10 Mayıs 2011

Güzel Şehir... Berlin 1

Frankfurt-Essen arası kısa da olsa, iş dışında kendime ait bir haftasonum vardı Almanya’da. Ne zamandır gitmek istediğim Berlin’i görmek için iyi bir fırsat olduğunu düşündüm. Ne kadar iyi yapmışım.

Nisan aylarında hava genellikle şaibelidir. Yağmur yağma ihtimali yüksektir. Geçen sene pek yaz olmadı Almanya’da. Bu yüzden biraz tereddütlüydüm. Yine de haftasonumu Essen’de geçirmekten iyidir deyip Frankfurt’dan atladım trene. Yaklaşık dört saat sonra Berlin’deydim. Gece saat on sularında vardım şehre. Korkunç bir rüzgar kapıp koparıyordu. Panik yapıp Spandau tren istasyonunda indiğimden bir taksi bulup otelimin olduğu Fasanenstrasse’ye ulaşmam gerekiyordu. Bu ülkede taksiler öyle her yerlerden çıkmaz karşısına insanın, Türkiye’de olduğu gibi. Önce bir taksi durağı bulmak gerekir. Çekçeği kırık bavulumu rüzgara karşı sürükleyerek yürümeye başladım. Bir yandan da nereden taksi bulacağımı düşünürken karşıma İbis otel çıktı. Kendimi hemen lobiye atıp resepsiyondaki kızdan bana bir taksi çağırmasını rica ettim. Üç buçuk milyonluk şehir nüfusunun üç yüz bini Türk olduğundan şoförümün de Türk olması beni hiç şaşırtmadı.

Taksi şoförü memleketdaşı olduğumu öğrenince başladı konuşmaya. Hayat hikayesini anlattı. Karısını, iki çocuğunu ve tabi Almanya’daki Türk halkını. Kültür farklılığından girip, politikadan çıktık. Çoğunlukla haklısınız demekle yetindim. Böyle durumlarda renk belli etmemek her zaman çok daha güvenlidir.

Otele varmamız neredeyse yirmi dakikamızı aldı. Şimdi düşününce, tren Berliner Zoo durağına kadar gidiyordu. Panikle kendimi trenden atmasaydım otelime yürüme mesafesine kadar gidebilirdim.

Savoy, Berlin’deki en eski otellerden biri. Zamanında burada Greta Garbo, Henry Miller gibi ünlüler de kalmış. Odamdaki eski yıllara ait mobilyalar kendimi bir film yıldızı gibi hissettirmese de o dönemlerin yaşayışını düşünmeme neden oldu. Banyo, kocaman akrilik küveti ile modern bir görünümdeydi. Odamı, aslında otelin eski havasını sevmiştim.
Ertesi gün aklımda, erken kalkıp yürüyerek şehri gezme planı vardı. Konforlu yatağımda şehrin haritasına göz gezdirirken uyuyakaldım.

Her şehrin seyahat kitaplarında bahsi geçen ünlü bir marketi vardır. Berlin’de de Cumartesi günleri taze meyva, sebze ve çiçek satılan bir Pazar kuruluyor. Pazar, şehrin güney bölgesi Schöneberg’de. Haritamda ufacık harflerle yazılmış Winterfeldstrasse’yi bulduktan sonra kendime bir yürüyüş rotası çıkardım.Yürüyerek gezmek hem yorucu hem de zaman açısından uzun olsa da insan daha çok yer görebiliyor. Tabi öte yandan Almanca bilmediğim için otobüslere binme fikri de beni geriyordu. Winterfeld Markt’a varmam yaklaşık yarım saatimi aldı. Hava güneşli olmasına rağmen sabah saatleri olduğundan soğuktu. Yani insana Almanya sokaklarında yürüdüğünü her adımda hatırlatır cinsten. Saat dokuz civarı tezgahlar daha yeni kuruluyordu. Rengarenk meyvalar, özellikle çilekler oldukça davetkar duruyorlardı bu tezgahlarda. Yiyeceğin dışında giysiler, aksesuarlar ve daha pek çok ıvır zıvır da vardı pazarda. Ama alışveriş etmek yerine renklerin beni şımartmasını tercih ettim. Yavaş yavaş karnım da acıkıyordu. Sokak aralarında kahvaltı edebileceğim bir yer ararken gözüme Cafe Berio ilişti. İçerisi dolu olduğu için burasının insanlar tarafından tercih edilen bir yer olduğuna kanaat getirip girdim. İlk izlenimim burasının bir gay cafesi olduğuydu. Çünkü garson ve yerin sahibi olduğunu düşündüğüm bir adam tamamen gay görünüşlüydü. İçerideki masalarda da çiftler oturuyorlardı. Hepsinin erkek olması doğal olarak şüphelenmeme neden oldu. Fakat homoseksüellik beni rahatsız etmez. Güzel bir masaya yerleştim. Kahvaltı menüsü muhteşem görünüyordu. Kocaman bir italyan kahvaltısı ile earl grey çayımı da söyleyince keyfim yerine geldi. Garsonum güler yüzlü ve çok kibar bir insandı. Onunla konuşurken almanca kelimeler kullanmaya çalıştığımda bana ingilizce cevap veriyordu. Kahvaltımı ederken seyahat defterime de notlar aldım. Berlin maceram harika başlamıştı. Ve öyle de devam etti.

Rotama göre Potsdamer Strasse’den yukarı devam ettim. Hedefim Leipziger Strasse’yi takip edip Friedrichstrasse’ye varmaktı. Potsdamer meydanına vardığımda büyük bir turist kalabalığı gördüm. Doğu Alman asker üniforması giymiş genç bir adam geçiş için vize veriyordu. Arkasında da eski duvarın parçalarını sergiliyorlardı. İkibuçuk euro ya vize almak mümkündü günümüzde. Ama soğuk savaş döneminde sınırı geçmek isteyen pek çok kişi bu hakkı hayatıyla ödemişti. Şimdiyse Doğu Alman vizesi almak turistik bir eğlence gibi görünüyordu. Fotoğraf çekip yürümeye devam ettim. Potsdamer Platz gerçekten de görkemli bir meydan. Sony ve Daimler işbirliği ile yapılmış binalar kompleksinin ortasında buldum kendimi. Sony’nin devasa bir mağazası var burada. Gerçekten de görülmeye değer. Aynı zamanda sinema müzesi de bu bölgede. Müzeyi gezmedim ama mağazasına uğrayıp magnet ve bookmark almayı ihmal etmedim.  


Sony Center, Potsdamer Platz


Friedrichstrasse de Ku’damm gibi Berlin’deki büyük alışveriş caddelerinden biri. Sağlı sollu pek çok tanıdık mağaza görmek mümkün. Ama mağazalar benim pek de ilgilimi çekmiyordu. Amacım bu caddenin sonundaki Alman Guggenheim’i gezip oradan da Museumsinsel’e doğru yürümekti. Fakat Guggenheim kapalıydı. Yeni bir sergi hazırlığı içindelermiş. Bir dahaki sefere artık.

Hava öylesine güzeldi ki, saat de öğlene geldiği için artık harika alman biralarından içme vaktim de gelmişti. Humboldt üniversitesinin karşısındaki sokak cafelerinden birine oturdum. Dunkel biramı söyledim ve yazmaya devam ettim. Humboldt üniversitesi Almanya’nın en eski ve en prestijli üniversitesiymiş. Yirmidokuz Nobel ödüllü insan yetiştirmiş. Bunlardan biri de Albert Einstein. Şehrin tarihi dokusu insanı gerçekten derinden etkiliyor. Biram leziz, keyfim yerinde, yorgunluğumu atıyorum şehrin sayısız sokak cafelerinden birinde.


Ama zaman durmuyor ve benim çok az vaktim var, mümkün olduğunca çok yer görmek için. Museumsinsel’e, yani müzeler adasına vardığımda Berliner Dom ihtişamlı duruşuyla karşıma çıkıyor. Katedralin önünde kocaman ve yemyeşil çimenlik bir meydan var. İnsanlar burada piknik yapabiliyorlar. Tabi bizim mangallı pikniklerden değil onlarınki. Dumanlar tütmüyor hiçbir yerden. İnsanlar sadece çimenlere uzanıp güneşin ve günün keyfini çıkarıyorlar.
İnsan gözlerini katedralin devasa kubbesinden alamıyor. Genelde kilise gezmeyi tercih etmem gittiğim Avrupa şehirlerinde. Fakat bu katedral beni adeta kendine çekti. Mutlaka içine girmeli, hatta kubbesine çıkmalıydım. Beş euro giriş ücretini ödeyip içeri girdim. Muhteşem bir altar ve devasa bir alanın insana verdiği huşu hissi kiliselerin ortak özelliklerinden olsa gerek. Kubbeden Berlin manzarası da muhteşem. İyi ki çıkmışım hissi ile tekrar aşağıya inip Pergamon müzesini aramaya koyuldum.

Berliner Dom

Müzeler adası dünyadaki en önemli müze komplekslerinden biri olarak görülüyor. Altes Museum, Neues Museum, Alte Nationalgalerie, Bode Museum ve Pergamon bu komplekste yer alıyorlar. Zamanımın yetersizliğinden tüm bu müzeleri görmemin imkansız olduğunu biliyordum. Pergamon, aslında Bergama görmek için seçtiğim tek müzeydi Berlin’de. Uzun bir bilet kuyruğundan sonra müzeye girdiğimde devasa Pergamon altarı ile karşılaştım. Bu altar milattan önce ikinci yüzyılda inşa edilmiş. Altarın her yeri mitolojik tanrı figürleri ile bezenmiş. Yirmi metre genişliğinde merdivenler ile tırmanılıyor. Yukarıda da yine pek çok tanrı figürü görmek mümkün. Koca bir şehir altarını Bergama'dan Avrupa’ya taşımışlar. Bizim zamanında değer vermediğimiz kalıntılar şimdi dünyanın en önemli müzelerinden birinde sergileniyor, Suriye’den ve Irak’tan alınmış diğer milattan önceye ait eserlerle birlikte. Dediğim gibi şehrin tarih kokan dokusu insanı en başından beri esir alıyor.  Büyüklükten başım dönmüştü ki, bir yan bölüme geçtiğimde Milet Pazar kapısı ile karşılaştım. Kapı deyince insanın aklına sade bir yapı geliyor olabilir. Ama karşıma çıkan görüntü, Efes harabelerindeki kütüphane girişinden pek farklı değildi. Muhteşem bir manzara. Yine ülkemizin Aydın şehrinden alınıp Berlin’e getirilmiş tarihi bir şahaser. Bu kadarla bitmedi. Daha sonraki bölümde de Babil’in İştar kapısı sergilenmekteydi. Duvarlardaki lacivert ve sarı sırlı tuğlalar göz alıcıydı, özellikle de milattan önce 565 yıllarında inşa edildiği düşünülürse. Kapının bir parçası da İstanbul Arkeoloji müzesinde sergilenmekte. Berlin’deki müzeler adası UNESCO’nun dünya mirasları listesinde yer almayı hak ediyor.

Berliner Dom'dan Spree Nehri

Tüm gün hayranlık içinde şehri gezerken yemek yemeyi unutmuştum. Şehrin yine ünlü meydanlarından biri olan Gendarmenmarkt’da karşıma Lutter&Wegner’in binası çıktı. Seyahat kitabımın dediğine göre yemek yenecek en iyi ilk on restaurant arasındaymış burası. Hemen sokak üstündeki güneş alan masalardan birine yerleşip pembe şarap ve patatesli gnocchi söyledim. Sanıyorum bu İtalya’da yediğimden bile daha leziz bir gnocchiydi. Menüde yazdığına göre köpüklü şarap ilk bu binada icat edilmiş. Almanlar sekt diyorlar. Bir kadeh de sekt içtim mecburen, ilk icat edildiği yer olması şerefine.


Lutter&Wegner, Sekt


Artık yorgunluktan ayaklarımda derman kalmamıştı. Otelime dönmeden önce Ku’damm üzerindeki Berliner Biersalon’a uğrayıp guinness biramı içerken ‘’keşke İstanbul’da da bu denli samimi bir ortamda istediğim birayı içebileceğim bira salonları olsa’’ diye düşünmekten kendimi alamadım. Bir banyoyu çoktan hak etmiştim doğrusu. Küveti doldurup köpüklerin arasında kayboldum.                  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder