Bir arkadaşım Napoli için şöyle demişti.
"Kocaman bir Mahmutpaşa".
Trenden iner inmez karşılaştığım manzara Mahmutpaşa'yı aratmayacak cinstendi. Roma'dan tren yolculuğum rahat ve kısa sürmüştü. Beklenenin aksine herhangi bir röter olmadı. İtalya'da herşey tıkır tıkır mükemmel işliyor bu anlamda.
Tren istasyonu civarı tam bir keşmekeş. Aman tanrım ben nereye geldim diyor insan ilk refleks olarak. Kendimi bir taksiye atıp otelimin adresini verdim. Neyse ki kalacağım yeri bir İtalyan arkadaşım ayarlamıştı. Hem güvenli, hem de nezih bir yer olsun diye de oldukça özen göstermişti. Takside otelime giderken yolda şahit olduğum kaos iyi ki de kendim rezervasyon yapmaya kalkmamışım dedirtti bana.
Hindistan'daki trafiğe şahit olduktan sonra artık beni hiçbir trafik kaosu şaşırtamaz derken, Napoli'nin bir Avrupa şehrinden beklenmeyecek kadar felaket olduğunu gördüm. Trafikte kural yoktu. Hindistan'daki gibi hayvan da yoktu. Ama her yerden bir scooter fırlayabiliyordu arabaların önüne. Korna gürültüsünden geçilmiyordu.
Otelim istasyona yarım saat mesafede deniz kenarında avlulu bir binanın dördüncü katındaydı. Locanda del Mare, sadece yayalara tahsisi edilmiş genişçe bir cadde olan via F. Caracciolo'nun en sonundaydı. Sevimli, sade odaları olan küçük bir butik oteldi burası. Apartmanın kapısından dışarı adım attığımda Capri adası ile burun burunaydım. Evet Napoli'nin en gözde aktivitelerinden biri sosyetik Capri adası ziyareti.
San't Elmo'dan kuşbakışı
Via Caracciolo çoluk çocuk, bisikletli ve
koşan insanlarla doluydu. Yol boyunca göze çarpan küçük kumasallarda yaşlı
insanlar güneşlenirken sohbet ediyorlardı. Lokal hayatın gündelik akışına tanık
olmak iyi geldi. Kendimi bu akışa kaptırabilir ve bu şehirde sakin zaman
geçirebilirdim. Daha güneyde olduğum için hava epey sıcaktı. Otelimin
resepsiyonistinden aldığım bilgiye göre Napoli’nin ana alış veriş merkezi Via Chiaia on beş dakikalık yürüme
mesafesindeydi. Yürüyüşüme başladığımda karşımda, birkaç kilometre uzakta
denizin üzerinde kurulu Castel Dell’Ovo
bütün ihtişamı ile göze çarpıyordu. Napoli önemli bir liman şehri olduğundan
tarih boyunca çeşitli saldırılardan korunmaya ihtiyaç duymuş. Bu yüzden şehirde
üç adet kale var. Castel Dell’Ovo ve Nuovo sahil tarafındayken, Castel Sant’Elmo ise şehrin en yüksek
tepesinde bulunuyor.
Sahil boyunca yürüyüşüm Piazza Vittoria’ya kadar devam etti. Oradan içeri Via Chiaia’ya döndüm. Bir alışveriş
caddesi burası. Piazza Trieste’de son
buluyor. Bu yolun sonunda da pek meşhur gibi görünen büyükçe kalabalık bir cafe
gözüme çarptı. Kahve zamanı da gelip çatmıştı bu kadar yürüyüşün üzerine. Boş
bir masa bulup Gran Caffe Gambrinus’a
oturdum. Uzun kahve menüsü kafamı karıştırmıştı. Etrafımdaki masalarda neler
sipariş edildiğini kestirmeye çalışarak Gambrinus’a özel kremalı bir kahve
söyledim. Yanında tatlı birşeyler de yemek istemiştim. Bu bölgeye özel ne
yiyebileceğimi sorduğumda, bizim ekmek tatlısına benzer Rum Babayı önerdiler. Kahve benim zevkime göre çok kremalıydı ama
tatlı pek şahaneydi.
Buradan yukarı dönüp biraz yürüyünce ihtişamlı
binası ile Galleria Umberto karşıma çıktı. Cep telefonlarının olmadığı
zamanlarda burası şehirdeki buluşma merkeziymiş. Şimdilerde ise içinde,
ofislerin yanı sıra kayda değer olmayan birkaç cafe ve mağaza bulunuyor. Yüksek
camekanlı tavanı avluyu aydınlatırken son derece ferah bir hava katıyor yapıya.
Kubbenin tam ortasında, zeminde, oniki astrolojik işaretin mozaiklerini görmek
mümkün. Gerçekten hoş bir süsleme olmuş.
Biraz daha yukarı doğru avare avare yürümeye
karar vermiştim ki hemen yol üzerinde Castel Sant’Elmo’ya çıkan füniküleri fark
ettim. Zaten günün geri kalanı için planladığım birşey de yoktu. Vagona
zıpladım. Şimdi şehrin tamamen farklı bir bölümündeydim. Sık ağaçlıklı
sokaklar, sakin, ama hep dik yokuş. Kaleyi gösteren okları takip ederek en
tepeye kadar tırmandım. Kaleye giriş beş euro ve yanında herhangi bir harita ya
da bilgi broşürü bile vermiyorlar. Oysa ki seyahat defterim için böyle küçük
detaylara ihtiyacım var. İnsanlar çoğunlukla neden tarihi yerlerin biletlerini
istediğimi, broşürleri ve haritaları topladığımı anlayamıyorlar. Genellikle
“yazar mısınız, gazeteci misiniz” gibi sorularla
karşılaşabiliyorum. “Hayır sadece hobi olarak yazıyorum” demekle yetiniyorum
karşılığında.
Kale beşgen bir mimariye sahip. Askeri olarak
önemli bir özellikmiş. Bir broşürüm olmadığı için daha fazla detay
hatırlayamıyorum açıkçası. Surların tepesinden şehrin ve Capri adasının
manzarası muhteşem. Kalenin koridorlarında dolaştım bir süre. Manzara dışında
pek de görülecek birşey yok burada. Kalenin hemen karşısında bir restaurant
fark etmiştim. Aynı manzaraya hakim güzel bir yere benziyordu. Napoli’deki ilk
pizzamı burada yedim. Yanında içtiğim prosecco beni mayıştırmıştı. Ne şahane
tembel birgün diye düşündüm. Şehre dönerken küçük bir takı dükkanı dikkatimi
çekti. Napoli’de oyma anlamına gelen cameo
önemli bir zanaat. Mercan ve çeşitli deniz kabuklarını, elde çivilerle ince ince
oyarak takılar yapıyorlar. Son ürünlerdeki el işçiliğinin zarafetinin
yanında beni en çok etkileyen bu
oymaları yaparken kullandıkları ilkel çiviler, tahta kalıplar ve tezgahlardı.
Dükkan sahibi usta, nasırlı ellerini göstererek bu işin o kadar da kolay
olmadığını anlatmaya çalıştı. Napoli eski çağlarda bir yunan şehriymiş ve bu
zanaat da yunanlılardan geliyormuş. Kendinden sonra yetiştirecek çırak bulmak
günden güne zorlaştığından cameo yavaş yavaş yok oluyormuş. Herkes çabuk ve
kolay kazanç peşinde olduğundan bu tip sabır isteyen zanaatlar dünyanın her
yerinde ölmeye mahkum edildiler ne yazık ki. Nedense içimden bunu insan
münasebetleri ile de ilişkilendirmek geliyor. Fakat bu yazı konusunun dışında
olduğundan pek üstünde durmayacağım.
Dönüşte fünikülere giden yolu kaybetmem çok da
şaşırtıcı değildi. Kendimi kalabalık bir alışveriş caddesinin ortasında buldum.
Cumartesi günü olduğundan herkes sokaklarda sohbet ediyor, içkilerini
yudumluyor, birilerini bekliyordu. Çoğu genç insanlardan oluşan kalabalık,
hayat dolu ve enerjikti. Gördüğüm kadarı ile Napoli oldukça genç bir şehir. Bunun
yanında ne yazık ki ingilizceleri oldukça sınırlı. Elimde harita nasıl sahile
yürüyebileceğimi sormaya çalıştım. Neyse ki çok yardım sever insanlar. Genç bir
kadın ters istikamette yürüdüğümü ve sahile çok uzak olduğumdan füniküleri
tercih etmemi söyledi yarı italyanca yarı ingilizce. Ayaklarım beni öldürmeye
başlamışlardı bile. Böylelikle trene binmenin en doğrusu olacağını anlayarak
kadının tarif ettiği yönde devam ettim. Biraz karışık da olsa füniküleri bulmam
çok uzun sürmedi. Otele vardığımda akşam olmak üzereydi ve ayaklarımın
ağrısından ağlayacak noktaya gelmiştim. Kaldı ki tüm seyahat boyunca spor
ayakkabılar giymeme rağmen. Duşa girdikten sonra yatağa uzanıp bacaklarımın
altına yastıklar koyarak ayaklarımı rahatlatmaya çalıştım. Gezmek tozmak iyi
güzel de, her yeri herşeyi göreceğim diye kendimi paralamaktan vazgeçmem gerek
artık.
Pazar günkü programım Pompei ve Vezüv Yanardağı’ydı.
Turlar paket olarak turistlere sunuluyor otellerde. Bu iki yeri gezmek doksan
euroya mal oluyor. Kendim de gidebilirdim. Fakat uğraşmak istemedim. Organize
bir tur ile hayat daha kolaylaşıyor genellikle. Nitekim öyle de oldu. Sabah
gelip beni otelimden aldılar. Küçük bir otobüs dolusu Kanadalı ile beraberdim.
Sonradan birkaçı ile sohbet ettiğimde gemi seyahatinde olduklarını ve
İstanbul’dan geldiklerini öğrendim. Şehrimi çok sevmişler. Eh turist olduğum
ender zamanlarda ben de seviyorum. Ama bunu onlara söylemedim tabi.
İlk durağımız Pompei idi. Bu eski Roma
İmparatorluğu şehrinin az çok hikayesini biliyordum. Eski şehirleri gezmek
herkese çok cazip gelmeyebilir. Genellikle insanlar “taş yığını mı göreceğiz?”
diye tepki verirler. Benim için ise şehrin, Vezüv yanardağının patlaması sonucu
küller altında kalması ilgi çekiciydi. Fakat kalıntıları gezdikten ve
rehberimizin anlattıklarını dinledikten sonra esas hikayenin şehrin mimarisi,
yaşantısı ve işleyişi olduğunu fark ettim. Milattan önce 6. ve 7. yüzyıllarda
başlamıştı hayat bu şehirde. En son Roma İmparatorluğu hakimiyetine girdiğinde
milattan sonra 1. yüzyıllarda şehirde 20.000 kişinin yaşadığı düşünülüyor.
Önemli bir ticaret ve liman şehriymiş. Kanalizasyon sitemi olmadığından yolları
kullanmışlar kirli suyu akıtmak için. Fakat insanların kirlenmeden
yürüyebilmesi için yüksek kaldırımlar ve yüksek yaya geçitleri inşa etmişler.
Evlerin giriş katları genellikle dükkan olarak kullanılmış. Sokağa bakan
kısımlarında tezgah üzerinde topraktan yapılmış çukur bölmeler göze çarpıyor.
Buralarda sıcak yiyecekler satılıyormuş ayak üstü gelip geçenlere. Günümüzün fast foodu olarak tanımladı rehberimiz.
İnsan ihtiyaçları pek de değişmedi anlaşılan ikibin yıldır. Bunu şehrin
mükemmel planlamasından anlamak mümkün. İçme suyu kurşun, kullanma suyu ise
toprak borularla taşınıyormuş, aslında tam tersi olması gerekirken. Kurşun
zehirlenmesinden dolayı Pompei krallarının deli oldukları söyleniyor.
Şehirde çok gelişmiş ortak bir banyo sistemi
mevcut. En merkezi, büyük ve eski olanı Stabian
Termal Banyo. Kadınlar ve erkekler ayrı bölümlerde yıkanıyorlarmış. Bu bölümler
de kendi içlerinde değişim odası, soğuk, ılık ve sıcak banyolar olarak
ayrılıyorlar. Erkekler için aynı zamanda spor yapabilecekleri bir alan da
tahsis edilmiş. Banyolar, ısıtıcı odasında kaynatılan suyun buharı duvarlarda
ve zeminde inşa edilmiş boşluklardan geçirilerek ısıtılıyormuş. Oldukça
sofistike bir sistem olduğu kalıntılardan anlaşılabiliyor.Yer yer duvar
süslemelerine rastlamak da mümkün.
Pompei’nin diğer ilginç bir özelliği de genelevleri.
Önemli bir ticaret şehri olduğu için pek çok yabancı ziyaretçiye ev sahipliği
yapmış tarih boyunca. Şehirde otuzbeş adet genelev olduğu düşünülüyor. Bunların
en büyüğü Lunapare, iki katlı ve on
odalı bir bina. Alt katlardaki odalar önemsiz müşterilere tahsis edilirken, üst
katlar daha pahalı olduğu için paralı müşterilere kiralanırmış. Her odanın kapısının
üzerinde farklı pozisyonları gösteren menüler mevcut. Farklı ülkelerden gelen
tüccarlar, kadınlarla aynı dili konuşmadıklarından, anlaşmak konusunda zorluk
yaşanmaması için istedikleri menüyü işaret etmeleri yeterli olurmuş. Lupanare’de odalar oldukça ufak ve
konfordan uzak. Sadece bir yatak göze çarpıyor. Şehrin geniş bulvarında yürürken
rehberimiz bize yerde Lunapare’nin yönünü gösteren penis şekilli oymaya
dikkatimizi çekti. Müşterilerin mekanı kolay bulabilmesi için bu işaret evlerin
duvarlarında ve caddelerde kullanılmış çokça. Aynı zamanda fallus bereket anlamına geldiği için, şekil kadınlar tarafından
takı olarak da giyilmiş.
Eski şehirlerin taş kalıntılarını gezdiğimde
düşünürüm karşılaştığım detaylar hakkında. Günümüzün imkanları ile kıyaslamaya
çalışırım. Binlerce yıl önceki hayat günümüzün modernizmine göre çoğu zaman
küçümsenir. Sanki o zaman daha aptallardı da yıllar geçtikçe akıllanıp, ancak
şimdiki teknoloji düzeyine ulaştıktan sonra daha konforlu hayatlar yaşamaya
başladık. Oysa ki M.Ö ki yüzyıllarda da sistemler vardı. Şimdi kullandığımız
aynı sistemlerin temelleri kullanılmıştı şehirlerde. İnsan ihtiyaçları,
arzuları, ihtirasları değişmedi. Temelde değişmedik. Sadece artık daha
parıltılı ve pürüzsüz objeleri tercih eder olduk. Eğer mükemmellik yüzeylerdeyse,
evet yüzeysel olduk.
Günümün ikinci durağı Vezüv yanardağı oldu.
Ulusal Park olan dağın eteklerini otobüs ile 1000 metreye kadar tırmandık.
Vezüv’ün zengin bir faunası var. Otuz farklı tür memeli, yüzelli kuş türüne ev
sahipliği yapmasının yanı sıra, toprağın mineraller açısından zengin olmasından
dolayı da ödüllü domatesleri var bu bölgenin. Manzara ise ayrı etkileyici.
Biletlerimizi aldıktan sonra tırmanmaya başladık. Elimize birer sopa
tutuşturdular girişte. Tırmanış o kadar da kolay değildi. Hiç durmadan aynı
tempo ile tırmanmak gerekiyor. Büyük kraterin denizden yüksekliği 1280 metre
olmasına rağmen dönerek tırmandığımızdan yaklaşık iki kilometre kadar yol kat
etmiştik. Kratere ulaştığımda nefes nefeseydim. Vezüv şu an uyuyan bir
yanardağ. Tekrar patlayacağını düşünüyorlar. Ama ne zaman olacağı bilinmiyor.
Kraterin genişliği yaklaşık 500, derinliği ise 250 metre civarında.
Koleksiyonum için bir iki volkanik taş aldım. Etna Yanardağından da taş
numunelerim var evdeki çanağımda. Sonsuz mavilik insanı sarhoş edecek kadar
derin ve göz alabildiğine Vezüv’ün zirvesinde. Keşke taze havayı içime çekecek
biraz daha zamanım olsaydı. Organize turların en büyük sorunu zamanın kısıtlı
olması ne yazık ki. Şehre dönmemiz gerekiyordu. İniş, çıkıştan daha az yorucu
oldu, dizleri zorlamasını düşünmezsek eğer. En azından ciğerlerim acıdan
kıvranmıyordu otobüse vardığımda.
Vezüv, Napoli’ye sadece yirmi kilometre
uzaklıkta. Şehre vardığımızda akşam olmak üzereydi ve yemek zamanıydı.
Alışveriş caddesinde inip kendime yemek yiyebileceğim düzgün bir restaurant
bulmaya çalıştım. Napoli’de yemek yiyecek bir yer bulmak Roma’dan çok daha zor
ne yazık ki. Piazza del Martini’de
etrafıma bakınmaya başladım. Gözüme hoş bir bar ilişti. Garsonlardan birine
nerede yemek yiyeceğimi sorduğumda bana barların, pubların yoğunlukta olduğu Via Alabardieri’deki Umberto’yu tavsiye etti. Çok doğru bir
seçim olduğunu anladım mekana varır varmaz. Yerel insanların tercih ettiği bir
yerdi. Balık yiyip, beyaz şarap içtim ufak bir şişe. Günün bütün yorgunluğu,
tozu toprağı bir anda yok olmuştu. İtalyan şaraplarının her derde deva olduğunu
düşünmeye başladım.
Kahve zamanı gelip çatmıştı. Yeraltı şehrini
gezmeden önce Piazetto Nilo’da sevimli
bir cafeye oturup espresso ve prosecco molası vererek, seyahat defterime günün
duygularını karaladım. Gelip geçen insanları izledim. Turist olmak yorucu bir
iş aslında. Ara ara zamanı durdurup, keyfini çıkarmak gerek anın. Napoli’de
olduğumun farkına vardım.
Napoli’nin meşhur yeraltı şehri Sotterranea gerçekten görülmeye değer
ilginç bir yer. Şehir asırlar boyunca İtalyanların tufo dedikleri katman katman volkanik külün içinden oyularak
yükselmiş. Yunanlılar tufoyu kazarak
M.Ö. 470 yıllarında “Yeni Şehir”
anlamına gelen Neapolis’i kurmuşlar ve şehrin ismi daha sonra Napoli olarak
değişmiş. Ama ilk kazılar çok daha eskilere, M.Ö. 5000 yıllarına kadar gidiyor.
Daha sonra Romalılar tufoya, tüm şehrin altına yayılan su kanalları oymuşlar. İlk hıristiyanlar ise mağaralar kazarak buralarda dua
etmişler. Yeraltı şehri 1880 yılında kolera salgınının baş göstermesi sonucunda
II. Dünya Savaşı’na kadar kapalı kalmış. Savaş sırasında ise yeraltı şehri
Napolitanlara sığınak olmuş.
İlk durağımız 6000 kişilik kapasitesi ile
zamanında Nero’nun depreme rağmen sahne performansına devam ederek şarkı
söylediği M.Ö. 1. yüzyıldan kalma
yunan-roma tiyatrosu. Şu an bu tiyatronun üstünde otuza yakın aile yaşamakta.
Bu yüzden de tiyatronun tümünü kazıp çıkaramıyorlar. Napoli’de yıllanmış tarih
ve gündelik hayat birlikte, iç içe akıp gidiyor görünüşe göre. Turumuz bizi,
zamanında sahne arkası olarak kullanılan bölüme kadar götürebildi. Tiyatronun
tamamı şehrin dar ve çapraşık sokakları altında kaybolup gidiyor.
Sotterranea
Birbirine bağlı tünellerde dolaşarak ikibin
yıl boyunca kullanılmış su kanallarını keşfettik. Rehberimiz bir açıklıkta
elimize mumlar tutuşturarak bizi, bir kişinin bile çok zor geçebileceği su
kanallarına sokarak onu izlememizi söyledi. Kanalın sonunda suyun toplandığı
bir havuza vardık. Yerin altında büyükçe bir şehir olduğunu o zaman çok
daha iyi anladım. Yolumuzun üzerinde savaş sırasında sığınak olarak kullanılmış
bölümlerde, artık paslanmış ve tarihteki tozlu yerlerini almış çocuk bisikletleri,
arabalar, ve bir takım objeleri gördük. Bombalardan kaçan insanlar burada
sonlarının ne olacağını bilmeden günler, belki de haftalar geçirmişler ve
duvarlara umutsuzluklarını anlatan sözcükler kazımışlar. Duvarlara dokunup
onların çaresizliklerini hissetmeye çalıştım. Oradaydılar, yaşamış, korkmuş,
dua etmiş, ağlamış ve sonra da yok olup gitmişlerdi. Çok eski bir şehir
Napoli.. Tıpkı Anadolu şehirleri gibi... Üzerinden gelip geçen medeniyetlere
tanık olmuş boyuna...
Dönüşte gözüme kestirdiğim bir yerel restauranta
gittim akşam. Daha sonradan yerel olmadığını, daha çok kuzey yemeklerinden
oluşan bir menüleri olduğunu öğrendiğimde kalkıp başka bir yer arayamayacak
kadar yorgundum. Restaurant boştu, tek müşterileri bendim. Ne yiyeceğimi
bilmediğimi anlayan sevimli şef yanıma gelerek bana küçük tadlar
hazırlayacağını söyledi. Çok sevinmiştim. Her tabaktan sonra yanıma gelip
beğenip beğenmediğimi sordular. Domuz sosisi hariç yediğim herşey lezzetliydi.
Sanıyorum bir aile restaurantıydı. Arka masada, dostlar arasında muhabbet ve
yemek hazırlığı sürüyordu ben ayrılırken.