24 Kasım 2012

Napoli... Kocaman bir Mahmutpaşa


Bir arkadaşım Napoli için şöyle demişti.

"Kocaman bir Mahmutpaşa".

Trenden iner inmez karşılaştığım manzara Mahmutpaşa'yı aratmayacak cinstendi. Roma'dan tren yolculuğum rahat ve kısa sürmüştü. Beklenenin aksine herhangi bir röter olmadı. İtalya'da herşey tıkır tıkır mükemmel işliyor bu anlamda.

Tren istasyonu civarı tam bir keşmekeş. Aman tanrım ben nereye geldim diyor insan ilk refleks olarak. Kendimi bir taksiye atıp otelimin adresini verdim. Neyse ki kalacağım yeri bir İtalyan arkadaşım ayarlamıştı. Hem güvenli, hem de nezih bir yer olsun diye de oldukça özen göstermişti. Takside otelime giderken yolda şahit olduğum kaos iyi ki de kendim rezervasyon yapmaya kalkmamışım dedirtti bana.

Hindistan'daki trafiğe şahit olduktan sonra artık beni hiçbir trafik kaosu şaşırtamaz derken, Napoli'nin bir Avrupa şehrinden beklenmeyecek kadar felaket olduğunu gördüm. Trafikte kural yoktu. Hindistan'daki gibi hayvan da yoktu. Ama her yerden bir scooter fırlayabiliyordu arabaların önüne. Korna gürültüsünden geçilmiyordu.

Otelim istasyona yarım saat mesafede deniz kenarında avlulu bir binanın dördüncü katındaydı. Locanda del Mare, sadece yayalara tahsisi edilmiş genişçe bir cadde olan via F. Caracciolo'nun en sonundaydı. Sevimli, sade odaları olan küçük bir butik oteldi burası. Apartmanın kapısından dışarı adım attığımda Capri adası ile burun burunaydım. Evet Napoli'nin en gözde aktivitelerinden biri sosyetik Capri adası ziyareti.

 
                                        San't Elmo'dan kuşbakışı

Via Caracciolo çoluk çocuk, bisikletli ve koşan insanlarla doluydu. Yol boyunca göze çarpan küçük kumasallarda yaşlı insanlar güneşlenirken sohbet ediyorlardı. Lokal hayatın gündelik akışına tanık olmak iyi geldi. Kendimi bu akışa kaptırabilir ve bu şehirde sakin zaman geçirebilirdim. Daha güneyde olduğum için hava epey sıcaktı. Otelimin resepsiyonistinden aldığım bilgiye göre Napoli’nin ana alış veriş merkezi Via Chiaia on beş dakikalık yürüme mesafesindeydi. Yürüyüşüme başladığımda karşımda, birkaç kilometre uzakta denizin üzerinde kurulu Castel Dell’Ovo bütün ihtişamı ile göze çarpıyordu. Napoli önemli bir liman şehri olduğundan tarih boyunca çeşitli saldırılardan korunmaya ihtiyaç duymuş. Bu yüzden şehirde üç adet kale var. Castel Dell’Ovo ve Nuovo sahil tarafındayken, Castel Sant’Elmo ise şehrin en yüksek tepesinde bulunuyor.

                                           Castel Dell'Nuovo

Sahil boyunca yürüyüşüm Piazza Vittoria’ya kadar devam etti. Oradan içeri Via Chiaia’ya döndüm. Bir alışveriş caddesi burası. Piazza Trieste’de son buluyor. Bu yolun sonunda da pek meşhur gibi görünen büyükçe kalabalık bir cafe gözüme çarptı. Kahve zamanı da gelip çatmıştı bu kadar yürüyüşün üzerine. Boş bir masa bulup Gran Caffe Gambrinus’a oturdum. Uzun kahve menüsü kafamı karıştırmıştı. Etrafımdaki masalarda neler sipariş edildiğini kestirmeye çalışarak Gambrinus’a özel kremalı bir kahve söyledim. Yanında tatlı birşeyler de yemek istemiştim. Bu bölgeye özel ne yiyebileceğimi sorduğumda, bizim ekmek tatlısına benzer Rum Babayı önerdiler. Kahve benim zevkime göre çok kremalıydı ama tatlı pek şahaneydi.

                                              Galleria Umberto

Buradan yukarı dönüp biraz yürüyünce ihtişamlı binası ile Galleria Umberto karşıma çıktı. Cep telefonlarının olmadığı zamanlarda burası şehirdeki buluşma merkeziymiş. Şimdilerde ise içinde, ofislerin yanı sıra kayda değer olmayan birkaç cafe ve mağaza bulunuyor. Yüksek camekanlı tavanı avluyu aydınlatırken son derece ferah bir hava katıyor yapıya. Kubbenin tam ortasında, zeminde, oniki astrolojik işaretin mozaiklerini görmek mümkün. Gerçekten hoş bir süsleme olmuş.

                                             Castel San't Elmo

Biraz daha yukarı doğru avare avare yürümeye karar vermiştim ki hemen yol üzerinde Castel Sant’Elmo’ya çıkan füniküleri fark ettim. Zaten günün geri kalanı için planladığım birşey de yoktu. Vagona zıpladım. Şimdi şehrin tamamen farklı bir bölümündeydim. Sık ağaçlıklı sokaklar, sakin, ama hep dik yokuş. Kaleyi gösteren okları takip ederek en tepeye kadar tırmandım. Kaleye giriş beş euro ve yanında herhangi bir harita ya da bilgi broşürü bile vermiyorlar. Oysa ki seyahat defterim için böyle küçük detaylara ihtiyacım var. İnsanlar çoğunlukla neden tarihi yerlerin biletlerini istediğimi, broşürleri ve haritaları topladığımı anlayamıyorlar. Genellikle “yazar mısınız, gazeteci misiniz” gibi  sorularla karşılaşabiliyorum. “Hayır sadece hobi olarak yazıyorum” demekle yetiniyorum karşılığında.

 
                                                Napoli Liman

Kale beşgen bir mimariye sahip. Askeri olarak önemli bir özellikmiş. Bir broşürüm olmadığı için daha fazla detay hatırlayamıyorum açıkçası. Surların tepesinden şehrin ve Capri adasının manzarası muhteşem. Kalenin koridorlarında dolaştım bir süre. Manzara dışında pek de görülecek birşey yok burada. Kalenin hemen karşısında bir restaurant fark etmiştim. Aynı manzaraya hakim güzel bir yere benziyordu. Napoli’deki ilk pizzamı burada yedim. Yanında içtiğim prosecco beni mayıştırmıştı. Ne şahane tembel birgün diye düşündüm. Şehre dönerken küçük bir takı dükkanı dikkatimi çekti. Napoli’de oyma anlamına gelen cameo önemli bir zanaat. Mercan ve çeşitli deniz kabuklarını, elde çivilerle ince ince oyarak takılar yapıyorlar. Son ürünlerdeki el işçiliğinin zarafetinin yanında  beni en çok etkileyen bu oymaları yaparken kullandıkları ilkel çiviler, tahta kalıplar ve tezgahlardı. Dükkan sahibi usta, nasırlı ellerini göstererek bu işin o kadar da kolay olmadığını anlatmaya çalıştı. Napoli eski çağlarda bir yunan şehriymiş ve bu zanaat da yunanlılardan geliyormuş. Kendinden sonra yetiştirecek çırak bulmak günden güne zorlaştığından cameo yavaş yavaş yok oluyormuş. Herkes çabuk ve kolay kazanç peşinde olduğundan bu tip sabır isteyen zanaatlar dünyanın her yerinde ölmeye mahkum edildiler ne yazık ki. Nedense içimden bunu insan münasebetleri ile de ilişkilendirmek geliyor. Fakat bu yazı konusunun dışında olduğundan pek üstünde durmayacağım.     

 
                                                   Şarküteri

Dönüşte fünikülere giden yolu kaybetmem çok da şaşırtıcı değildi. Kendimi kalabalık bir alışveriş caddesinin ortasında buldum. Cumartesi günü olduğundan herkes sokaklarda sohbet ediyor, içkilerini yudumluyor, birilerini bekliyordu. Çoğu genç insanlardan oluşan kalabalık, hayat dolu ve enerjikti. Gördüğüm kadarı ile Napoli oldukça genç bir şehir. Bunun yanında ne yazık ki ingilizceleri oldukça sınırlı. Elimde harita nasıl sahile yürüyebileceğimi sormaya çalıştım. Neyse ki çok yardım sever insanlar. Genç bir kadın ters istikamette yürüdüğümü ve sahile çok uzak olduğumdan füniküleri tercih etmemi söyledi yarı italyanca yarı ingilizce. Ayaklarım beni öldürmeye başlamışlardı bile. Böylelikle trene binmenin en doğrusu olacağını anlayarak kadının tarif ettiği yönde devam ettim. Biraz karışık da olsa füniküleri bulmam çok uzun sürmedi. Otele vardığımda akşam olmak üzereydi ve ayaklarımın ağrısından ağlayacak noktaya gelmiştim. Kaldı ki tüm seyahat boyunca spor ayakkabılar giymeme rağmen. Duşa girdikten sonra yatağa uzanıp bacaklarımın altına yastıklar koyarak ayaklarımı rahatlatmaya çalıştım. Gezmek tozmak iyi güzel de, her yeri herşeyi göreceğim diye kendimi paralamaktan vazgeçmem gerek artık.

 

Pazar günkü programım Pompei ve Vezüv Yanardağı’ydı. Turlar paket olarak turistlere sunuluyor otellerde. Bu iki yeri gezmek doksan euroya mal oluyor. Kendim de gidebilirdim. Fakat uğraşmak istemedim. Organize bir tur ile hayat daha kolaylaşıyor genellikle. Nitekim öyle de oldu. Sabah gelip beni otelimden aldılar. Küçük bir otobüs dolusu Kanadalı ile beraberdim. Sonradan birkaçı ile sohbet ettiğimde gemi seyahatinde olduklarını ve İstanbul’dan geldiklerini öğrendim. Şehrimi çok sevmişler. Eh turist olduğum ender zamanlarda ben de seviyorum. Ama bunu onlara söylemedim tabi.

                                             Pompeii Meydan

İlk durağımız Pompei idi. Bu eski Roma İmparatorluğu şehrinin az çok hikayesini biliyordum. Eski şehirleri gezmek herkese çok cazip gelmeyebilir. Genellikle insanlar “taş yığını mı göreceğiz?” diye tepki verirler. Benim için ise şehrin, Vezüv yanardağının patlaması sonucu küller altında kalması ilgi çekiciydi. Fakat kalıntıları gezdikten ve rehberimizin anlattıklarını dinledikten sonra esas hikayenin şehrin mimarisi, yaşantısı ve işleyişi olduğunu fark ettim. Milattan önce 6. ve 7. yüzyıllarda başlamıştı hayat bu şehirde. En son Roma İmparatorluğu hakimiyetine girdiğinde milattan sonra 1. yüzyıllarda şehirde 20.000 kişinin yaşadığı düşünülüyor. Önemli bir ticaret ve liman şehriymiş. Kanalizasyon sitemi olmadığından yolları kullanmışlar kirli suyu akıtmak için. Fakat insanların kirlenmeden yürüyebilmesi için yüksek kaldırımlar ve yüksek yaya geçitleri inşa etmişler. Evlerin giriş katları genellikle dükkan olarak kullanılmış. Sokağa bakan kısımlarında tezgah üzerinde topraktan yapılmış çukur bölmeler göze çarpıyor. Buralarda sıcak yiyecekler satılıyormuş ayak üstü gelip geçenlere. Günümüzün fast foodu olarak tanımladı rehberimiz. İnsan ihtiyaçları pek de değişmedi anlaşılan ikibin yıldır. Bunu şehrin mükemmel planlamasından anlamak mümkün. İçme suyu kurşun, kullanma suyu ise toprak borularla taşınıyormuş, aslında tam tersi olması gerekirken. Kurşun zehirlenmesinden dolayı Pompei krallarının deli oldukları söyleniyor.

                                               Stabian Banyo

Şehirde çok gelişmiş ortak bir banyo sistemi mevcut. En merkezi, büyük ve eski olanı Stabian Termal Banyo. Kadınlar ve erkekler ayrı bölümlerde yıkanıyorlarmış. Bu bölümler de kendi içlerinde değişim odası, soğuk, ılık ve sıcak banyolar olarak ayrılıyorlar. Erkekler için aynı zamanda spor yapabilecekleri bir alan da tahsis edilmiş. Banyolar, ısıtıcı odasında kaynatılan suyun buharı duvarlarda ve zeminde inşa edilmiş boşluklardan geçirilerek ısıtılıyormuş. Oldukça sofistike bir sistem olduğu kalıntılardan anlaşılabiliyor.Yer yer duvar süslemelerine rastlamak da mümkün.

                                              Lunapare Menü

Pompei’nin diğer ilginç bir özelliği de genelevleri. Önemli bir ticaret şehri olduğu için pek çok yabancı ziyaretçiye ev sahipliği yapmış tarih boyunca. Şehirde otuzbeş adet genelev olduğu düşünülüyor. Bunların en büyüğü Lunapare, iki katlı ve on odalı bir bina. Alt katlardaki odalar önemsiz müşterilere tahsis edilirken, üst katlar daha pahalı olduğu için paralı müşterilere kiralanırmış. Her odanın kapısının üzerinde farklı pozisyonları gösteren menüler mevcut. Farklı ülkelerden gelen tüccarlar, kadınlarla aynı dili konuşmadıklarından, anlaşmak konusunda zorluk yaşanmaması için istedikleri menüyü işaret etmeleri yeterli olurmuş. Lupanare’de odalar oldukça ufak ve konfordan uzak. Sadece bir yatak göze çarpıyor. Şehrin geniş bulvarında yürürken rehberimiz bize yerde Lunapare’nin yönünü gösteren penis şekilli oymaya dikkatimizi çekti. Müşterilerin mekanı kolay bulabilmesi için bu işaret evlerin duvarlarında ve caddelerde kullanılmış çokça. Aynı zamanda fallus bereket anlamına geldiği için, şekil kadınlar tarafından takı olarak da giyilmiş.

                                      Lunapare Oda ve Yatak

Eski şehirlerin taş kalıntılarını gezdiğimde düşünürüm karşılaştığım detaylar hakkında. Günümüzün imkanları ile kıyaslamaya çalışırım. Binlerce yıl önceki hayat günümüzün modernizmine göre çoğu zaman küçümsenir. Sanki o zaman daha aptallardı da yıllar geçtikçe akıllanıp, ancak şimdiki teknoloji düzeyine ulaştıktan sonra daha konforlu hayatlar yaşamaya başladık. Oysa ki M.Ö ki yüzyıllarda da sistemler vardı. Şimdi kullandığımız aynı sistemlerin temelleri kullanılmıştı şehirlerde. İnsan ihtiyaçları, arzuları, ihtirasları değişmedi. Temelde değişmedik. Sadece artık daha parıltılı ve pürüzsüz objeleri tercih eder olduk. Eğer mükemmellik yüzeylerdeyse, evet yüzeysel olduk.

                                                Vezüv Krater

Günümün ikinci durağı Vezüv yanardağı oldu. Ulusal Park olan dağın eteklerini otobüs ile 1000 metreye kadar tırmandık. Vezüv’ün zengin bir faunası var. Otuz farklı tür memeli, yüzelli kuş türüne ev sahipliği yapmasının yanı sıra, toprağın mineraller açısından zengin olmasından dolayı da ödüllü domatesleri var bu bölgenin. Manzara ise ayrı etkileyici. Biletlerimizi aldıktan sonra tırmanmaya başladık. Elimize birer sopa tutuşturdular girişte. Tırmanış o kadar da kolay değildi. Hiç durmadan aynı tempo ile tırmanmak gerekiyor. Büyük kraterin denizden yüksekliği 1280 metre olmasına rağmen dönerek tırmandığımızdan yaklaşık iki kilometre kadar yol kat etmiştik. Kratere ulaştığımda nefes nefeseydim. Vezüv şu an uyuyan bir yanardağ. Tekrar patlayacağını düşünüyorlar. Ama ne zaman olacağı bilinmiyor. Kraterin genişliği yaklaşık 500, derinliği ise 250 metre civarında. Koleksiyonum için bir iki volkanik taş aldım. Etna Yanardağından da taş numunelerim var evdeki çanağımda. Sonsuz mavilik insanı sarhoş edecek kadar derin ve göz alabildiğine Vezüv’ün zirvesinde. Keşke taze havayı içime çekecek biraz daha zamanım olsaydı. Organize turların en büyük sorunu zamanın kısıtlı olması ne yazık ki. Şehre dönmemiz gerekiyordu. İniş, çıkıştan daha az yorucu oldu, dizleri zorlamasını düşünmezsek eğer. En azından ciğerlerim acıdan kıvranmıyordu otobüse vardığımda.

                                            Vezüv'ün Tepesinde

Vezüv, Napoli’ye sadece yirmi kilometre uzaklıkta. Şehre vardığımızda akşam olmak üzereydi ve yemek zamanıydı. Alışveriş caddesinde inip kendime yemek yiyebileceğim düzgün bir restaurant bulmaya çalıştım. Napoli’de yemek yiyecek bir yer bulmak Roma’dan çok daha zor ne yazık ki. Piazza del Martini’de etrafıma bakınmaya başladım. Gözüme hoş bir bar ilişti. Garsonlardan birine nerede yemek yiyeceğimi sorduğumda bana barların, pubların yoğunlukta olduğu Via Alabardieri’deki Umberto’yu tavsiye etti. Çok doğru bir seçim olduğunu anladım mekana varır varmaz. Yerel insanların tercih ettiği bir yerdi. Balık yiyip, beyaz şarap içtim ufak bir şişe. Günün bütün yorgunluğu, tozu toprağı bir anda yok olmuştu. İtalyan şaraplarının her derde deva olduğunu düşünmeye başladım.

 
 
Napoli’de son bir günüm vardı ve hiçbir planım yoktu. Ne güzel, sokaklarda avare avare dolaşıp cafeden cafeye zıplarım diye hayal ediyordum. Nitekim de öyle oldu. Napoli’ye özgü el sanatlarının satıldığı S. Gregorio Armeno’ya daracık sokaklardan geçerek ve elimdeki şehir haritasını takip ederek vardım. Çok renkli bir bölge burası. Her yerde Pulcinella, yani palyaço balet figürlerini görmek mümkün. Napoli’nin simgesi olan palyaçonun yanı sıra, bereket simgesi olan büyüklü küçüklü kırmızı biberler de göze çarpıyordu. Buzdolabıma yapıştırmak için mıknatıs ve bir iki hediye de alıp sokağın içlerine doğru fotoğraf çekerek ilerlemeye devam ettim. Napoli’ye gelmeden önce konuştuğum pek çok kişi, sokaklarda elimde fotoğraf makinelerimle yürürken çok dikkat etmem gerektiğini, hatta mümkünse büyük makinemi yanıma almamamı salık vermişlerdi. Bense tam bir turist edasıyla her yerimden makine ve aksesuar sarkarak sokaklarda yürürken kendimi hiç güvensiz hissetmedim. Nitekim başıma herhangi kötü bir olay da gelmedi. Napoli’nin turistik bölgeleri oldukça güvenli. Tabi tren istasyonu civarı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Zaten oralarda da dolanıp fotoğraf çekmeyi arzu etmezdim.
                                            Piazetto Nilo, Cafe

Kahve zamanı gelip çatmıştı. Yeraltı şehrini gezmeden önce Piazetto Nilo’da sevimli bir cafeye oturup espresso ve prosecco molası vererek, seyahat defterime günün duygularını karaladım. Gelip geçen insanları izledim. Turist olmak yorucu bir iş aslında. Ara ara zamanı durdurup, keyfini çıkarmak gerek anın. Napoli’de olduğumun farkına vardım.

                                            Sotterranea'ya iniş

Napoli’nin meşhur yeraltı şehri Sotterranea gerçekten görülmeye değer ilginç bir yer. Şehir asırlar boyunca İtalyanların tufo dedikleri katman katman volkanik külün içinden oyularak yükselmiş. Yunanlılar tufoyu kazarak M.Ö. 470 yıllarında  “Yeni Şehir” anlamına gelen Neapolis’i kurmuşlar ve şehrin ismi daha sonra Napoli olarak değişmiş. Ama ilk kazılar çok daha eskilere, M.Ö. 5000 yıllarına kadar gidiyor. Daha sonra Romalılar tufoya, tüm şehrin altına yayılan su kanalları oymuşlar. İlk hıristiyanlar ise mağaralar kazarak buralarda dua etmişler. Yeraltı şehri 1880 yılında kolera salgınının baş göstermesi sonucunda II. Dünya Savaşı’na kadar kapalı kalmış. Savaş sırasında ise yeraltı şehri Napolitanlara sığınak olmuş.

                                   II. Dünya Savaşı Bombaları

İlk durağımız 6000 kişilik kapasitesi ile zamanında Nero’nun depreme rağmen sahne performansına devam ederek şarkı söylediği  M.Ö. 1. yüzyıldan kalma yunan-roma tiyatrosu. Şu an bu tiyatronun üstünde otuza yakın aile yaşamakta. Bu yüzden de tiyatronun tümünü kazıp çıkaramıyorlar. Napoli’de yıllanmış tarih ve gündelik hayat birlikte, iç içe akıp gidiyor görünüşe göre. Turumuz bizi, zamanında sahne arkası olarak kullanılan bölüme kadar götürebildi. Tiyatronun tamamı şehrin dar ve çapraşık sokakları altında kaybolup gidiyor.  
 
                                                                    Sotterranea

Birbirine bağlı tünellerde dolaşarak ikibin yıl boyunca kullanılmış su kanallarını keşfettik. Rehberimiz bir açıklıkta elimize mumlar tutuşturarak bizi, bir kişinin bile çok zor geçebileceği su kanallarına sokarak onu izlememizi söyledi. Kanalın sonunda suyun toplandığı bir havuza vardık. Yerin altında büyükçe bir şehir olduğunu o zaman çok daha iyi anladım. Yolumuzun üzerinde savaş sırasında sığınak olarak kullanılmış bölümlerde, artık paslanmış ve tarihteki tozlu yerlerini almış çocuk bisikletleri, arabalar, ve bir takım objeleri gördük. Bombalardan kaçan insanlar burada sonlarının ne olacağını bilmeden günler, belki de haftalar geçirmişler ve duvarlara umutsuzluklarını anlatan sözcükler kazımışlar. Duvarlara dokunup onların çaresizliklerini hissetmeye çalıştım. Oradaydılar, yaşamış, korkmuş, dua etmiş, ağlamış ve sonra da yok olup gitmişlerdi. Çok eski bir şehir Napoli.. Tıpkı Anadolu şehirleri gibi... Üzerinden gelip geçen medeniyetlere tanık olmuş boyuna...

                                               Sotterranea
                                                 
Dönüşte gözüme kestirdiğim bir yerel restauranta gittim akşam. Daha sonradan yerel olmadığını, daha çok kuzey yemeklerinden oluşan bir menüleri olduğunu öğrendiğimde kalkıp başka bir yer arayamayacak kadar yorgundum. Restaurant boştu, tek müşterileri bendim. Ne yiyeceğimi bilmediğimi anlayan sevimli şef yanıma gelerek bana küçük tadlar hazırlayacağını söyledi. Çok sevinmiştim. Her tabaktan sonra yanıma gelip beğenip beğenmediğimi sordular. Domuz sosisi hariç yediğim herşey lezzetliydi. Sanıyorum bir aile restaurantıydı. Arka masada, dostlar arasında muhabbet ve yemek hazırlığı sürüyordu ben ayrılırken.
 
 
 
  

6 Kasım 2012

Roma


E. H. Gombrich’in Sanatın Öyküsü kitabını okuduğumdan beri, ki yaklaşık on sene önceydi, Vatikan’daki Sistine Chapel’ini görmek isterim. Michelangelo’nun dehasının doruklara ulaştığı Mahşer ile Adem’in Yaratılışı sahnelerinin resmedildiği chapel, görülmesi gereken yerler listemin başlarında yeralmasına rağmen bu seneye kadar fırsat bulup gidememiştim.
Önüme ansızın çıkan ucuz uçak bileti fırsatını değerlendirip birkaç dakika içinde Roma’ya gitmeye karar verdim. Eh hazır Roma’dayken hızlı tren ile bir saat uzaklıkta olan Napoli’ye de uğramak gerek deyip planımı yaptım. Her zamanki gibi kimseye bağlı olmayan planımı yürürlüğe koymak o kadar da zor olmadı. Önce üç gün Roma ve ardından üç gün Napoli. Koşturmadan geçireceğim, İtalyan mutfağını ve şaraplarını doyasıya tadabileceğim, sakin bir programım olsun istedim. Yoksa Napoli’ye iki gün de yetebilirdi.
Roma’nın şahane bir şehir olduğunu söylemek istiyorum öncelikle. Tekrar gitmek isteyebileceğim ender Avrupa şehirlerinden biri.
 Piazza Navona
Roma’ya vardığım gün şakır şakır yağmur yağdı. Navona Meydan’ında Bernini’nin Dört Nehir ( Fontana dei Quottro Fiumi ) çeşmesini hayranlıkla izlerken bir yandan da ıslanıyordum. Aslında yağmur hoşuma gitmişti. İstanbul’un bana çok uzun gelen sıcak ve yapış yapış yazının ardından Roma’da sağanak yağmura yakalanmak bir anda günümü aydınlatmıştı diyebilirim. Meydanı sokak caféleri ve restaurantlar çevreliyor. Burası şehirdeki ana buluşma noktalarından biri. Şehirde kaldığım süre boyunca hergün mutlaka Piazza Navona’ya uğradım. Meydan, sokak sanatçıları ile dolu oluyor yağmur yağmadığında. Rengarenk ve keyifli. Cafélerinde oturdum ya bir kadeh kırmızı şarap ya da espressomu yudumlarken. Oldukça turistik bir bölge olduğundan fiyatlar epey yüksek. Yine de Bernini’nin muhteşem çeşmesini seyrederken içtiğim bir kadeh şarabın değerini umursamak aklıma gelmedi.
                                             
                                                             Fontana dei Quottro Fiumi
 
Roma’yı yürüyerek gezmek gerekiyor. Çünkü küçücük dar bir sokağı dönünce insanın karşısına hiç beklemediği güzellikte bir meydan, heykel ya da şipşirin bir café çıkabiliyor. Eğer ilk defa ziyaret ediliyorsa bu şehirde sürprizlere hazırlıklı olmak gerek.
                                    
                                                                Piazza Navona
 
Pantheon, Piazza Navona’dan beş dakika yürüme mesafesinde. Yine bir çeşme ( Fontana del Pantheon ) ve yine cafélerle dolu daha küçükçe bir meydan. Pantheon antik Roma İmparatorluğu’ndaki tüm tanrılara adanmış bir tapınak. M.Ö. 27 de inşa edilmiş. Pantheon’un kubbesi dünyanın en büyük, desteksiz beton kubbesi olarak geçiyor tarihte. Şu ana kadar Roma İmparatorluğu’na ait en iyi korunmuş binalardan biri. Eski ile yeniyi bir arada görmek mümkün bu yapıda. Yüzyıllar boyunca tarihin değişik dönemlerine şahitlik eden bu tapınak dini amaçlarla kullanılmış çoğunlukla. Şimdilerde İtalya’nın iki kralı Vittoria Emanuele II ve Umberto I in mezarlarına ev sahipliği yapıyor. Girişinde bulunan korint tarzı onaltı granit sütun binayı daha da heybetli hale getiriyor.
 
                                                                      Pantheon
 
“Pantheon’un girişine yüzünü dönünce sol kolda kalan, turuncu-beyaz pöti kare masa örtülü caféde oturup spritz içmen gerek.”
                                        
                                                                   Spritz
 
Benden önce Roma’ya aşık olan bir arkadaşımın tavsiyesine uyup bahsedilen caféye oturdum. Ama prosecco sipariş verdim. İçkimin ve Pantheon’un fotoğrafını çekip arkadaşıma gönderdiğimde istenen durumu oluşturmadığım için kınandıktan sonra üzerine de bir spritz içerek ritüeli tamamlayıp, hafif sarhoş, yürüyüşüme devam ettim. Bu arada spritzi beğenmediğimi itiraf etmeliyim. Turuncu renkli acı-tatlı bir karışım. Kısaca anlamsız.
 
                                                                      Pulcino della Minerva
 
Navona ile Pantheon arasında Minerva Meydanı’na uğrayıp sevimli fil heykelini (Pulcino della Minerva) de görmeyi ihmal etmemek gerek. Bu küçük fil, Roma’daki onbir Mısır dikilitaşından birini oturtmak için Bernini tarafından tasarlanmış.
İtalya’da yenilecekler listemin en başlarında her zaman dondurma bulunur. İtalyan dondurması hem yumuşak, krema kıvamında, hem de daha leziz bizimkilere göre. Eh Roma da bu işin merkezi sayılabilir. Bu sefer İtalyan bir arkadaşımın tavsiyesine uyarak İtalya’nın en doğal dondurma markalarından biri olan Grom’u tercih ettim. Her köşe başında bir dondurmacı bulmak mümkün Roma sokaklarında. Grom sadece Navona Meydanı’nda gözüme ilişti. Özellikle kahveli ve bitter çikolatalı dondurmalarını tavsiye ederim. Ağzımda espresso içmişim gibi bir tat ile dolaştım uzun süre.
 
                                                             Fontana de Trevi
 
Pantheon’dan yürüyüşüme devam ettim. Hedefim, belki de dünyanın en ünlü çeşmelerinden biri olan Fontana de Trevi, yani kısaca Aşk Çeşmesi idi. İnsan öncesinde tam olarak ne ile karşılaşacağını tahmin edemiyor. Her ne kadar bu çeşmenin fotoğraflarını daha önceden görmüş olsam da, daracık bir sokaktan çıkar çıkmaz böylesine ihtişamlı bir manzara ile karşılabileceğime ihtimal vermemiştim. Çeşmenin şahane estetiği insanı anında çarpıyor. Figürler sanki canlı ve suyun akışıyla daha da fazla hayat buluyorlar. Fontana de Trevi, M.Ö 19. yüzyılda inşa edilmiş bir su kanalı olan Aqua Virgo’nun son noktasında bulunmakta. Kanal, şehrin yirmi kilometre uzağında bulunan bir kaynaktan su getiriyor Roma’ya. Çeşmenin yapımında ilk olarak Bernini’nin çizimleri kullanılmış olsa da, daha sonra proje bir süre durdurulmuş. Yine de artistin okuluna ait çizgileri görmek mümkün bu eserde. Çeşme 1762 yılında tamamlanmış. Ana figür, Roman mitolojisinde deniz tanrısı olarak geçen ve Yunan mitolojisinde Poseidon’a karşılık gelen Neptün. Çeşmenin havuzu denizi temsil ediyor ve rivayet o ki eğer sırtınız dönük, omzunuzun üzerinden çeşmeye bozuk para atarsanız Roma’ya bir daha geri döneceksiniz demek oluyor. Evet Roma’ya geri dönmeyi çok isterim. Fakat çeşmeye para atmadım. Belki inancımdan belki de inançsızlığımdan. Bana anlamlı gelmedi.
 
 
                                                                                  Neptün
 


Dan Brown’un kitabı Melekler ve Şeytanlar’da aydınlanma yolundan bahsedilir. Bu yolun üzerindeki noktaları da ziyaret etmeye çalıştım. Santa Maria del Popolo kilisesi, Piazza del Popolo, Saint Peter's Meydanı, Santa Maria della Vittoria kilisesi, Piazza della Minerva, Piazza Navona, ve Castel Sant'Angelo. Aydınlanıp aydınlanmadığım şüpheli fakat şu bir gerçek ki Roma’da her yeri yürüyerek gezmek gerek.
 
 
                                                         Cul de Sac
 

Yemek yenilmesi gereken yerler listemin başında şehirdeki en eski bar olan Cul de Sac vardı. Piazza Pasquino 73 adresinde bulunan bara rezervasyon yaptırmamış olduğumdan kapısında yaklaşık on dakika beklemek zorunda kaldım. Fakat her dakikasına değdi diyebilirim. Cul de Sac oldukça küçük bir mekan. İçeride sıkış sıkış masalarda oturuluyor. Duvarlarındaki camekanlı dolaplarda yüzlerce şarap şişesi görmek mümkün. Bunlar arasında yüzlerce euroluk şaraplar da var. Masaya gelen şarap menüsü ise şimdiye kadar gördüklerimin en kalınıydı. Açıkçası bir ansiklopedi görünümündeydi. Parma salamı ve “gerçek” mozzarella ile kırmızı şarap günün tüm yorgunluğunu unutturdu. Mozzarella’yı bıçakla keserken içinden süt fışkırıyordu. Tatlı olarak da bildiğimiz meyve salatası Macedonia’yı denedim. Tatlının ismi Makedonya’dan geliyormuş ve İtalyanlar karışık şeylere böyle hitap ediyorlarmış. İtalya’da şimdiye kadar yediğim herşey gibi bu da lezizdi.
 

                                                                             Cul de Sac

Ertesi gün Papa ile randevuma gitmek için şortumu bir kenara koyup daha usturuplu birşeyler geçirdim üzerime.Uzun pantalon ve uzun kollu gömlek. Vatikan Müzesi için rezervasyonumu internetten yapmış olduğumdan kapıdaki metrelerce kuyruğa takılmadan içeri girdim. Biletimi ve kulaklığımı alıp tura başladım. Müze gerçekten görkemli eserlerle dolu. Sistine Chapel’i ise turun en sonunda. İçimdeki heyecana ve sabırsızlığa kapılmadan çevremi saran binlerce sanat şahaserinin keyfini çıkarmaya çalıştım. En çok görmek istediğim bölümlerden biri de Borgia ailesine ait dairelerdi. Papalığı sırasında pek çok skandala konu olan aile lüks içinde yaşamış ve zamanın pek çok ünlü sanatçısına önemli eserler sipariş vermişlerdi. Dairenin tavanları ve duvarları Pinturicchio tarafından süslenmiş. Rafael ile aynı dönemde kiliseye hizmet etmişler. Fırçalarının birbirine çok yakın olduğu söyleniyor. Vatikan müzesinin en görkemli bölümlerinden biri de Rafael odaları yani Raphael Stanze. Rafael’in, Michelangelo’nun Sistine Chapel’indeki duvar ve tavan resimlerinden etkilendiği düşünülüyor. Atina Okulu adlı duvar resminde Michelangelo’ya Heraclitus karakterini yakıştırırken, Leonardo Da Vinci’yi ise Aristotle ile tartışan Plato şeklinde resmetmiş. Kendisi de resimde yer alıyor. Vatikan Müzesi’ndeki diğer önemli bir bölüm de haritaların bulunduğu koridor.
 
 
                                                               Atina Okulu
 
Fakat hiçbir oda, hiçbir resim ya da heykel Sistine Chapel’indeki tavan resmi kadar görkemli ve etkileyici olamaz kanımca. Chapel’e adımımı atar atmaz gözlerim tavanda asılı kaldı dakikalarca. Libyalı Sybil ve İsrail’in beş peygamberi, Adem’in Yaratılışı, Cennet Bahçesi ve Nuh’un Seli resimlerindeki tüm figürler sanki canlıydılar. Sanki üç boyutlularmışçasına resmedilmişlerdi. Renklerin canlılığı gözlerimi kamaştırmıştı. Gözlerimi tavandan duvara doğru indirdiğimde ise başka bir şahaser ile karşılaştım. Michelangelo’nun Mahşer’i ( Last Judgment) tüm acımasızlığı ile karşımdaydı. Resimlerin İncil’e ait hikayeleri ve kullanılan renklerin anlamları var. Her detaya hakim olmak mümkün değil. Sadece orada durup Michelangelo’nun dehasını hayranlıkla seyrettim. Chapel’den ayrılmak istemedim uzunca bir süre. Roma’ya tekrar gittiğimde Sistine Chapel yine ilk ziyaret edeceğim yerlerden biri olacak. Buna hiç şüphe yok.
 
 
                                                              St. Peter'ın Mezarı
 
 
Müzenin ardından St. Peter’ın mezarının bulunduğu Vatikan Kilise’sine geçtim. Görkemli kubbesinin tam ortasında yine Bernini tarafından tasarlanmış dört sütunlu St. Peter’in mezarını görmek mümkün. Aslında bu mezarı kelimelerle anlatmak pek de mümkün değil. Fotoğraflar daha açıklayıcı olacaktır kanımca. Burada ebatlar oldukça abartılmış. Kilisenin büyüklüğünü ifade son noktaya ulaşmış. Fakat yine Michelangelo’nun zarif sanatı bu devasalığın içinde ön plana çıkıyor. Çarmıha gerildikten sonra annnesinin kucağında yatan Hz. İsa, yani ünlü Pieta Heykeli tüm sadeliği ile bir kenarda bütün ziyaretçilerin odak noktası. Öylesine büyük bir zarafet ile şekillendirilmiş ki insan vücudunun en ince detaylarının mermerde hayat bulduğunu görmek mümkün. Hatta bazı bölümleri o denli ince oyulmuş ki mermer şeffaf bir hal almış adeta. İnsanı şaşkınlığa düşürecek kadar kusursuz bir eser.  
 
 
 
     St. Peter Meydanı
 
Kilisenin kubbesine de çıkıp St. Peter Meydanını ve Tiber Nehrini seyrettim. Bunun için yedi euro vermek gerekiyor. Çok gerekli mi? Herkese göre değişir sanıyorum. St. Peter meydanının simetrik yapısını kuş bakışı görmek ve fotoğraflamak mümkün. Ama üçyüzden fazla basamağı tırmanmak oldukça nefes kesiciydi.
Oradan Colloseum’a yürüdüm. Burası açık bir müze. Çok az bir kısmı ayakta kalmış yapının içini gezmek de mümkün. Ama girmenin gerekli olmadığını düşündüm. Yıkılmamış olan kısmının dışarıdan görüntüsü daha görkemli. Sadece fotoğraf çekmekle yetindim.
 
 
                                                                 Colloseum
 
Sırada ünlü İspanyol merdivenleri vardı. Benim için ise İngiliz Babington kardeşlerin çay evine yapacağım ziyaret merdivenlerden çok daha önemliydi. Gittiğim her şehirde bir çay evi bulup, saat beş çayımı içmek bir gelenek halini aldı artık. Uzunca bir yürüyüşten sonra hınca hınç turist dolu Piazza Spagna’ya vardım. Yine bir çeşme ve yine sular fışkırıyor. Fontana Della Barcaccia eski gemi çeşmesi anlamına geliyor. Havuzun ortasında bir gemi figürü var zaten. 
 
 
                                                             Piazza Spagna
 
Şehrin her noktası estetikten yıkılıyor adeta. Merdivenler yüz otuz sekiz basamaktan oluşuyor.
 
 
 
Ve benim çay evim de merdivenlerin hemen başlangıcında yer alıyor. Kendimi nasıl bir heyecanla içeri attığımı anlatamam. Porselen çay fincanları, irili ufaklı teneke çay kutuları, çaydanlıklar ve rengarenk cup cake’ler. Şekerci dükkanındaki çocuklar gibiydim. İçeride bir tane bile turist göze çarpmıyordu. Sakin salonda kendime bir masa bulup oturdum. Çay, porselen çaydanlıklarda servis ediliyor. Yanında da iki cup cake siparişi verip huzurlu bir şekilde çayımı yudumlayıp günün yorgunluğunu çıkardım. Hava kararmıştı artık. Yemek için Trastevere’ye yürümem gerekiyordu ki bu da yaklaşık altı yedi kilometre uzaklıktaydı. Önce merdivenlerin tepesine çıkıp güneşin batışını seyrettim yüzlerce turistle birlikte. Capcanlı yaşayan bir meydan burası.
 
 
Trastevere turistlerin en gözde uğrak yerlerinden biri. Bu bölgede bir hapishane var. Aslında bölge, daha önceleri mahkum yakınlarının yaşadığı bir yerleşim yeriymiş. Sonradan lokal sanatçıların, film yıldızlarının ve yazarların mekanı haline gelmiş. Bir üniversite bölgesi olduğu için de cafelerde oturan öğrencileri görmek mümkün. Trastevere’ye vardığımda akşam olmuştu. Açlıktan ölüyordum. Dar sokaklarda dolaşırken kalabalık yerel bir lokanta keşfettim. Sokakta bana bir masa bulup oturttular. Şarabımı ve yemeğimi söyledim. Yiyip içmekten daha muhteşem bir tatil olabilir mi? Üstelik İtalya’da. Her yudumun, lokmanın tadını çıkarmak kural burada. Ben de öyle yaptım.
 
 
                                                               Da Tony, Trastevere
 
Son günümde Roma’nın çiçek pazarı Campo de Fiori’ye uğradım. Rengarenk bir pazar yeri burası. Sıkılmış taze nar suyumu yudumlarken tezgahların arasında dolaştım. Çeşit çeşit peynirler, salamlar, zeytinyağları... İnsan hepsinden almak istiyor. Fakat küçük bavulumda sadece şarap için yer vardı. Bu yüzden şehirde bulunduğum süre içinde, almak gibi bir alternatifim olmadığından, herşeyin tadına bakmaya çalıştım. Pazarın kurulduğu meydan 16. ve 17. yüzyıllar engizisyon döneminde kafirlerin, yani günümüzdeki değişiyle bilim insanlarının kazığa bağlanarak yakıldığı yermiş. Ünlü filozof Giordano Bruno dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söylediği için bu meydanda yakılmış. Şimdi bu meydanda bir heykelini görmek mümkün.
 
 
               Campo de Fiori
 
Günümün asıl hedefi şehrin kuzeyinde bulunan parkın içindeki Villa Borghese idi. Borgia ailesinin yaşadığı ve günümüzde müze haline getirilmiş, aile tarafından zamanın ünlü sanatçılarına yaptırılmış pek çok tablonun bulunduğu skandallar evi. Önce Piazza del Popolo’ya yürüdüm. Buraya Pincio deniyor. Roma’nın kurulu olduğu yedi tepeden biri. Parkın içinde yürümek keyifliydi. Fakat üç gündür durmadan yürüdüğüm için artık tabanlarım isyan etmeye başlamıştı. Villa Borghese’ye vardığımda sadece müze mağazasını ziyaret edip her zamanki gibi kitap ayıracı satın aldım. Zira turlar dolmuş ve biletler tükenmişti. Gerçekte müzeyi gezecek pek halim de kalmamıştı.
 
 
                                                                   Pincio
 
Roma’nın kapanışını Dolce Vita’nın başladığı yer olan Via Veneto’ya giderek yaptım. Burası sağlı sollu lüks otellerin, cafelerin ve mağazaların bulunduğu çok da uzun olmayan bir cadde. Ama adım atar atmaz sosyetik bir yer olduğu hemen anlaşılıyor. Altmışlı yıllarda paparazzi burada doğmuş. Ünlü film yıldızları ile görüntülenmek isteyen zengin hanımefendiler ve beyefendiler bu caddedeki cafelerde cirit atarlarmış, paparazzilerin objektiflerine yakalanabilmek için. Eh ben de birine oturup proseccomu sipariş ettim. Şampanya bardağının kenarına asılı çilekle birlikte servis edilen içkim dolce vitaya layık bir sunumdu doğrusu. Keyfim yerinde gülümseyerek otelime döndüm.  
 
       
                                                                   Dolce Vita