E. H.
Gombrich’in Sanatın
Öyküsü kitabını okuduğumdan beri, ki yaklaşık on sene önceydi, Vatikan’daki
Sistine Chapel’ini görmek isterim. Michelangelo’nun
dehasının doruklara ulaştığı Mahşer ile Adem’in Yaratılışı sahnelerinin
resmedildiği chapel, görülmesi gereken yerler listemin başlarında yeralmasına
rağmen bu seneye kadar fırsat bulup gidememiştim.
Önüme ansızın çıkan ucuz uçak bileti fırsatını
değerlendirip birkaç dakika içinde Roma’ya gitmeye karar verdim. Eh hazır
Roma’dayken hızlı tren ile bir saat uzaklıkta olan Napoli’ye de uğramak gerek
deyip planımı yaptım. Her zamanki gibi kimseye bağlı olmayan planımı yürürlüğe
koymak o kadar da zor olmadı. Önce üç gün Roma ve ardından üç gün Napoli.
Koşturmadan geçireceğim, İtalyan mutfağını ve şaraplarını doyasıya
tadabileceğim, sakin bir programım olsun istedim. Yoksa Napoli’ye iki gün de
yetebilirdi.
Roma’nın şahane bir şehir olduğunu söylemek
istiyorum öncelikle. Tekrar gitmek isteyebileceğim ender Avrupa şehirlerinden
biri.
Roma’ya vardığım gün şakır şakır yağmur yağdı.
Navona Meydan’ında Bernini’nin Dört Nehir ( Fontana
dei Quottro Fiumi ) çeşmesini hayranlıkla izlerken bir yandan da
ıslanıyordum. Aslında yağmur hoşuma gitmişti. İstanbul’un bana çok uzun gelen
sıcak ve yapış yapış yazının ardından Roma’da sağanak yağmura yakalanmak bir
anda günümü aydınlatmıştı diyebilirim. Meydanı sokak caféleri ve restaurantlar
çevreliyor. Burası şehirdeki ana buluşma noktalarından biri. Şehirde kaldığım
süre boyunca hergün mutlaka Piazza Navona’ya
uğradım. Meydan, sokak sanatçıları ile dolu oluyor yağmur yağmadığında.
Rengarenk ve keyifli. Cafélerinde oturdum ya bir kadeh kırmızı şarap ya da
espressomu yudumlarken. Oldukça turistik bir bölge olduğundan fiyatlar epey
yüksek. Yine de Bernini’nin muhteşem çeşmesini seyrederken içtiğim bir kadeh
şarabın değerini umursamak aklıma gelmedi.
Fontana dei Quottro Fiumi
Roma’yı yürüyerek gezmek gerekiyor. Çünkü
küçücük dar bir sokağı dönünce insanın karşısına hiç beklemediği güzellikte bir
meydan, heykel ya da şipşirin bir café çıkabiliyor. Eğer ilk defa ziyaret
ediliyorsa bu şehirde sürprizlere hazırlıklı olmak gerek.
Piazza Navona
Pantheon, Piazza Navona’dan beş dakika yürüme mesafesinde. Yine bir çeşme ( Fontana del Pantheon ) ve yine cafélerle
dolu daha küçükçe bir meydan. Pantheon antik Roma İmparatorluğu’ndaki tüm
tanrılara adanmış bir tapınak. M.Ö. 27 de inşa edilmiş. Pantheon’un kubbesi
dünyanın en büyük, desteksiz beton kubbesi olarak geçiyor tarihte. Şu ana kadar
Roma İmparatorluğu’na ait en iyi korunmuş binalardan biri. Eski ile yeniyi bir
arada görmek mümkün bu yapıda. Yüzyıllar boyunca tarihin değişik dönemlerine
şahitlik eden bu tapınak dini amaçlarla kullanılmış çoğunlukla. Şimdilerde
İtalya’nın iki kralı Vittoria Emanuele II ve Umberto I in mezarlarına ev
sahipliği yapıyor. Girişinde bulunan korint tarzı onaltı granit sütun binayı
daha da heybetli hale getiriyor.
Pantheon
“Pantheon’un girişine yüzünü dönünce sol kolda
kalan, turuncu-beyaz pöti kare masa örtülü caféde oturup spritz içmen gerek.”
Spritz
Benden önce Roma’ya aşık olan bir arkadaşımın
tavsiyesine uyup bahsedilen caféye oturdum. Ama prosecco sipariş verdim.
İçkimin ve Pantheon’un fotoğrafını çekip arkadaşıma gönderdiğimde istenen
durumu oluşturmadığım için kınandıktan sonra üzerine de bir spritz içerek
ritüeli tamamlayıp, hafif sarhoş, yürüyüşüme devam ettim. Bu arada spritzi
beğenmediğimi itiraf etmeliyim. Turuncu renkli acı-tatlı bir karışım. Kısaca
anlamsız.
Pulcino della Minerva
Navona ile Pantheon arasında Minerva
Meydanı’na uğrayıp sevimli fil heykelini (Pulcino della Minerva) de görmeyi
ihmal etmemek gerek. Bu küçük fil, Roma’daki onbir Mısır dikilitaşından birini
oturtmak için Bernini tarafından tasarlanmış.
İtalya’da yenilecekler listemin en başlarında
her zaman dondurma bulunur. İtalyan dondurması hem yumuşak, krema kıvamında,
hem de daha leziz bizimkilere göre. Eh Roma da bu işin merkezi sayılabilir. Bu
sefer İtalyan bir arkadaşımın tavsiyesine uyarak İtalya’nın en doğal dondurma
markalarından biri olan Grom’u tercih ettim. Her köşe başında bir dondurmacı
bulmak mümkün Roma sokaklarında. Grom sadece Navona Meydanı’nda gözüme ilişti.
Özellikle kahveli ve bitter çikolatalı dondurmalarını tavsiye ederim. Ağzımda
espresso içmişim gibi bir tat ile dolaştım uzun süre.
Fontana de Trevi
Pantheon’dan yürüyüşüme devam ettim. Hedefim,
belki de dünyanın en ünlü çeşmelerinden biri olan Fontana de Trevi, yani kısaca Aşk Çeşmesi idi. İnsan öncesinde tam
olarak ne ile karşılaşacağını tahmin edemiyor. Her ne kadar bu çeşmenin
fotoğraflarını daha önceden görmüş olsam da, daracık bir sokaktan çıkar çıkmaz
böylesine ihtişamlı bir manzara ile karşılabileceğime ihtimal vermemiştim.
Çeşmenin şahane estetiği insanı anında çarpıyor. Figürler sanki canlı ve suyun
akışıyla daha da fazla hayat buluyorlar. Fontana de Trevi, M.Ö 19. yüzyılda
inşa edilmiş bir su kanalı olan Aqua
Virgo’nun son noktasında bulunmakta. Kanal, şehrin yirmi kilometre uzağında
bulunan bir kaynaktan su getiriyor Roma’ya. Çeşmenin yapımında ilk olarak
Bernini’nin çizimleri kullanılmış olsa da, daha sonra proje bir süre
durdurulmuş. Yine de artistin okuluna ait çizgileri görmek mümkün bu eserde.
Çeşme 1762 yılında tamamlanmış. Ana figür, Roman mitolojisinde deniz tanrısı olarak
geçen ve Yunan mitolojisinde Poseidon’a karşılık gelen Neptün. Çeşmenin havuzu denizi temsil ediyor ve rivayet o ki eğer
sırtınız dönük, omzunuzun üzerinden çeşmeye bozuk para atarsanız Roma’ya bir
daha geri döneceksiniz demek oluyor. Evet Roma’ya geri dönmeyi çok isterim.
Fakat çeşmeye para atmadım. Belki inancımdan belki de inançsızlığımdan. Bana
anlamlı gelmedi.
Dan Brown’un kitabı Melekler ve Şeytanlar’da aydınlanma
yolundan bahsedilir. Bu yolun üzerindeki noktaları da ziyaret etmeye çalıştım. Santa Maria del Popolo kilisesi, Piazza
del Popolo, Saint Peter's Meydanı, Santa Maria della Vittoria kilisesi, Piazza della Minerva, Piazza Navona, ve Castel Sant'Angelo. Aydınlanıp aydınlanmadığım şüpheli
fakat şu bir gerçek ki Roma’da her yeri yürüyerek gezmek gerek.
Cul de Sac
Yemek yenilmesi gereken yerler listemin başında şehirdeki en
eski bar olan Cul de Sac vardı. Piazza Pasquino 73 adresinde bulunan bara rezervasyon
yaptırmamış olduğumdan kapısında yaklaşık on dakika beklemek zorunda kaldım. Fakat
her dakikasına değdi diyebilirim. Cul de Sac oldukça küçük bir mekan. İçeride
sıkış sıkış masalarda oturuluyor. Duvarlarındaki camekanlı dolaplarda yüzlerce
şarap şişesi görmek mümkün. Bunlar arasında yüzlerce euroluk şaraplar da var. Masaya
gelen şarap menüsü ise şimdiye kadar gördüklerimin en kalınıydı. Açıkçası bir
ansiklopedi görünümündeydi. Parma salamı ve “gerçek” mozzarella ile kırmızı
şarap günün tüm yorgunluğunu unutturdu. Mozzarella’yı bıçakla keserken içinden
süt fışkırıyordu. Tatlı olarak da bildiğimiz meyve salatası Macedonia’yı denedim. Tatlının ismi
Makedonya’dan geliyormuş ve İtalyanlar karışık şeylere böyle hitap
ediyorlarmış. İtalya’da şimdiye kadar yediğim herşey gibi bu da lezizdi.
Cul de Sac
Ertesi gün Papa ile randevuma gitmek için şortumu bir kenara
koyup daha usturuplu birşeyler geçirdim üzerime.Uzun pantalon ve uzun kollu
gömlek. Vatikan Müzesi için rezervasyonumu internetten yapmış olduğumdan
kapıdaki metrelerce kuyruğa takılmadan içeri girdim. Biletimi ve kulaklığımı
alıp tura başladım. Müze gerçekten görkemli eserlerle dolu. Sistine Chapel’i ise turun en sonunda.
İçimdeki heyecana ve sabırsızlığa kapılmadan çevremi saran binlerce sanat
şahaserinin keyfini çıkarmaya çalıştım. En çok görmek istediğim bölümlerden
biri de Borgia ailesine ait dairelerdi. Papalığı sırasında pek çok skandala
konu olan aile lüks içinde yaşamış ve zamanın pek çok ünlü sanatçısına önemli
eserler sipariş vermişlerdi. Dairenin tavanları ve duvarları Pinturicchio tarafından süslenmiş.
Rafael ile aynı dönemde kiliseye hizmet etmişler. Fırçalarının birbirine çok
yakın olduğu söyleniyor. Vatikan müzesinin en görkemli bölümlerinden biri de
Rafael odaları yani Raphael Stanze.
Rafael’in, Michelangelo’nun Sistine Chapel’indeki duvar ve tavan resimlerinden
etkilendiği düşünülüyor. Atina Okulu
adlı duvar resminde Michelangelo’ya Heraclitus karakterini yakıştırırken, Leonardo
Da Vinci’yi ise Aristotle ile tartışan Plato şeklinde resmetmiş. Kendisi de
resimde yer alıyor. Vatikan Müzesi’ndeki diğer önemli bir bölüm de haritaların
bulunduğu koridor.
Fakat hiçbir oda, hiçbir resim ya da heykel Sistine
Chapel’indeki tavan resmi kadar görkemli ve etkileyici olamaz kanımca. Chapel’e
adımımı atar atmaz gözlerim tavanda asılı kaldı dakikalarca. Libyalı Sybil ve
İsrail’in beş peygamberi, Adem’in Yaratılışı, Cennet Bahçesi ve Nuh’un Seli
resimlerindeki tüm figürler sanki canlıydılar. Sanki üç boyutlularmışçasına
resmedilmişlerdi. Renklerin canlılığı gözlerimi kamaştırmıştı. Gözlerimi
tavandan duvara doğru indirdiğimde ise başka bir şahaser ile karşılaştım.
Michelangelo’nun Mahşer’i ( Last Judgment)
tüm acımasızlığı ile karşımdaydı. Resimlerin İncil’e ait hikayeleri ve
kullanılan renklerin anlamları var. Her detaya hakim olmak mümkün değil. Sadece
orada durup Michelangelo’nun dehasını hayranlıkla seyrettim. Chapel’den
ayrılmak istemedim uzunca bir süre. Roma’ya tekrar gittiğimde Sistine Chapel
yine ilk ziyaret edeceğim yerlerden biri olacak. Buna hiç şüphe yok.
St. Peter'ın Mezarı
Müzenin ardından St. Peter’ın mezarının bulunduğu Vatikan
Kilise’sine geçtim. Görkemli kubbesinin tam ortasında yine Bernini tarafından
tasarlanmış dört sütunlu St. Peter’in mezarını görmek mümkün. Aslında bu mezarı
kelimelerle anlatmak pek de mümkün değil. Fotoğraflar daha açıklayıcı olacaktır
kanımca. Burada ebatlar oldukça abartılmış. Kilisenin büyüklüğünü ifade son
noktaya ulaşmış. Fakat yine Michelangelo’nun zarif sanatı bu devasalığın içinde
ön plana çıkıyor. Çarmıha gerildikten sonra annnesinin kucağında yatan Hz. İsa,
yani ünlü Pieta Heykeli tüm sadeliği
ile bir kenarda bütün ziyaretçilerin odak noktası. Öylesine büyük bir zarafet
ile şekillendirilmiş ki insan vücudunun en ince detaylarının mermerde hayat
bulduğunu görmek mümkün. Hatta bazı bölümleri o denli ince oyulmuş ki mermer
şeffaf bir hal almış adeta. İnsanı şaşkınlığa düşürecek kadar kusursuz bir
eser.
St. Peter Meydanı
Kilisenin kubbesine de çıkıp St. Peter Meydanını ve Tiber
Nehrini seyrettim. Bunun için yedi euro vermek gerekiyor. Çok gerekli mi?
Herkese göre değişir sanıyorum. St. Peter meydanının simetrik yapısını kuş
bakışı görmek ve fotoğraflamak mümkün. Ama üçyüzden fazla basamağı tırmanmak
oldukça nefes kesiciydi.
Oradan Colloseum’a yürüdüm. Burası açık bir müze. Çok az bir
kısmı ayakta kalmış yapının içini gezmek de mümkün. Ama girmenin gerekli
olmadığını düşündüm. Yıkılmamış olan kısmının dışarıdan görüntüsü daha
görkemli. Sadece fotoğraf çekmekle yetindim.
Sırada ünlü İspanyol merdivenleri vardı. Benim için ise İngiliz
Babington kardeşlerin çay evine yapacağım ziyaret merdivenlerden çok daha
önemliydi. Gittiğim her şehirde bir çay evi bulup, saat beş çayımı içmek bir
gelenek halini aldı artık. Uzunca bir yürüyüşten sonra hınca hınç turist dolu Piazza Spagna’ya vardım. Yine bir çeşme
ve yine sular fışkırıyor. Fontana Della
Barcaccia eski gemi çeşmesi anlamına geliyor. Havuzun ortasında bir gemi
figürü var zaten.
Piazza Spagna
Şehrin her noktası estetikten yıkılıyor adeta. Merdivenler
yüz otuz sekiz basamaktan oluşuyor.
Ve benim çay evim de merdivenlerin hemen
başlangıcında yer alıyor. Kendimi nasıl bir heyecanla içeri attığımı anlatamam.
Porselen çay fincanları, irili ufaklı teneke çay kutuları, çaydanlıklar ve
rengarenk cup cake’ler. Şekerci dükkanındaki çocuklar gibiydim. İçeride bir
tane bile turist göze çarpmıyordu. Sakin salonda kendime bir masa bulup
oturdum. Çay, porselen çaydanlıklarda servis ediliyor. Yanında da iki cup cake
siparişi verip huzurlu bir şekilde çayımı yudumlayıp günün yorgunluğunu
çıkardım. Hava kararmıştı artık. Yemek için Trastevere’ye yürümem gerekiyordu
ki bu da yaklaşık altı yedi kilometre uzaklıktaydı. Önce merdivenlerin tepesine
çıkıp güneşin batışını seyrettim yüzlerce turistle birlikte. Capcanlı yaşayan
bir meydan burası.
Trastevere turistlerin en gözde uğrak yerlerinden biri. Bu
bölgede bir hapishane var. Aslında bölge, daha önceleri mahkum yakınlarının
yaşadığı bir yerleşim yeriymiş. Sonradan lokal sanatçıların, film yıldızlarının
ve yazarların mekanı haline gelmiş. Bir üniversite bölgesi olduğu için de
cafelerde oturan öğrencileri görmek mümkün. Trastevere’ye vardığımda akşam olmuştu.
Açlıktan ölüyordum. Dar sokaklarda dolaşırken kalabalık yerel bir lokanta
keşfettim. Sokakta bana bir masa bulup oturttular. Şarabımı ve yemeğimi
söyledim. Yiyip içmekten daha muhteşem bir tatil olabilir mi? Üstelik İtalya’da.
Her yudumun, lokmanın tadını çıkarmak kural burada. Ben de öyle yaptım.
Da Tony, Trastevere
Son günümde Roma’nın çiçek pazarı Campo de Fiori’ye uğradım. Rengarenk bir pazar yeri burası.
Sıkılmış taze nar suyumu yudumlarken tezgahların arasında dolaştım. Çeşit çeşit
peynirler, salamlar, zeytinyağları... İnsan hepsinden almak istiyor. Fakat
küçük bavulumda sadece şarap için yer vardı. Bu yüzden şehirde bulunduğum süre
içinde, almak gibi bir alternatifim olmadığından, herşeyin tadına bakmaya
çalıştım. Pazarın kurulduğu meydan 16. ve 17. yüzyıllar engizisyon döneminde
kafirlerin, yani günümüzdeki değişiyle bilim insanlarının kazığa bağlanarak
yakıldığı yermiş. Ünlü filozof Giordano
Bruno dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söylediği için bu meydanda
yakılmış. Şimdi bu meydanda bir heykelini görmek mümkün.
Campo de Fiori
Günümün asıl hedefi şehrin kuzeyinde bulunan parkın içindeki Villa Borghese idi. Borgia ailesinin
yaşadığı ve günümüzde müze haline getirilmiş, aile tarafından zamanın ünlü
sanatçılarına yaptırılmış pek çok tablonun bulunduğu skandallar evi. Önce Piazza del Popolo’ya yürüdüm. Buraya Pincio deniyor. Roma’nın kurulu olduğu
yedi tepeden biri. Parkın içinde yürümek keyifliydi. Fakat üç gündür durmadan
yürüdüğüm için artık tabanlarım isyan etmeye başlamıştı. Villa Borghese’ye
vardığımda sadece müze mağazasını ziyaret edip her zamanki gibi kitap ayıracı satın
aldım. Zira turlar dolmuş ve biletler tükenmişti. Gerçekte müzeyi gezecek pek
halim de kalmamıştı.
Roma’nın kapanışını Dolce Vita’nın başladığı yer olan Via Veneto’ya giderek yaptım. Burası
sağlı sollu lüks otellerin, cafelerin ve mağazaların bulunduğu çok da uzun
olmayan bir cadde. Ama adım atar atmaz sosyetik bir yer olduğu hemen
anlaşılıyor. Altmışlı yıllarda paparazzi burada doğmuş. Ünlü film yıldızları
ile görüntülenmek isteyen zengin hanımefendiler ve beyefendiler bu caddedeki
cafelerde cirit atarlarmış, paparazzilerin objektiflerine yakalanabilmek için.
Eh ben de birine oturup proseccomu
sipariş ettim. Şampanya bardağının kenarına asılı çilekle birlikte servis
edilen içkim dolce vitaya layık bir
sunumdu doğrusu. Keyfim yerinde gülümseyerek otelime döndüm.
Dolce Vita
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder