kitap okumak, yemeklere yetişmek ve zodiaclarla karaya çıkma sırası beklemekti. Hergün karaya sabah ve öğleden sonra olmak üzere iki yolculuk yapıyorduk. Penguenlerle burun buruna gelip onlara geçiş üstünlüğü verdiğimiz zamanlar, zorlu hava şartlarına rağmen dakikalarca onların ne yöne gideceklerine karar vermelerini beklediğimiz çok oluyordu karada. Penguenleri huzursuz etmek yasaktı. Duygusal açıdan çok narin hayvanlarmış. Dışarıdan çok komik ve sevimli gözüktüklerini söyleyebilirim. Özellikle doğal yaşam alanlarında. Kendi hallerinde, neredeyse boyları derinliğinde açtıkları otoyollarında bizi umursamaksızın bir aşağı bir yukarı yürüyüp duruyorlardı. Tek besin kaynakları krill olduğundan beyaz dışında turuncu da oldukça yoğun bir renkti penguen mahallelerinde. Turuncu dışkıları oldukça kötü bir koku yayıyordu ortalığa.


Antarktika hava şartlarının değişkenliği dolayısı ile bilinmezlerle dolu bir kıta. Bu durum ise ziyareti oldukça riskli yapıyor. Gitmeden önce duyduğumuz "buzda gemi sıkıştı" haberlerinin ne demek olduğunu ziyaretimiz sırasında yakından tecrübe etmemiz mümkün oldu.

                                                              Buz dağının içi

Bir sabah Petermann Adası'na çıkmak için sıramızı beklerken, biz sonlardaki gruplardan birine kalmıştık, güvertede zodiacların yolcuları adaya taşımalarını izliyorduk. Geminin demirlediği koy buz dağları arasındaydı. İki buzdağı arasındaki kanaldan yavaşça buz kütlelerinin bulunduğumuz koyu doldurmasını izliyorduk. Ağır çekim bir film izlemek gibiydi. Bu sırada pek çok kişi Petermann Adası'na çıkmış turlarına başlamışlardı bile. Aradan yarım saat geçmemişti ki kaptanın anonsunu duyduk. Kıyıdakilere hemen gemiye dönmelerini söylüyordu. Çünkü koy bir anda biz ne olduğunu anlamadan kocaman buz kütleleri ile dolmuştu bile. Sonradan zodiacların gemiye dönmelerini izlerken buz kütlelerinin on kişilik botlardan bile büyük olduğunu fark ettik. Nitekim birinin pervanesi gemiye dönmeye çalışırken parçalanmıştı. Herkes gemiye binince hemen demir alıp orada sıkışıp kalmamıza dakikalar kala koyu terk ettik. Antarktika'da tüm şartlar bir anda değişebiliyor. Eğer hazırlıklı ve tecrübeli olunmazsa doğa şartlarının hiç acıması yok bu kıtada. 


                                                             Petermann Adası

Antarktika'da gördüğümüz herşey gerçekten görkemliydi. Fakat tek bir an var ki hepsinden daha özeldi.

                                                                                                          
O gece Türk rehberimizin çok güzel piyano çaldığını öğrendik. Gözlem salonunda birkaç masa kalmış şarkılara eşlik ediyorduk. Neredeyse gece yarısı olmuştu. Fakat güney yarım kürenin en uç noktasında olduğumuzdan hava kararmamıştı. Dışarıda günün en sevdiğim rengi, alacakaranlık hakimdi. O gece için buzdağları ile çevrili bir koya demir atmıştık. İlerleyen saatlerde herkes odasına çekildi. Salonda çok az kişi kalmıştık. Etraf sessizdi. Ve ansızın gökyüzünden kar taneleri süzülmeye başladı. Büyülenmiş gibi dışarıyı seyrediyordum. Öylesine güzel bir manzaraydı ki güverteye çıkıp kar tanelerini yüzümde hissetmek istedim. Kız kardeşimle kamaramıza gidip ceketlerimizi ve fotoğraf makinelerimizi alıp dışarı çıktık.

                                                        Zamanda asılı kalmak

İnsan böylesine bir anı hayatında kaç defa yaşayabilir bilemiyorum. Fakat hissettiğim şey zamanın durduğu ve bizim de evrende bir yerlerde boyutsuz asılı kaldığımızdı. Zaman yoktu, mekan yoktu, ses yoktu, etrafımız sonsuz bir grilik ile çevriliydi. Karşımızda duran gri buzdağlarının yansımalarını denizin üzerinde görebiliyorduk. Hiç esinti olmadığından suyun yüzeyi cam gibiydi. Uçuşan kar taneleri bastığımız zemini kaplamış pamuksu bir görüntüye bürümüştü. Sanki gökyüzünde bulutların üzerinde yürüyordum. Dünyanın sonundaydık hiç kuşku yoktu. Hatta ölmüş ve eğer varsa cennette bulmuştum kendimi. Böylesine ağırlıksız bir ruh hali içindeydim. Geride bıraktığım hayat yoktu, gelecek yoktu, tüm anlamlar bu buz diyarında donmuş, teklik halini almıştı. Yolculuğu planlarken hissettiğim kaçma hissi de yok olmuştu. Burada kaçacak bir yer yoktu, kaçma isteği de yoktu. Sadece anda var olduğumu hissettim. Aradan bunca yıl geçtikten sonra bunun ne anlama geldiğini şimdi çok daha iyi anlayabiliyorum. O anı hiçbir zaman unutmayıp tekrar bu denli canlı yaşayabilmemin nedeni gerçekten tüm benliğimle orada olmamdı. Aynı hissi tekrar yaşayabilmek için Antarktika'ya  gitmeme gerek yok artık. Biliyorum ki yaşadığım o an hayatımın sonuna kadar bende sihirli bir anı olarak kalmaya devam edecek.   

6 Ağustos 2012

Amigdalam Olmasaydı


İnsan beynini anlatan hangi kitabı okursanız okuyun üç beynimiz olduğundan bahsedilir. Evrim hiçbir zaman mükemmelin peşinde olmadığı gibi, değişen dış koşullara bizi gerektiği kadar hızlı adapte edememiştir de. Bu yüzdendir ki aslında mükemmel olduğunu düşündüğümüz insan beyni, tasarımı nedeni ile pek çok işletim hatasına sahiptir.

Amacım bilimsel bir makale yazmak değil. Zaten istesem bile bu konuda uzman değilim. Yine de aklıma gelen komik olduğunu düşündüğüm şu fikri biraz irdelemek istedim.

Eğer amigdalam olmasaydı...

İnsan beyninin derinliklerinde, ikinci beynimiz olarak geçen memeli beyninin bir bölümünü oluşturan badem şeklindeki amigdala, beynin sağ ve sol hemisferlerinde olmak üzere iki adettir ki, bugünkü genel mutsuzluğumuzun nedeni olabilir mi?

Nöroloji bilimi ve antropoloji ile uğraşanlar, insanın mutlu olmak için evrimleşmediğini savunuyorlar. Yani evrimin asıl amacı mutlu olmamız değil, hayatta kalıp soyumuzu sürdürebilmemizdi. Bunun için de elindeki en uygun sistemi kullanması gerekiyordu.

MRI coronal view of the amygdala

Amigdala...

Savanalarda, vahşi doğayla birlikte yaşayan atalarımızın kendilerini ani tehlikelere karşı korumak için erken bir uyarı sistemine ihtiyaçları vardı. Amigdala en kestirme yoldan beyne sinyal gönderip, vücudun kaçmak ya da savaşmak için gerekli pozisyonu almasını sağlamakla yükümlüdür. Aynı zamanda amigdala, ilkel duygular olan öfke, nefret, ve korkudan da sorumludur. Yaşanan tecrübelerin hafızada sağlamlaştırılmasında da önemli bir rol oynar. Bu özellikler Fred ve Vilma Çakmaktaş’ın savanada hayatta kalmasına neden olmuşsa da günümüzde modern insan için farklı anlamlar ifade ediyor.

Amigdalanın en önemli görevi çevreyi durmaksızın tarayarak olası tehlikelere karşı beyni uyarmaktır. Normal şartlar altında bile endişe duyguları oluşturan bu organ, uyarıldığında süper ihtiyatlı bir duruma geçer. Kalp atışlarımız hızlanır, vücuttaki tüm sinirler aşırı uyarılır, göz bebekleri daha iyi görüş için genişler, daha hızlı tepki verebilmek için tüm kan kaslarda yoğunlaştığından deri sıcaklığı düşer. Sistem bir kere aktive edildiğinde kapatılması o kadar da kolay değildir. Bu durum modern insan için mutlulukla mutsuzluk arasındaki ince çizgiyi belirler.   

Günümüzün, hatta hayatımızın çok büyük bir bölümünü, uyku haricinde, farkında olmadan amigdalamız aktive halde yaşıyoruz.

Bir de şu açıdan bakalım. Memeli beyninden sonra beynimizin üçüncü ve en gelişmiş katmanı olan serebral korteks evrimleşti ve bize muhakeme, konuşma, düşünme ve farkındalık yetilerini verdi.

Çalılıklarda kaplan varsayımına dayalı erken uyarı sistemimizin evrimleşmesinden sonra yeni gelişmiş sistemin de devreye girmesiyle herşey sarpa sarar. Neden mi? Bilincin ve kavramsal düşünme yeteneğinin artmasıyla modern insan daha detaylı ve ileriye dönük düşünmeye / planlama yapmaya başlar. Bu da modern hayatın başlamasına neden olur. Günümüz hayatının tehlikeleri ise çoğunlukla varsayımsal olduğu için, amigdalamızın aradaki farkı, yani gerçek bir tehlike ile olasılık arasındaki farkı bilmesi mümkün değildir. Olası bir terör saldırısı, ekonomik krizler ya da sevgilimizin bizi aldatıp aldatmadığı varsayımları, kafamızda kurduğumuz binbir çeşit felaket senaryosu amigdalamız tarafından herhangi bir filtre olmaksızın dikkate alınırken, tehlike gerçek olsun ya da olmasın vücudumuz kaçma ya da saldırı pozisyonu almaya devam eder. Bedenimiz her seferinde bu pozisyonu aldığında ise beynimiz buna karşılık negatif bir düşünce oluşturur. Aslında olmayan bir olayı olmuş gibi yaşamaya başlarız. Bu, beden-düşünce, düşünce-beden tetiklemesi yıllar boyunca sonsuz bir sarmal halini alıp davranış biçimimizi meydana getirir. Genellikle negatif.

Sonuç olarak, felaket tellalı amigdalam olmasaydı daha mutlu / huzurlu bir insan olur muydum sorusuna cevabım; evet olabilirdim. Fakat amigdalamı kesip atamayacağıma göre yukarıda bahsettiğim sarmalı kırabilmek için farklı bir yol aramaya koyuldum.

Doğu dinlerinde “farkındalık” olarak anlatılan, kişinin anda mevcut kalıp, duygulanımlarını izlemesini gerektiren çalışmalar var. Bu çalışmaların farklı isimleri olmasına rağmen ortak tek bir uygulamadan bahsediliyor, “meditasyon”.

Meditasyon teknikleri de çeşitli. Fakat öyle çok fazla kuralı yok. Tek yapmamız gereken nefese odaklanıp kafamızın içindeki dırdırı durdurabilmek. Olaylara karşı tepkisel yaklaşmayıp, duyarlı kalabilmek.

Uzun yıllar meditasyon yapmış kişilerin beyinleri incelendiğinde amigdalalarındaki aktivitenin az olduğu gözlemlenmiş. Bilimsel çevrelerde meditasyonun beyni olumlu yönde değiştirdiği gerçeği kabul ediliyor artık. Ve beynin plastik yapısı göz önünde bulundurulursa, işleyişini, dolayısı ile davranış biçimimizi de değiştirip, daha mutlu ve huzurlu insanlar olabileceğimiz bilimsel olarak kanıtlanmış gerçekler.

Evet keşke bir amigdalam olmasaydı. O zaman hayatım ne yönde farklı olabilirdi kestiremiyorum. Korkularım olmadığı gibi heyecanlarım da olmayabilirdi. Beni insan yapan özelliklerden soyulmuş, robotlar gibi dümdüz bir varlık olabilirdim. Şu an bunu bilebilmem mümkün değil. Ta ki evrim değişimi gerekli görene kadar beynimin bu küçük parçası ile yaşamak zorundayım. Son iki haftadır yaptığım meditasyonun hayatımı tamamen değiştirdiğini söylemek isterdim. Öyle olmasa da pozitif yönde küçük adımlar attığımın farkındayım. Bu, uyanık olduğum her an farkında kalmamı gerektiren uzun bir süreç. Yani hayat boyu...      

4 Ağustos 2012

Hindistan 4

Agra ve Jaipur

Delhi'de bizi Balbinder adlı şoförümüz karşıladı. Türbanı ve uzun sakalı ile tipik bir sikhti Balbinder. Devamlı gülüyor ve kulağından cep telefonu düşmüyordu. Elimizde çantalarımızla arabaya doğru onu izlerken suratımıza bile bakmadı diyebilirim.
Bu ilgisizliği fazla dert etmeden havalandırmalı özel arabamızın içinde Agra'ya doğru yola koyulduk. Hindistan "otoyol"larında seyahat etmek başlı başına bir macera. İnsan bir şaşkınlıktan diğerine sürüklenirken serseme dönüyor.

Yoldaki tüm kamyonların arkasında bu yazıyı görmek mümkün
"Korna çal"
Delhi-Agra-Jaipur üçgeninin (Hindistan'ın altın üçgeni olarak geçiyor) her kenarı aşağı yukarı aynı mesafede ve bu mesafe yaklaşık 260 kilometre. İstanbul'da olsak bu kadar yolu kaç saatte aldığımız günün saatine ve hangi yolu kullandığımıza bağlı olurdu. Biz de büyük şehrin trafiğineve yollarda yaşanan kaosa oldukça alışığız kendimizce. Fakat Hindistan trafiği benim için kaosa yeni bir anlam kazandırdı. Öncelikle otoban kavramını açıklamak gerek. Yol iki şeritli. Bir de bonus şerit var ki, o da en sağ şeridi kaplamış olan kamyonları sollamak için zaman zaman kullanmak zorunda kaldığımız toprak yol. Araba ve kamyon trafiğinin yanında, motorsiklet, bisiklet, insan ve bir de hayvan trafiği mevcut kendi ritminde akan. Balbinder bu kaosun içinde bir yandan direkiyonu kumanda ediyor, diğer yandan ya telefonu ile konuşuyor, ya mesaj yazıyor ya da bize laf yetiştiriyordu. Ben de İstanbul şoförlerinin ne denli becerikli olduklarını düşünürdüm. Balbinder bizi on kere geçecek kadar maharetli bu konuda. Hindistan trafiğinde araba kullanmayı hayal etmem bile mümkün değil. Özellikle yoğun Delhi - Agra istikametinde.


Hava kararmış ve bizi de bir endişe almıştı. Balbinder usta soförlüğüne rağmen yaşlı bir adamdı. Gözlerinden ve reflekslerinden şüphe etmeye başlamıştık. Yine de o sabah Varanasi'de başlayan uzun yolculuğumuzun sonuna doğru göz kapaklarımız iyice ağırlaşmıştı. Didem bir köşede ben diğerinde, yarı uyur yarı uyanık halde, sarsıla sarsıla Agra otelimize sapa sağlam vardık. 260 kilometrelik yolculuğumuz altı saat sürmüştü.

Taj Mahal
Acentanın ayarladığı dört yıldızlı kendi halinde bir oteldi gece konaklayacağımız yer. Bir gece kalacağımız için temizliği dışında pek bir lükse ihtiyacımız yoktu. Duşumuzu aldıktan sonra bayıldık.
Balbinder sabah bizi almaya, o günlük tur rehberimiz olacak Lala adında 74 yaşında bir hintli ile geldi. Lala çok konuşan, benim standartlarım için oldukça yorucu bir adamdı. Taj Mahal'ın kapısındaki uzun turist kuyruğuna saat 06:30 da girdik. Her milletten insan vardı kuyrukta. Taj dünyanın en çok ziyaret edilen yapılarından biri. Anıta araba ile beş yüz metreden daha fazla yaklaşmak yasak. Dolayısıyla arabayı otoparkta bırakıp Taj'ın kapısındaki kuyruğa fayton ile varmıştık.

Mermer işlemeciliği
Sırada yaklaşık bir saat kadar bekledikten sonra içeri sıkı güvenlik kontrolünden geçtikten sonra alındık. Ben hala "ne var bu kadar büyütülecek, alt tarafı bir sultan tarafından karısı aşkına yaptırılmış mermer bir mezar" diye düşünüyordum. Taa ki Taj Mahal'in içine girene kadar. O an fark ettim ki eğer Taj'ı ziyaret etmemiş olsaydık büyük pişmanlık duyardım.


Dedim ya rehberimiz Lala çok yorucu bir adamdı. En azından benim için. Fakat kız kardeşim her köşede Lala tarafından fotoğraflanmaktan şikayetçi değildi. Lala ise bu anıt ile ilgili tüm maharetini konuşturup, bahçenin her köşesinde binaya karşı fotoğraflarımızı çekip, ne kadar iyi bir rehber ve fotoğrafçı olduğundan bahsediyordu. En sonunda bizi bir banka çıkartıp şu alışıla gelmiş Taj'ın kubbesini tutarmış gibi yaptığımız fotoğrafı da çektikten sonra ona kibarca artık fotoğraf çektirmek istemediğimi söylemek zorunda kaldım. Didem her köşede poz vermeye devam etti. Bense yorgunluk ve bezginlik içindeydim binaya yaklaşırken. Henüz mezarın içine girmemiştik.

6. Babür İmparatoru Şah Cihan en sevdiği 3. karısı Mümtaz Mahal için yaptırmış bu mezarı. Mümtaz, şaha on dört çocuk vermiş.


Taj Mahal, müslüman sanatının Hindistan'daki en görkemli örneği olarak geçiyor. Pers, Türk ve Hint mimarisinin bir karışımı. Bina kompleksinin en büyük özelliği her köşesinin simetrik oluşu. Binanın dört köşesinde bulunan minarelerin eğimi dışarı doğru. Bir deprem sırasında içe yıkılıp kubbenin altındaki mezara zarar vermesin diye planlanmış. Fakat bu özelliklerin hiçbiri mezar bölümündeki mermer mozaik işçiliği ile boy ölçüşemez bile. Mezarın her köşesi mermere yerleştirilmiş yarı değerli taşlardan oluşan nilüfer çiçekleri ile bezeli. Her yaprak, her dal farklı bir değerli taştan oluşuyor. Lacivertler lapis lazuli, yeşiller malacite, kırmızılar mercan, kahverengiler jasper, siyahlar onyx ve daha pek çoğu. Bazı nilüfer çiçekleri o denli detaylı ki 120 parçadan oluşuyor. Desenler boyanmış hissi uyandırıyor insanda. Fakat her parçanın tek tek elle yerleştirildiğini öğrendikten sonra "bu nasıl bir aşkmış" demekten kendimi alamadım.

Şah Cihan, Taj Mahal'in tam karşısında inşa edilmiş ve kendisinden önceki Babür İmparatorlarına da ev sahipliği yapmış Agra kalesinden karısının mezarını seyretmiş uzun yıllar boyunca. Şah mimaride beyaz mermer kullanmayı tercih ettiğinden, kırmızı kumtaşından yapılmış olan Agra kalesinin bazı bölümlerini yıktırıp beyaz mermerden tekrar inşa ettirmiş. Agra Kalesi'nde görülmesi gereken en önemli kısım olan Türk Hamamı ziyarete kapalıydı. Fakat rehberimizin Lala olmasının avantajı burada çok işimize yaradı. Restore edilen hamama sorumlusuna bahşiş vererek girdik. İçerisi karanlıktı. Görevli iki mum yakıp duvarlara doğru tuttuğunda fark ettik ki hamamın tüm duvarları ve kubbesi küçük aynalarla kaplıydı. Bir anda etrafımızı binlerce yıldız kaplamıştı adeta. Muhteşem bir manzaraydı.

Agra yolculuğumuz burada görkemli bir final ile sona ermişti. Lala'ya veda etme vakti geldiğinde yine bahşiş konusu gündemdeydi. Acentaya ödediğimiz ücret dışında rehberlere de bahşiş vermek Hindistan'da bir kural. Fakat ne yazık ki yolculuk boyunca hiçbir rehber verdiğimiz bahşişten memnun kalmadı. Biz de rehberle gezmekten pek mutlu değildik açıkçası.



Balbinder ile yola koyulma vakti gelmişti. 300 kilometrelik yeni bir Hindistan otoban macerası bizi bekliyordu. Bu sefer istikametimiz Lord Shiva'ya adanmış şehirlerden biri olan pembe    
şehir Jaipur'du.
Yola çıkmadan önce öğle yemeği yemeyi hayal ediyorduk. Klimalı bir ortam ve hamburgerin yanında King Fisher birası, temiz tuvalet ve güzel insanlar. Balbinder’in sırıtan suratı, yorucu rehberimiz Lala ve sıcak havada oradan oraya koşturmak bizi iyice bunaltmıştı. Köşedeki lokal restauranta sürüklenmeyi redederek Balbinder’in memnuniyetsizliğine rağmen kendimizi Agra Gateway Hotel’in restaurantına atmayı başardık. Yalnız başımıza bir saatimiz vardı. O zamanın ne kadar değerli olduğunu ve keyifli geçtiğini kelimelerle anlatmama bile imkan yok. Kurtarılmış bölgedeydik kısa bir süre için bile olsa.


Jaipur'da yine lokal acentamızın ayarladığı küçük bir butik otelde kaldık. Dera Rawatsar eskiden bölgenin Maharaja'sına ait bir evmiş. Kahvaltı salonunda aileye ait eski fotoğraflar ve mobilyalara rastlamak mümkün. Sabah yedideki kahvaltımızdan sonra Jaipur rehberimiz Singh ile buluştuk. İlk durağımız 18. yüzyılda inşa edilmiş Hava Mahal, yani Rüzgar sarayıydı. Bu yapının ön cephesinin ilginç bir mimarisi var. Arı kovanını andıran küçük pencereler zamanın soylu hanımlarının dışarıdaki hayatı kimseye görünmeden gözlemleyebilmeleri için yapılmış.



Jaipur’un bizim için en cazip etkinliği Amber (Amer) Fort’a fil üstünde yapacağımız tırmanıştı. Bu yüzden güne erken başlamıştık. İlerleyen saatlerde artan sıcaklıktan dolayı filler dört ya da beş tur yaptıktan sonra dinlenmeye çekiliyorlarmış. Bizim bindiğimiz filin adı Leyla’ydı.  Bu yolculuk için özellikle dişi filler kullanıyormuş, erkeklerin daha agresif olmasından dolayı. Manzara oldukça keyifliydi yukarıya çıkarken. Sabahları fillerin banyo yaptığı büyükçe bir havuz göze çarpıyordu kalenin eteklerinde. Yol boyunca onlarca fotoğrafçı, fillerin üzerindeki turistleri fotoğraflamak için yarışıyordu adeta. Yolculuğun sonunda da çekilen fotoğraflar sahiplerine gösterilip yüksek fiyatlara satılmaya çalışılıyordu. Rehberimiz dört fotoğrafa 250 rupee’den fazla vermememiz gerektiğini söyledi. Satıcılar önce bu miktarın yeterli olmadığını söylese de, daha fazlasını ödemeyeceğinizi fark edince anlaşmaya razı oluyorlar.


Jaipur, Rajastan eyaletine bağlı bir şehir. Eski dönemlerde bu bölgedeki şehirler Maharajalar tarafından yönetiliyormuş. Amber Fort’un harem bölümünde on iki adet ayrı daire mevcut. Zamanın bir Maharajasının on iki karısı için yaptırdığı bu daireler birbirlerini hiçbir şekilde görmüyorlar. Ve bu dairelere Maharajanın en tepedeki dairesinden özel tünellerden geçilerek giriliyor. Bu şekilde hiçbir kadın birbirini görmediği gibi, Maharajanın o akşam kimi ziyaret ettiği de bilinmiyor. Kadın dırdırı çekmemek için oldukça başarılı bir çözüm.

Amber Fort’un Kış Sarayı bölümündeki aynalı oturma alanları gerçekten görülmeye değer güzellikteydi. Bu küçük ayna parçaları zamanında Belçika’dan getirtilmiş.



Jantar Mantar Jaipur’da görülmesi gereken en önemli koleksiyon. Böyle demeyi uygun gördüm çünkü burası astronomik ekipmanlardan oluşan bir açık müze. Jantar, ekipman, Mantar da ölçüm demekmiş. Tüm ekipmanlar zamanın astronomiye meraklı Maharajası Jai Singh II tarafından tasarlanmış. Dünyanın en büyük güneş saatini Jantar Mantar’da görebilirsiniz. Maharajanın astronomi konusunda yazdığı kitaplar olduğu söyleniyor.


Jaipur zamanının önemli bir endüstri şehriymiş. Jai Singh, şehri güçlendirip geliştirmek için otuz altı endüstri dalını buraya getirmiş. Bunların en önemlileri  blok kumaş el baskısı, değerli taş işleme ve porselen. Çok fazla zamanımız olmadığı için sadece bir blok kumaş baskı atölyesini gezdik. Ahşap kalıplardan çıkan motiflerin tamamı elle basılıyordu. Müthiş bir işçilik, emek, zaman gerektiren ve Avrupa’da yok olmaya başlamış bir sanat.



Delhi’ye yolumuzun 260 km ve altı saat olduğunu biliyorduk. Fakat rehberimiz Singh Hindistan’da her zaman beklenmeyeni beklemenin doğru olduğunu söyleyerek bir an önce yola çıkmamız için bizi uyardı.

Delhi’ye girişte fark ettim ki trafikteki tüm araçların yan dikiz aynaları kapalıydı. Balbinder de şehre girerken aynalarını kapatmayı ihmal etmemişti. Bu kaosun içinde arabalar öylesine birbirlerine teğet geçiyorlar ki aynaların zarar görmemesi için en iyi yol onları kapatmak gibi görünüyor. Nasıl olsa pek de bir işe yaramıyorlar.


Delhi’de kaldığımız otel şehrin yeni yerleşim bölgelerinden biri olan Sunder Nagar’daydı. Hava karardıktan sonra otelimize vardığımız için etrafı görme şansımız olmadı. Ama görebildiğimiz kadarı ile bu bölge şehrin üst düzey yaşam alanlarında biriydi.


Hindistan farklı kültürü, önümüze çıkardığı olağandışı tecrübeleri ve insanları ile görülmeye değer bir ülke olsa da şimdiye kadar yaşadığım en zorlu seyahat tecrübesiydi. Kendi kendime yine gitmek ister miyim diye sorduğumda cevabım “evet”. Fakat bu seyahatin ruh yorgunluğunu birkaç yılda ancak atarım gibi geliyor. İkinci Hindistan ziyaretimi ülkenin güneyine, Goa ve Kerala bölgelerine yapmayı planlıyorum.


Son bir öneri. Delhi Indira Gandhi Havaalanın’daki Ishana mağazasına uğramadan dönmeyin. Tüm yolculuğumuz boyunca en keyifli alış veriş yaptığımız mağazaydı.