27 Aralık 2011

Kudüs, Israil

İsrail’e ilk seyahatimde Kudüs’ün Tel Aviv’e araba ile sadece kırkbeş dakika uzaklıkta olduğunu bilmediğimden Old City’i gezecek zaman bulamamıştım. Benim açımdan kötü bir planlamaydı. Tüm zamanım toplantıdan toplantıya koşturmakla geçmişti. Üstelik Temmuz çok sıcak olduğu ve rutubet de tavana vurduğu için insanın elini kolunu kaldırması neredeyse imkansızlaşıyordu. Kudüs’ü görmek içimden bile gelmemişti.

Fakat Kasım sonunda yaptığım seyahatim adeta rüya gibi geçti. Kış ayları İsrail’i ziyaret etmek için mükemmel. Bizim baharımızı onlar kışın yaşıyorlar. İstanbul’u yağmurlu ve 8 derecelerde bıraktıktan sonra Tel Aviv’in Ben Gurion havaalanında karşılatığım taze bahar havası bana yeniden doğmuşum hissi verdi bir anda. Oysa önümdeki 4 gün içinde yaklaşık 10 adet toplantı yapmam ve otobanda bir şehirden diğerine seyahat etmem gerekiyordu. İsrail’de işbirliği yaptığımız distribütörümüz eşliğinde seyahatim başladı.

İsrail’de bir şehirden diğerine araba ile seyahat etmek oldukça kolay ve rahat. Ülkenin otobanları keyifli bir sürüş için çok uygun. Trafik İstanbul’da alıştığımız karmaşadan farklı, sakin akışını sürdürüyor gün içinde. Sadece sabah erken saatlerde ve akşam iş çıkışlarında İsraillilerin esefle yakındığı bir yoğunluk oluyor ki İstanbul trafiğinin cehennem azabı ile karşılaştırılması mümkün bile değil. İsrail’de araba ile iş seyahati yapmanın en sevdiğim yanı, otoban üzerindeki coffee shop’larda konaklamak. Özellikle sabah saatlerinde güne başlamadan önce bir kahve içip uyanmak için herkesin uğrak yeri olmanın yanında, bu shop’lar aynı zamanda buluşma noktası olarak da kullanılıyor. İki müşterimle böyle bir cafe’de toplantı yapmak ve aynı zamanda güzel bir bahar gününün tadını çıkarmak oldukça ilham verici oldu benim açımdan.



Gittiğimde genellikle Tel Aviv’de aynı otelde kalıyorum. Olimpiyat oyunları için inşa edilmiş bir spor kompleksi Kfar Maccabiah. Şehrin merkezinde olmadığı için bütün bağlantı yollarına da yakın. Odalar büyük ve konforlu. Kompleksin içinde her türlü spor imkanı da mevcut. Otelimin açık büfe kahvaltılarında en çok yediğim ve sevdiğim şey “cottage cheese” dedikleri bir tür beyaz peynir. Bizim beyaz peynirimizden tamamen farklı, fakat bir o kadar da leziz bir peynir çeşidi. Aslında İsrail’de ne yediysem tadı damağımda kaldı diyebilirim. Mutfakları türk, balkan ve arap etkilerini taşıyor. Lezzetler bizim damak tadımıza son derece uygun. En önemli mezeleri humus. Pek çok meze ismi Türkçe ile aynı hatta. İkra en çok yenilen mezelerden diğeri. Bunun yanında sokakta her yerde falafel yemek mümkün. Ayrıca şahane ekmekleri var. Zamanı denk gelirse içi marmelatlı Hannuka donatlarını da cappucino eşliğinde mutlaka tatmanızı tavsiye ederim.

Eğer çöldeki küçük şehir Beer Sheva’ya yolunuz düşerse Big alışveriş merkezindeki PITPUT  steak house’da John Lee Hooker blues eşliğinde kuzu pirzola yemelisiniz. Dikkatinizi çekerim, başka bir yerde ikisini bir arada bulmanız pek mümkün olmayabilir. Hayatımda yediğim en lezzetli kuzu pirzolaydı. Tabi bir kırmızı şarap sever olarak İsrail’in tadı damağımda kalan şaraplarından bahsetmeden geçemeyeceğim. Birlikte seyahat ettiğim İsrailli meslektaşlarım da şarap konusunda hassas olduklarından her yemekte farklı bir üreticinin şarabını tatma fırsatı buldum. Eğer birkaç isim vermem gerekirse, mutlaka denemeniz gerekenler; Galil (Yiron ya da Meron), Alexander, Bazelet, Bravdo, Dalton, Clos de Gat (Har’el). Ben Gurion havaalanında tüm markaları bulmak mümkün. Hatta üç şişe alana 1 tane bedava kampanyasından da yararlanabilirsiniz.


Jaffa

Dünyanın en eski sahil şehirlerinden biri olduğu iddia edilen Jaffa eski zamanlarda Tel Aviv’den ayrı bir şehirmiş. Şimdilerde ise iki şehir birbirinin içine geçmiş, hatta Jaffa, Tel Aviv’in bir semti haline gelmiş. Bu eski şehirde Osmanlı mimarisinin izlerine rastlamak mümkün. Parkları ve eski dar sokakları ile keyifli zaman geçirilebilecek turistik bir bölge burası. Hava o kadar güzeldi ki, sokak cafe’lerinden birinde bir kadeh beyaz şarap eşliğinde yenen öğle yemeği günümün ilk yarısının tüm yorgunluğunu alıp götürdü. Ardından eski şehrin dar sokaklarında kısa bir yürüyüş yaptık. Denizin mis gibi kokusu ile karışan şarabın verdiği mayhoşluk hissi tatil özlemi ile doldurdu ruhumu.

İsrail hakkındaki tüm pozitif izlenimlerimden sonra seyahatimin en önemli kısmı olan Kudüs ziyaretimden bahsetmek istiyorum. Kudüs İsrail’in nüfusu en yüksek şehri. Yapılar, şehrin doğal dokusunu korumak amaçlı bölgede bulunan çöl rengindeki doğal taşlarla kaplı. İsrail parlamentosu Knesset de yine Kudüs’te.


Scopus Dağı'ndan Kudüs manzarası

Eski şehri gezmeden önce Scopus dağına çıkıp şehre tepeden bakmakta fayda var. El Akza ve Altın Kubbeli caminin uzaktan manzaraları görülmeye değer. Şehre, ana kapı olan Jaffa köprüsünden giriliyor. Ama arabanızı park edeceğiniz bölgeye göre değişiklik gösteren farklı girişleri de kullanmanız mümkün örneğin Damascus Kapısı. Kudüs çok turistik bir bölge olduğu için her zaman hınca hınç kalabalık. Şehrin beni en çok etkileyen kısmı dar sokakları ile yer altından çıkardıkları Roma dönemine ait sütunlu yolları oldu. Hurva Sinagogunun bulunduğu meydan bana İtalyan plazalarını hatırlattı. Burası Yahudi Bölgesi olarak geçiyor. Kısa bir yürüyüş sonunda Ağlama Duvarına ulaştık. Sıkı bir güvenlik kontrolünden geçtikten sonra duvarın bulunduğu büyük bir meydana girdik. Duvarın önü kalabalıktı. Kadınlarla erkekleri ayırmışlar. Kadınların tarafı erkeklerinkine göre daha kısa. Yakından bakınca duvarın her milimetre karesine sıkıştırılmış, üzerlerine dilekler dualar yazılmış kağıtlar görmek mümkün. Herkes konsantre olmuş, kiminin gözleri kapalı, yüzü duvara dönük dua ediyor. Benim de elimde Ebru’nun bana okuyamam diye arapça yerine türkçesini yazdırdığı dua ile duvara yaklaştım. Bu duayı 7 kere okuyup dilek dilemem gerekiyormuş. Sonuçta duayı 14 defa okuyacak kadar kadınlar tarafında yüzüm duvara dönük dikildim. Biri Ebru biri de benim için. Dilekleri de diledikten sonra fotoğraf çekmeye devam ettim.


Ağlama Duvarı

Yürümeye devam ettik. Sıra Müslüman Bölgesindeydi. Fakat ahşap köprü kapalı olduğu için El Akza’ya giremedim. Çarşının içinden dolaşıp altın kubbeli camiye doğru giderken yolda  görevliler bizi durdurup yolun kapalı olduğunu söylediler. Nereden çıktığını bilmediğim bir arap bize müslüman olup olmadığımızı sordu. Ben de Türk ve müslüman olduğumu söyledim. Dua biliyor musun diye sordu arap bu sefer. Fakat o taraklarda bezim olmadığı için sadece kelime-i şaadet getirebildiğimi söyledim. Türk pasaportum da altın kubbeli camiye girmeme yetecek gibi gözüküyordu. Müslüman Bölgesinin kapısına geldiğimizde, Kudüs’te otomatik silahlarla korunan ve yüksek duvarlarla çevrili bir kapısı olan tek bölge burası, askerler beni durdurup pasaportumu görmek istediler. Yanımdaki diğer arkadaşlarımı bırakıp içeri girdim. Fakat başımı bir eşarpla örtmem ve kollarımı kapatan uzun kollu hırkam yeterli olmamıştı. Giydiğim uzun pantolon da sorun yaratıyordu. Bunun üzerine yanımdaki arap 80 şekelimi alıp onu bir köşede uslu uslu beklememi söyleyip ortadan kayboldu. Müslüman Bölgesi çok sakin, sessiz ve huzur doluydu. Diğer bölgelerden çok farklı kutsal bir havası vardı. Çünkü her isteyen öyle elini kolunu sallayarak giremiyordu. Buraya girebilmek için mutlaka müslüman olduğunuzu kanıtlamanız gerekiyor. Arap, elinde bir paketle geri döndü. Görünüşe göre bana iki parçadan oluşan bir çarşaf almıştı. Altın kubbeli camiye girebilmem için bu çarşafı giymem gerekiyordu. Elim kolum fotoğraf malzemeleri ile dolu çarşafı giyip arabın peşine takıldım. Beni peşi sıra sürükleyip bölgedeki önemli noktaları gösteriyordu. Arada sırada elimdeki fotoğraf makinasına saldırıp kendi istediği yerlerde fotoğrafımı çekme teşebbüsünde bulundu. Arada sırada elimi tutmaya çalışması da beni aşırı derecede rahatsız etmeye yetti. O noktadan sonra gezinin bir an önce bitmesi için dua etmeye başladım. Altın kubbeli caminin dışı tamamen İznik çinileri ile bezeli. Ömer’in cami olarak da adlandırılıyor. İçi de dışı kadar muhteşem güzellikte.


Hz. Muhammed'in dua ettiği yer

Arap beni alıp caminin altında merdivenlerle inilen bir mağaraya götürdü. Orada birkaç kişi daha dua ediyorlardı. Söylediğine göre Hz. Muhammed burada dua etmiş. Ebru’nun bana verdiği türkçe duayı burada da okuyup yazılı olduğu kağıdı Kur’anı Kerim’in içinde bırakıp çıktım. El Akza kapalı olduğu için orayı görmem mümkün olmadı ne yazık ki. Rivayete göre El Akza’nın olduğu noktada Hz. Muhammed göğün yedi kat üstün e yükselip diğer peygamberlerle buluşmuş. Müslümanlar için oldukça önemli bir nokta. Bana rehberlik yapan arap turun sonunda ona verdiğim miktarı beğenmeyip daha fazlasını istedi. Kudüs'te kendimi soyulmuş hissettiğim tek bölge Müslüman tarafı oldu. Diğer bölgeler koşulsuz ziyarete açık.


Altın Kubbeli cami

En son hıristiyan bölgesini ziyaret ettik. Yürüyüşümüz Hz. İsa’nın dikenli telden tacının giydirildiği noktadan başlayıp çarmıha gerildiği noktadaki kiliseye kadar devam etti. Bu yola Via Dolorosa deniyor. Onaltı istasyondan oluşan bir yol. Her istasyonda bir chapel inşa edilmiş. Hz. İsa’nın sırtında haç ile yürürken yaşadığı her önemli an bu yol üzerinde betimlenmiş. İlk yere düştüğü nokta, annesi ile konuştuğu nokta, yorulduğunda ilk duvara dayandığı nokta. Bu şekilde tam onaltı önemli nokta var. Yolun sonunda ise Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği yerde bir kilise inşa edilmiş. Kilisede Hz.İsa’nın öldükten sonra yatırılıp cansız bedeninin yıkandığı taş bulunuyor.


Hz. İsa'nın bedeninin yıkandığı taş

Kudüs görülmeye değer ilginç bir şehir. Orayı ziyaret edenlerin çoğu duygusal olarak etkilendiklerini söyleseler de şehir bende böyle bir etki yaratmadı. Gerçek şu ki İsrail güzel bir ülke. Henüz görmediğim pek çok yeri olduğunu biliyorum. İşim gereği bu ülkeye seyahat etmeye devam edeceğim. Meslektaşlarım çölün de görülmeye değer güzellikte olduğunu söylüyorlar. Umarım bir dahaki sefere. 


22 Eylül 2011

Brighton Felaketi

Son günlerde şu şekilde yakınır oldum arkadaşlarıma,

‘’İşim için yurtdışına çok seyahat ediyorum. Artık evimde oturmayı özledim.’’

Onlardan aldığım karşılık ise;

‘’E ne kadar güzel seyahat ediyorsun işte.’’

Aslında bu şekilde yorumlamaları çok normal. Neticede şirketin ödediği bir seyahat herkese cazip gelebilir. Üstelik daha önce gitmediğim ülkeler ya da şehirleri de kapsıyorsa. Fakat ben üst üste gelen bir dizi iş yolculuğundan o kadar bunaldım ki, bu yıl neredeyse hiçbir yer cazip gelmemeye başladı. Bu yüzden de bu sene bayramlarda tatil planı yapmamaya karar verdim.

Temmuz ayında Frankfurt, ardından haftasonu bir satış toplantısı için Londra’ya uçup, oradan da Brighton’a geçmem gerekiyordu. Tüm aksilikler o Cumartesi sabahı Frankfurt havaalanına vardığımda başladı. Almanya’daki üç günlük pazarlama eğitiminden sonra kafam dolu ve son zamanlardaki gibi dalgın, Lufthansa kontuarına gelip check-in yaptırmak için pasaportumu görevliye uzattım. Görevli önündeki ekranı kontrol ettikten sonra ‘’sizin biletiniz yok’’ dediğinde, birden tüm dalgınlığım ve yorgunluğum yerini paniğe bıraktı. Sonra gerçekler yavaş yavaş kafamda aydınlandı ve o kadar koşturmacanın arasında biletimi yaklaşık bir ay kadar önce Lufthansa’dan British Airways’e değiştirdiğimi hayal meyal hatırlamaya başladım. Ama hala emin değildim. Lufthansa bilet satıştan, gerçekten de biletim olmadığını doğrulattıktan sonra, biletimin BA’in sabah uçuşuna olduğunu kesin olarak hatırladım. Ufak bir sorun vardı, BA uçağı kalkmak üzereydi ve yetişmem imkansızdı. Bir sonraki ise, öğlen iki uçağıydı. Seyahat acentasını arayıp beni acilen öğlen iki uçağına koymalarını istedim. Neyse ki uçakta yer vardı ve biletimi ufak bir ceza ile değiştirebileceklerdi. Derin bir nefes alıp check-in yaptırdım. O gün, bir şekilde bir daha dönmek istemediğim Londra'ya gitmem gerekiyordu.

Yanan eski Brighton Pier'i
Hayatımda iki kere uçak kaçırdım. Ve ne gariptir ki her ikisi de İngiltere ilintili uçuşlardı. Her uçuş öncesi yaşadığım gerginlik ve havaalanına üç saat önce gitme isteğim, Londra’dan İstanbul’a yaptığım son eve dönüş yolculuğumdan kalmadır. 1995 yılında Londra maceramı bitirmiş, yeterli derecede ingilizce öğrendiğime kanaat getirerek İstanbul’a dönmeye karar vermiştim. Gatwick havaalanına gitmek için Londra’nın Victoria tren istasyonuna geldiğimde korkunç bir kalabalıkla karşılaştığımı hatırlıyorum. Herkes bekliyordu. Sonradan öğrendik ki tren yolu üzerinde banka soyguncuları ile polis arasında silahlı bir çatışma yaşanıyordu. Böylelikle o gün pek çok insan uçağını kaçırmıştı. Ben de dahil.

Bu anılar kafamda capcanlı hiçbir zaman sevemediği British Airways’in uçağına bindim. Keyifsiz bir uçuştan sonra Londra Heathrow’a indim. İlk karşılaştığım şey korkunç uzunlukta bir pasaport kontrol kuyruğuydu. Elimde önceden doldurduğum form, pasaportum ve çantamla kuyrukta yaklaşık 45 dakika kadar bekledikten sonra sorunsuz bir şekilde kontrolü geçtim. İngiltere topraklarındaydım artık ve önce Gatwick’e gitmek için otobüs bulmam gerekiyordu. Şehirler arası otobüs işletmesi National Express gişesinden GBP 25 ödeyerek biletimi aldım. Dünyanın en pahalı şehirlerinden birinde olduğumu o an hatırlamıştım. Fakat binmem gereken otobüs gelmedi. Otoyolda bir kaza olduğundan tüm otobüsler gecikmeli çalışıyormuş. Güzel, şimdi hangi otobüse binecektim. Neyse ki başka bir otobüs beni ‘’lütfen’’ kabul etti de yollarda sürünmek zorunda kalmadım. Heathrow’dan Brighton’a varmak çok kolay değil. Biraz çetrefilli bir yolu var. Gatwick’ten de trene binmek gerekiyor. Toplam yolculuk, gecikmelerle birlikte yaklaşık iki saat kadar sürdü. Sonunda İngiltere’nin ‘’şirin’’ balıkçı şehri Brighton’daydım. Bir taksi ile otelime vardım. Okyanus kenarında, Brighton Pier’e bakan bir otel. Odamın deniz manzarası da şahaneydi. Fakat ben yolculuktan dolayı o kadar yorgun ve bezgindim ki gözüm manzara falan görecek durumda değildi. Pazartesine kadar bir tam günüm daha vardı ve bu zaman içinde şehri gezebilir bol bol fotoğraf çekebilirdim.

Brigton Pier'i
Cumartesi akşamı Brighton bir parti şehrine dönüşüyor adeta. Özellikle The Lanes bölgesi, küçük sokakları ve sokaklar üzerindeki pubları, restaurantları ile cıvıl cıvıldı. O kadar çok pub seçeneği mevcut ki hangisine oturacağıma karar vermek için bir süre dolaştım. Pub yemekleri pek başarılı olmaz genellikle. Ama benim hedefim yemekten çok en sevdiğim birayı ‘tap’ ten içebilmekti. Guinness’i Türkiye’de bu şekilde içmek mümkün değil ne yazık ki. Ya şişede ya da kutuda bulunabiliyor. Fakat aynı lezzette olmuyor kesinlikle. Pubta boş bulduğum tek masaya oturdum. Avrupa’da her yerde masaya servis gelir. Fakat İngiltere’nin publarında böyle bir seçenek yok. Barda yemeğimi ve biramı şipariş ettim. Guinness’in en sevdiğim yanı tadı dışında köpüğüdür. Bardağı bitirene kadar o köpük her zaman mevcuttur. Bira hiçbir zaman ‘flat’ olmaz ve içiminin en eğlenceli kısmı da, bardağa havada daireler çizdirerek köpüğü artırmaya çalışmaktır, benim için. Tüm rituelleri yerine getirdim. Keyfim yerine gelmişti. Kalabalık sokaklardan geçerek otelime döndüm. Upuzun bir koridorda yürüyerek ulaşılan odama geldiğimde elektronik oda anahtarımın kapıyı açmadığını fark ettim. Aynı koridoru geri dönerek resepsiyonda anahtarımı özürler eşliğinde düzelttirdim. Sonrasında bu olayı otelde kaldığım üç gün boyunca hergün yaşamak zorunda kaldığımdan otel yetkilisine şikayette bulunmak farz olmuştu. Otelde kalan diğer bazı arkadaşlarım da aynı sorunu yaşadılar bu arada. Yani tüm evren sadece bana karşı değildi İngiltere’de kaldığım sürece. Otel ile ilgili en önemli ayrıntılardan biri, aslında Brighton’daki tüm oteller için bu geçerli, oda ücretleri Cuma ve Cumartesi günleri neredeyse haftaiçi fiyatının iki katına çıkıyor. Haftaiçi GBP 99 olan oda fiyatım Cumartesi gecesi GBP 179 olmuştu. Türk parasına çevrilince bu otel için ödenen para saçma sapan bir miktara geliyordu.

Brighton Sahil
Bunların hiçbirine takılmamaya çalışarak güzel bir uyku çektim. Fakat farklı bir zaman diliminde olduğum için (Türkiye’den iki, Almanya’dan bir saat geri) sabah saat altıda uyandım. Dışarıda çok güzel bir ışık vardı. Ben de fotoğraf makinamı kaptığım gibi dışarı attım kendimi. Sahil boyunca Brighton Pier’e kadar yürüdüm. Kumsala indim. Bu arada fark ettim ki o saatte bile bazı gece klüplerinde parti devam etmekteydi. Kızlar yarı çıplak, erkekler popolarından düşen kot pantoları ile sağda solda cirit atıyorlardı. Belli ki uyumak için evlerine daha gitmemişlerdi. Polis ise, bir yandan sokakta gençleri kelepçeleyip tutukluyordu. Tanrım ne kadar da harika bir ülkedeyim diye düşünmekten kendimi alamadım.



Bu şehrin insanları haftasonları kumsalda yaşıyor. İlerleyen saatlerde odamda kitap okuyup bir yandan da kumsalı seyrederken, yüzlerce insanın piknik yapıp (dumansız), güneşlenip, oyunlar oynadığını fark ettim. Sakin bir Pazar günüydü. İki iş arkadaşım şehre varana kadar da otelden çıkmadım. Onlarla otelin lobisinde buluşup sahilde yürüdük. Güneş batmak üzereydi. Deniz kenarında canlı müzik yapan bir bara oturduk. Herkes sokaktaydı. Müzisyen grup eski rock parçaları çalıyordu. Hepimiz biralarımızı yudumlarken sözlere eşlik ettik. Etrafımızdaki o kadar canlı bir kalabalıktı ki insan istemeden kendini eğlencenin ortasında buluyordu. Brighton gerçekten bir parti şehri. Londra, trenle sadece yarım saat mesafede olduğu için, gençler büyük şehirden buraya haftasonları sadece parti için gelirlermiş.

Brighton’da bulunma amacımız satış toplantısıydı. Diğer tüm arkadaşlar Pazartesi sabahı otele vardılar. Bu toplantının önemli ‘yan olayı’ ise açık deniz balıkçılığıydı. Pazartesi öğleden sonra iki gruba ayrılarak balıkçı teknelerine binip açık denize çıktık. Balık tutmaktan nefret ettiğim gibi, deniz tutmasına karşı da oldukça dayanıksızımdır. Fakat bu gezintiden kaçma gibi bir şansım yoktu. Ama tabi olta tutup, balık beklemek gibi bir durumum da hiç olmadı. Midemin bulanmaması için sabit bir köşede durup ufku seyrederek dört saat geçirdim. Bu arada da komik anları fotoğraflamaya çalıştım.

Balık tutar gibi yaparken :)
Brighton’da görülecek çok fazla yer yok. Dışarıdan bakıldığında küçük ve sevimli bir balıkçı şehri. Waterfront ve Pier şehrin en önemli ve en kalabalık bölgesi, The Lanes’in restaurantları ve pubları ile birlikte. Eğer parti yapma modundaysanız ve Londra’da yeteri kadar gece klübü ve eğlence yok diyorsanız ‘belki’ Brighton’a uğramanızı tavsiye edebilirim.

21 Eylül 2011

HOME

Türkçe’de ev ya da yuva kelimesi kullanılabilirdi. Fakat ingilizce HOME sözcüğünü daha çok seviyorum. Türkçe’deki sıcak anlamlarının tamamını hissettiriyor bana. Dolayısı ile bu kelimeyi kullanmak istiyorum yazımda.

Son zamanlarda yaşadığım hayatın bana ait olmadığını hissediyorum. Ya da benim o hayata ait olmadığımı. İkisi de aynı kapıya çıkıyor gerçekte. Bu da ne demek diyebilirsiniz. Aslında çok basit; uzun zamandır doğup büyüdüğüm şehirde, mahallede, hatta apartmanda yaşamaktan mutlu değilim. Bunun temelde pek çok toplumsal ve kültürel nedeni var. Nedenler ne olursa olsun, önemli olan kendimi artık bu yere ait hissetmiyor olmam. İnsan kendini ait hissettiğinde evimdeyim diyebiliyor ancak.

Daha genç olduğum yıllarda göçebe olmayı isterdim. Elimde bir bavul ya da ufak bir çanta seyahat edip, başladığım noktaya geri dönmemek en büyük hayalimdi. Bugünlerde uzak diyarlara yolculuklar hayal etmek ve bunu gerçekleştirebileceğimi bilmek bana sonsuz bir özgürlük hissi veriyor. Ama başladığım noktaya geri döneceğimi bilmek şartı ile. Son zamanlarda geri dönebileceğim bir HOME ihtiyacı var içimde.

Kısa süre önce, benim de bir zamanlar hayal ettiğim şekilde senelerce göçebe olarak yaşamış bir insanla tanıştım. Her ne kadar göçebe bir millet olduğumuz söylense de, Türk aile yaşantısına uzak bir kavram bugünlerde göçebelik. Bu insan, Türk değil. Hayatının yirmi yılını Güney Doğu Asya’da, doğduğu ülkeden binlerce kilometre uzakta geçirmiş, şimdilerde orta yaşlarının da ortalarında olan bir adam. Evinden ayrı yaşamasının kendine göre pek çok sebebi var. Kimi benim anlayabildiğim, kimi ise anlayamadığım, bana uzak olan nedenler. Geçmişi sorgulamak bugünü pek fazla değiştirmediği için, geçmişi geçmişte bırakmak en iyisi diye düşünüyorum. Bahsetmek istediğim, beni düşündüren konu, bu adamın bugünü ve geldiği nokta ile özlemleri.

İlk konuşmaya başladığımızda bana ‘’ölmek için bir yer arıyorum.’’ demişti. Son üç senedir bir bavulun içinde, evinden uzak yaşadığını fark ettiğinde çok şaşırmış.

‘’Bu kadar zamanın geçtiğini bilmiyordum.’’ 

Dünyanın farklı köşelerinde eşyalarını koyduğu depolar varmış. Güney Doğu Asya’da bıraktıklarını muhtemelen bir daha göremeyeceğini söylediğinde sesi hüzünlüydü. Hayatta geriye dönüşün olmadığına inansa da, geri dönmek isteyeceği bir HOME arıyor bugünlerde. Öyle yalnız ve tek başına bir hali var ki, yaşadığı sonsuz heyecanlı, dolu dolu hayatının bu noktasında, hissettiği terk edilmişlik duygusu ile savaşmaya çalışıyor. Aslında kimsenin onu terk ettiği yok. O terk etmiş pek çok şeyi. Bağsız, köksüz kalakalmış dünyanın bir köşesinde. Kararsız, ona evdeymiş gibi hissettirecek, tutunabileceği somut birşeyler arıyor. Bu yüzden de karşısına çıkan her ana, her mekana, her kişiye ‘’acaba bu mu?’’ diye yaklaşıyor. Çoğunun sonu hayal kırıklığı olsa da denemekten yılmıyor.

‘’Kendimi güvende hissedebileceğim, temiz bir evim olsun istiyorum.’’

Onun hayatının bugünkü kesitine şahit olmak beni düşündürdü. Oysa tanışmamıza vesile olan, onun bu denli çok seyahat edip, bir göçebe gibi yaşamasıydı. Onda beni kendine çeken şey, özgür ruhu ve köksüzlüğüydü. Yaldızlı dış tabakanın altındaki korkuları ile yüz yüze geldiğimde ise, günün sonunda sığınacak bir evim olması seçeneği kendimi güvende hissettirdi bana. Fakat bunun bir adım daha ötesi olmalı diye düşündüm o an. Çünkü HOME, sadece dört duvardan ibaret betonarme bir yapı olmaktan çok uzaktı hayallerimde. Benim de dört duvarım vardı işte. Yine de birşeyler eksikti.

O zaman fark ettim ki, HOME bir ‘yer’ olmak zorunda değildi. HOME aslında geri dönmek isteyebileceğim bir insandı.

13 Haziran 2011

Bali 4

Büyük Kutsal Dağ Beni Yendi !
Gunung Agung’a Tırmanış

Bali volkanik bir ada. Dolayısı ile hala aktif yanardağları var. Bunlardan en yükseği Agung dağı en son 1963 de patlamış ve adanın halkına çok büyük zarar vermiş. Dağ, aynı zamanda kutsal sayılıyor. Bali’nin ana tapınağı Besakih de bu dağın eteklerinde bulunuyor.

Agung’a tırmanmak yine yapılacaklar listemin en üst sıralarında yer alıyordu ve ben bu konuda çok heyecanlıydım. Dağa iki noktadan tırmanılıyor. En uzun tırmanış Besakih’ten başlayıp yaklaşık altı saat süreni. Diğeri de Pura Agung tapınağından başlıyor ve aşağı yukarı üç ile dört saat arasında sürüyor yürüme hızına göre. Gitmeden önce internette araştırma yaparken pek çok tur şirketine elektronik posta göndermiştim. Çoğu, bunlar arasında Surisna da vardı, tek kişilik tırmanış düzenlemediklerini, minimum iki kişi olunması gerektiğini söyledi. Çok kızmıştım. Tek başına seyahat eden biri dağa tırmanamayacak mıydı yani? İki kişilik parayı bastırırsa tırmanabiliyor tabi ki. Bunun da değeri Rp 1.000.000, yani yaklaşık 115 amerikan dolarına denk geliyor. Ben Besakih’ten tırmanmak istiyordum. Daha uzun ve daha zorlu olanını başarmalıydım. Fakat tur şirketi sadece Pura Agung’tan yürüyüş düzenlediğini söyleyince biraz hayalkırıklığına uğramakla birlikte kabul ettim. Pek fazla seçeneğim yoktu zaten. Zira Wayan dışında başka kimse bana olumlu dönmemişti.
Bulutların üzerinde güneş doğarken
Bu tırmanışı yapmaya karar verdiğimde ne düşünüyordum acaba? Büyük ihtimalle ‘’kırda bir gezinti olacak ve dört saat yürüyüp döneceğim, çocuk oyuncağı’’ demiş olmalıyım kendime. Aksi taktirde böyle bir işe kalkışmazdım.

Agung dağına günün doğuşunu seyretmek için çıkılıyor. Bu yüzden de yürüyüş sabaha karşı saat 2 de başlıyor. Yani zifiri karanlıkta. Wayan beni Ubud’tan gece yarısı alacağını söylemişti. Hava kararıp da kendimi gecenin bir yarısı hiç tanımadığım bir adamı ıssız Ubud sokaklarında beklerken bulduğumda, birden kafama dank etti. Bali’de kendimi ilk defa güvensiz hissettim. Bu adam beni alıp dağın başına götürecekti. Başıma ne gelebileceğini hayal bile edemiyordum. Bir an paniğe kapılıp ‘’acaba tırmanıştan vazgeçsem mi?’’ diye düşünmeye başladım. Fakat birkaç dakika içinde önümde bir araba durdu ve karanlıktan bir ses ismimi söyledi. Mecburen arabaya doğru yürüdüm. Wayan hiç de korktuğum gibi bir insan çıkmadı. Sevimli, genç bir adamdı. Yolda bol bol sohbet ettik.
Gunung Agung
Sabah çok erken saatler olduğu için hava oldukça soğuktu. Bense dağ tırmanışına hiç de uygun olmadığımı ince kot ceketimle kendimi titrerken bulduğumda fark ettim. Neyse ki Wayan imdadıma yetişerek üzerindeki fazla sweatshirt ü bana verdi. Ubud’tan Pura Agung’a yol yaklaşık bir saat sürmüştü. Yolda, o bölgede oturan yürüyüş rehberimi de aldıktan sonra Pura Agung tapınağına vardık. Bölgenin korucularından başka kimse yoktu etrafta. Yani dört tanımadığım adamla, bir dağın başında, sabaha karşı, tek kadındım. Hala biraz ürkek diğer turistlerin tırmanış noktasına varmalarını beklemeye başladım. Anlaşılan o ki benim dışımda başka şaşkınlar da varmış. Neyse ki avrupalı bir çift beş dakika içinde vardı da ben de derin bir nefes alıp sakinleşebildim.

Pura Agung
Dağdan önce Pura Agung’un 360 basamağını tırmanmak gerekiyordu. Merdiven çıkmanın beni öldürebileceğini hiç düşünmemiştim daha önce. Basamakların daha yarısına gelmemiştik ki nefesime yetişmekte zorlanıyordum. Diş etlerim sanki çenemden dökülecekmişcesine ağrıyorlardı. Sık sık durup soluklanmak zorunda kaldığımı fark eden rehberim Wayan, evet yürüyüş rehberimin de adı Wayan’dı, acele etmemem gerektiğini, dinlenebileceğimizi söyledi. Hazır dinlenirken Bali’deki isimler konusunda da ufak bir bilgi vermek istiyorum. Şimdiye kadar yeri gelmemişti.

Bali’de kime ismini sorsanız ya Wayan’dır ya da Made’dir. Bu isimler ailedeki kaçıncı çocuk olduklarını gösteriyor. İlk çocuklara Wayan, ikinciye Made, üçüncüye Nyoman ve dördüncüye de Ketut ismini veriyorlar. Eğer beşinci çocuk olursa, tüm isim sıralaması tekrar Wayan’dan başlıyor. Bu lakapların ardında hepsinin kendine ait farklı isimleri var. Mesela ‘’Made Surisna’’ gibi. Yani Surisna, ailesinin ikinci çocuğuymuş. Artık Nyoman ve Ketut fazla bulunmuyormuş. Çünkü devlet, ailelerin sadece iki çocuk yapmalarını destekliyormuş. Bu durumda, Julia Roberts ın oynadığı ‘’ye, dua et, sev’’ filmindeki meşhur Ketut, ailenin dördüncü çocuğu oluyor. Ve gerçekten de Bali’de yaşıyormuş. Samantha, Essex’li fil parkı arkadaşımın söylediğine göre şimdilerde günde yüzlerce turiste filmdeki aynı yazmaları verip, okuyup üflüyormuş. Hollywood’un kutsal gücü.

Agung dağının deniz seviyesinden yüksekliği 3100 metre. Biz yürümeye 1200 metreden başladık. Fakat rehberime göre gerçekte yürüyeceğimiz yol 4,5 kilometreymiş yukarıya kadar. Tapınağın merdivenlerinden sonra toprak bir patikadan tırmanmayı sürdürdük.Yürüdükçe terlemeye başlamıştım. Her beş dakikada bir durup soluklanmam gerekiyordu hala. Yürüdüğümüz patikanın ormanlık olduğunu biliyordum. Ama hem zifiri karanlık olduğu için, hem de tüm dikkatimi nefes alıp vermeye odakladığımdan çevremi görmem pek mümkün değildi. Rehberimin ‘’ilk defa mı böyle bir tırmanış yapıyorsun?’’ sorusuna utanarak ‘’evet’’ demek zorunda kaldım. Zorlu bir tırmanış olacağı konusunda beni kimse uyarmamıştı. Bu tırmanış için açıkça uygun değildim. Ama rehberim çok anlayışlı ve sakin bir çocuktu. Wayan 24 yaşında, dağlarda zor şartlarda yaşayan, birgün bir yolcu gemisinde çalışmaya başlayıp, uzaklara gitme hayalleri kuran genç bir adamdı. Cep telefonunda bir kızla resmi olduğunu gördüğümde bana evlenmek istemediğini, önce dünyayı görmek istediğini söyledi. Dağlarda hayal kurmak başka güzel olmalı. Çünkü etraf öylesine sakin, hava neredeyse saflık derecesinde temiz ve netti ki, insanın hayallerinin de şeffaf olması gerek diye düşündüm burada.
Kamp ateşi ve sıcak su termosu... Çaaaayyy!!!
Wayan bana yolun yarısından sonra volkanik kaya tırmanışının başlayacağını söylediğinde en tepeye kadar çıkamayacağımı biliyordum. Yaklaşık iki kilometre tırmandıktan sonra bu çıkışın inişinin de olacağını hesaba katıp ona durmak istediğimi söyledim. Çok doğru bir karar verdiğimi söyleyip, gülerek ekledi.
‘’Burada iki şey dışında herşeyi isteyebilirsin. Eğer aşağıya inemiyorum burada kalacağım dersen sana yardımcı olamam, inmek zorundasın. Bir de seni aşağıya taşımam.’’ Bu durumda her ne olursa olsun kendi bacaklarımı kullanarak aşağıya inmem gerekiyordu. Hava hala karanlık olduğu için inişe geçmemiz mümkün değildi. Güneşin doğuşunu bekleyecektik. Sırtım terden ıslak olduğu için artık üşümeye başlamıştım. Wayan hemen bir ateş yaktı. Kendimizi alevlerin yakınına konumlandırıp ısınmaya çalıştık. Sırt çantasından bir termos çıkarıp bana ‘’çay içmek ister misin?’’ diye sorduğunda neredeyse boynuna atlayıp onu öpecektim. Bali’nin en yüksek ve en kutsal dağının bir yerlerinde bulutların üzerindeydim ve kamp ateşi başında, yıldızların altında çayımı yudumlarken, güneşin doğuşunu seyredecektim. Daha ne isteyebilirdim ki? Belki biraz daha ateş... Tabi çayımı evimin salonunda yudumluyormuşum gibi konforlu değildi Agung dağının sırtları. Yine de sevimli rehberimin sohbeti ile soğuğu daha az hisseder olmuştum.

Wayan ve ben
Bir ara Wayan, uzanıp gözlerini kapadı. Yıldızların altında uyumaya ne denli alışık olduğu hemen anlaşılıyordu. Benimse bu kadar üşürken uyumam mümkün değildi. Sessizlikte güneşin doğuşunu beklemeye başladım. Bulutlar önce hafiften pembeleşti. Gökyüzü aydınlanıyordu. Bununla birlikte sanki çalar saatleri varmış gibi kuşlar da uyanmış, şakımaya başlamışlardı. Önce tek tük şarkılar, sonra ard arda gelen aryalar. Güneşin ilk ışıklarına kadar sessiz olan dağ, şimdi bir senfoni orkestrasına dönüşmüştü. Kampı terk etme zamanı gelmişti. Wayan ateşi söndürdü ve neşe içinde inişimize başladık.


Agung'dan aşağı inerken
Leicamı kullanmaktan oldukça keyif aldığı belliydi. Zira her adımda fotoğrafımı çekiyordu. İniş, çıkış kadar zorlu olmasa da dikkat istiyordu. İki saat süren çıkışa karşılık iniş yaklaşık birbuçuk saat sürmüştü. Tapınağın merdivenlerini inerken yorgunluktan artık dizlerim titriyordu. Şoförüm, diğer Wayan, beni yürüyüşe başladığımız yerde bekliyordu. Ona Bali’nin ana tapınağı Besakih’i de görmek istediğimi söyledim. Saat sabah sekiz olmuştu. Taze, pırıl pırıl birgün beni bekliyordu. O güne, bir hindu tapınakğında kutsanarak başlamayı hayal etmemiştim. Ama benim de şaşkınlığıma, Besakih gardiyanlarından biri tarafından kutsanıp, hindu tanrısına nasıl dua edileceğini öğrendim.
Besakih Bali’nin en önemli tapınağı. Yerli halk burada dua edip, tanrıya adaklar sunuyor. Ben sabahın erken saatlerinde orada olduğum için ne yerli halk, ne de turist vardı. Normalde gün içinde bu tapınak turist dolu olduğudan, dua edilen yerlere girilmesi yasakmış.

Besakih
Besakih’te dikkat edilmesi gereken en önemli konu kapıda peşinize takılacak rehberler. Onlara yüz vermemekte fayda var. Çünkü tapınağı tek başınıza da gezebilirsiniz. Eğer benim gibi çok erken saatlerde orada olabilirseniz, rahiplik eğitimi alan bir gardiyana denk gelip ondan hindu dini ile ilgili bilgi almanız da mümkün. Benim gardiyanım aynı zamanda fotoğrafçı çıktı. Beni tapınağın her köşesine götürmekle kalmayıp, en panoramik noktalarda pozlar verdirip fotoğraflarımı da çekti.


Öylesine yorgundum ki, çok fazla gezecek halim kalmadığını ona söylediğimde beni tanrı üçlemesi ‘’trinity’’nin önüne oturtup ‘’seni şimdi kutsal su ile kutsayacağım ve tüm yorgunluğun geçecek.’’ dedi. İkimiz de ‘’trinity’’nin önünde bağdaş kurup oturduk. Tanrı adakları, ufak sepetler içinde çiçeklerden oluşuyor. Sepetleri önümüze koydu. Önce yaratıcı tanrı Brahma için turuncu çiçeklerden bir tutam alıp orta parmaklarımız arasında tutarak dua ettik. Ardından yıkım tanrısı Shiva için pembe çiçekleri kullanarak aynı şeyi yaptık. Son olarak da yeşil otlarla tanrı Vişnuya dua ettik. Bu dualar bittikten sonra kutsal suyu üç kez başıma serpti. Sonra üç kez bu sudan içtim ve yine üç kez aynı su ile yüzümü yıkadım. Agung dağından gelen kaynak suları bir havuzda toplanarak tapınakta kutsal törenler için kullanılıyor. Son olarak da iki kaşımın arasına pirinç taneleri yapıştırdı. Bu da bereket ve şans içinmiş. Bu seramoniden çok keyif almıştım. Herhangi bir dine mensup olmamayı seçmeme rağmen hinduism ilgimi çekiyordu. Dünya üzerindeki en eski organize din olması yanında, çok açık bir dünya görüşüne sahip, inananlarının seçtiği bir hayat biçimiydi. Diğer büyük dinler gibi kurallar dikte etmeyen, insanları zorlamayan, fakat uyum ve denge sunan bir doktorine sahipti. En azından gördüğüm kadarı ile. Hindistan’a gitmeden önce bu dinle ilgili daha çok şey öğrenmem gerektiğini düşündüğümden Amazon’dan bir kitap satın aldım geçenlerde.


Besakih, Trinity

Bali seyahatim farklı kültürleri öğrenmeye, farklı mutfakları denemeye ve dünya insanları ile tanışmaya ne kadar aç olduğumu bir kez daha gösterdi bana. Hem de şimdiye kadar farkında olmadığım bir ihtirasla...  

9 Haziran 2011

Bali 3

Ubud

Bali ve lokal hayata dair daha fazla etnik öğe görmek için adanın kuzeyine, içlerine doğru gitmek gerekiyor. Ubud bunun için çok doğru bir başlangıç noktasıydı. Hem şehre ulaşım kolay, hem de kültürel olarak görülecek çok şey var Ubud ve çevresinde.

Bali’de bir şehirden diğerine ulaşımı Perama otobüsleri sağlıyor. Bunun dışında da turist otobüsleri mevcut. Bu otobüs işletmelerinin ofislerini bulmak gerekiyor sadece. Kuta’da Perama’nın bir ofisi vardı. Oradan Ubud için biletimi almıştım. Bu otobüsler gerçekten kalabalık olduklarından önceden rezervasyon yaptırmakta fayda var. Kendinden doğal havalandırmalı, bizim minibüs usulu vasıtalar daha çok. Fakat istediğiniz yere ucuz fiyata ulaşmak mümkün. Kuta – Ubud arası yaklaşık 1,5 saatlik bir yol ve Rp 60.000, yani on türk lirası gibi bir miktar tutuyor.

Otobüste yanıma oturan adamla sohbet etmeye başladık. Kırk yaşlarında, fransız bir fizyoterapist / sörfçüydü. Üç haftadır tek başına seyahat ediyormuş. Lombok ve Uluwatu’dan sonra Bali’nin kültürel hayatını görmek için bir gününü Ubud’ta geçirecekmiş.
‘’Biliyorum yeterli değil. Ama Fransa’ya geri dönmem gerekiyor.’’ dedi. Keyifli bir sohbet oldu Ubud’a kadar. İngilizcesi çok iyi olmadığı için aramızdaki etkileşim farkına varamadığım bir noktada koptu ve ben de ona akşam bir içki içelim teklifinde bulunmadım nedense. Belki de Laurent’ın çiğ mavi gözleri beni itti. Bilemiyorum. Ama şunu fark ettim ki tek başına seyahat ederken diğer insanlarla iletişim kurmak çok kolay ve kendiliğinden gelen bir davranış.

Perama’dan iner inmez bir ojek buldum. Sırt çantası ile seyahat edince her türlü araca binmek çok kolay. Öyle çok fazla yere ihtiyaç olmuyor. Otelim Ubud’un diğer ucundaymış. Yolda şoförüme Lotus Cafe’nin nerede olduğunu sordum. Çünkü yine bu cafe’den başlayan bir pirinç tarlası yürüyüş parkuru var Ubud’ta. Ubud sarayını, Lotus cafe’yi ve çarşıyı mimledikten sonra otelim Tjampuhan’da motordan indim. Görünüşe göre yine bir cennet bahçesindeydim ve bu sefer üç gece konaklayacaktım.

Lotus Cafe'nin nilüfer behçesinden
Tjampuhan internetten bulduğum Ubud’un en eski oteli. 1928 yılından beri hizmet veriyor. Üç metre genişliğindeki yatak dışında, odanın beni etkileyen bir özelliği yoktu. Banyo olabildiğince eskiydi üstelik. Fakat burada kalmaya değecek en önemli neden otelin bahçesiydi. Terasımın kapılarını açıp dışarıdaki yağmuru yatağımdan seyrettiğim sabah, sadece anda var olmanın büyüsüne kapılmıştım. Tembelliğin ötesinde bir hisle zamansız, hatta belki de mekansızdım. Böylesine sihirli küçük anları dondurup, çantama koyup yanımda götürmek istiyorum gittiğim her yere. Bunu gerçekte yapamadığım için de seyahat defterime kaydetmeye çalışıyorum herşeyi. Yetersiz kelimesi işte o zaman anlamlı hale geliyor. Gerçekten de kelimeler çoğunlukla yetmiyor. Özellikle çala kalem yazılmış hatıralar için. Hafızam daha güçlü kelimelerden. Kafamın içindeki anlık görüntüler, bir daha onları yaşayamayacağımı bildiğimden olsa gerek, çok canlılar. Sonrasında gelen bir dizi olaydan çok daha değerli o büyülü anlar. Her seyahatten sonra bende kalan böyle görüntüler var. Buz dağları, sörf tahtası, tapınaklar, yağmur ormanları ve belki de bir kadeh kırmızı şarap. Ama her fotoğrafta bana gülümseyen farklı bir yüz var içime sindirip eve getirdiğim.

Ve onlar bana mı ait?

Satın alıp yanımda getirdiğim hiçbir objenin bir değeri kalmıyor o anların yanında. Biliyorum ki aslında ben onlara aittim.

Tjampuhan''ın tapınağı
Ubud gerçekten de şirin bir şehir. Topu topu üç tane caddesi var. Ama bence en güzel caddesi Hanoman. Surisna’nın da ofisi bu cadde üzerinde. Hem de Ubud’un en popüler mekanı Kafe’nin karşısında. Bu cadde üzerinde sanat galerileri, etnik objeler satan mağazalar ve pek çok da otel bulmak mümkün. Hindistan’ın Rudraksha boncuklarını çeşitli yarı değerli taşlar, inci, gümüş ve altınla birleştirip çok güzel bir mücevher koleksiyonu tasarlamış Shivaloka’ya uğramanızı da tavsiye ederim. Sahipleri amerikalı. Rudraksha’nın ruhani anlamını ve vedic önemini de mağaza sahiplerinden dinleyebilirsiniz.

Tjampuhan'daki odam, Pura 5
Ubud’un en meşhur mekanı Lotus Cafe, çok güzel bir nilüfer bahçesine bakıyor. Yalnız olduğum için bu bahçeye bakan masalardan birine oturmama izin vermediklerinden, çünkü masalar çok daha fazla insanı oturtmak için konumlandırılmıştı, listemden hemen elendi. Onun yerine yine şirin bir mekan olan ve pirinç tarlalarına bakan Three Monkeys’e oturdum ben de. Tembel bir öğleden sonra geçirip lezzetli yemek yemek ve ardından da enfes bir japon çayı içmek için ideal bir yer. Bali’de çay plantasyonu olmadığını öğrendiğimde çok hayal kırıklığına uğramıştım. Çay Java’da yetişiyormuş. Bali daha çok kahvesi ile ünlü.

Three Monkeys Art Cafe'deki öğlen yemeğim
Öğle sıcağında bir şişe Bintang içtikten sonra iyice mayışmıştım. Hiçbir planım yoktu, sokaklarda avare avare dolaşıp alış veriş yapmaktan başka. Hangi gün olduğundan bile habersizdim. Bali gerçek hayattan kopup herşeyi unutmak için, dünya üzerinde gidilebilecek en harika yerlerden biri. Nitekim geri geldiğimden beri içimdeki oraya dönme isteğinden kurtulmuş değilim.

Bali’nin birası Bintang oldukça lezzetli. Üstelik pilsener sevmediğim halde, beğendim. Şarapları hakkında aynı şeyi söyleyemeyeceğim için her fırsatta Bintang tercih ettim.

Ubud’daki görülmesi gereken en önemli yer Monkey Forest Sanctuary. Ubud’un nadide caddelerinden biri Monkey Forest’ın sonunda girişi olan, büyük banyan ağaçları ile kaplı bir orman burası. Yaklaşık üçyüz adet Bali makak maymununa ev sahipliği yapıyor. Maymunlar her yerde serbestçe dolaşıp ziyaretçilerin uzattıkları muzları afiyetle yiyerek günlük hayatlarını sürdürüyorlar. Zamanları ağaçlardan çok ziyaretçilerin yürüyüş yolları üzerinde geçiyor. Gerçekten her yerdeler. Bu yüzden onları gözlemlemek ve fotoğraflarını çekmek çok kolay. Ben diğerleri gibi yanıma muz almadım. Sonuçta bu hayvanlar vahşiler ve ne yapacaklarını önceden kestirmek pek mümkün değil. Kısa süreli de olsa kendi aralarında ya kıskançlıktan ya da yiyecek paylaşımından kaynaklı gerginlikler çıkıyor. Sesler yükseliyor. İnsanlar korkup birkaç adım geri atıyorlar. Ama sonra herşey eski durağanlığına bürünüyor. Onları izlemek eğlenceli.

Monkey Forest Sanctuary
Ubud’da gece hayatı yok denecek kadar kısıtlı. Belki de ben gittiğimde henüz sezon tam olarak açılmadığı için sakindi. Aslında burası daha çok Bali’nin yoga ve meditasyon merkezi. Sokaklarda amaçsız gezinirken Kecak ateş dansı bileti satan bir adamla karşılaştım. Dans ve müzik Bali kültürünün büyük bir parçası. Dansı, müziği, seramonileri ve dramayı içine alan görsel kısma ‘’sekala’’ deniyor. Bir de bu gösterilerin arkasında yatan göremediğimiz anlam, sihir ve doktorin mevcut. Buna da ‘’niskala’’ diyorlar. Ubud’ta mutlaka bir dans gösterisine gitmek gerek kültürlerindeki önemini anlayabilmek için. Gittiğim gösteri Bali’de sadece kadınlar tarafından icra edilen tek Kecak dans gösterisiydi. Normalde Kecak dansı erkek korosu tarafından icra edilirmiş. Dans, Hindu Ramayana epik hikayesini anlatıyordu. Çok genel olarak iyi ile kötünün mücadelesi ve iyinin galip gelmesi ile biten bir hikaye . Beyaz maymun hanoman, kötü kral ve üç erkek kardeş de hikayenin kahramanlarıydı. Bir tapınağın bahçesinde icra edilen dans çok renkli görsel bir şölendi. Kecak dışında Ubud’da daha geleneksel olan Legong ve Barong danslarını seyretmek de mümkün. Özellikle Barong, Ubud Palace’da her akşam sergileniyor.

Kecak Ateş Dansı
Ubud’un çevresinde gidilecek birkaç yer tespit etmiştim. Şehirdeki ikinci günümde Surisna beni otelimden aldı ve yollara düştük yine. Afrika’da bir tane bile fil göremediğim için Bali’de görmek konusunda kararlıydım. Ubud’un kuzeyinde, Taro’da bir fil safari parkı var. Daha yola çıkmadan önce kafama koymuştum bu parkı ziyaret etmeyi. Taro’ya sabah erken vardığımızdan hiçbir turist kafilesi yoktu kapıda. Parka giriş ücreti 16 amerikan doları. Eğer fil ile yarım saatlik bir gezi yapmak istenirse 53 amerikan doları ödemek gerekiyor. Oraya kadar gitmişken bir filin üzerinde gezinmeden dönemezdim. Bizi fillere götürecek görevliyi beklerken yanıma bir kız yanaşıp ‘’yalnız mısınız?’’ diye sorunca onunla sohbet etmeye başladık. Samantha, Essex İngiltere’denmiş. Üç haftadır yollarda güney doğu asyayı gezdiğini söyledi. Açıkçası o ana kadar karşılaştığım herkes haftalardır bu bölgede seyahat ettiğini söylemişti bana. Ben, iki haftada bile kendi hayatımdan bu denli kopabiliyorsam, onların ülkelerine döndüklerinde nasıl uyum sağladıklarını merak etmekten kendimi alamadım. Haftalarca yolda olma fikri cazip gelse de, döndükten sonra yaşadığım uyumsuzluk hissini düşününce irkiliyorum hala.

Mona ve ben
Filimin adı Mona’ydı. Sumatra’da doğmuş, yaramaz bir kızmış. Fil sürücüm çok sevimli, aynı zamanda da konuşkan bir çocuktu. Yarım ingilizcesi ile bana hem filler, hem de park hakkında bilgiler veriyordu. Çok güzel ağaçlıklı bahçelerin içinden geçiyorduk. Etrafımızda uzun uzun yemyeşil otlar göze çarpıyordu. Bunlara fil otu deniyormuş. Fakat Mona’nın, hatta burada yaşayan hiçbir filin gezinirken bu otları yemesine izin yokmuş. Çünkü etrafımızda gördüğümüz yeşillik, ben farkedemesem de ekili alanlar, çiftçilere aitmiş. Belki yüzlerce çiftçi yetiştirdikleri otları, meyveleri parka satarak geçimini sağlıyormuş. Filler otları izinsiz yerlerse de haliyle çok kızıyorlarmış. Mona yürümekten sıkılmış olacak ki hortumuna bir ağaç dalı alıp yerlere vurmaya ve komik sesler çıkarmaya başladı. Sürücüm oyun oynadığını söyledi. Her dakikasından inanılmaz zevk aldığım çok keyifli bir gezintiydi. Gezinin sonunda başladığımız alana geri döndük. Neler olduğunu anlamadan bir baktım Mona yarı beline kadar suya girmiş, ben de üstündeyim. Filler çok eğitimliler ve ne yapmaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. Mona hortumuna su alıp birkaç kere püskürterek fotoğraf makinelerine poz verdi. İşte orada da gezimiz sona ermişti. Fakat parktan çıkmak ne mümkün. Dakikalarca diğer fillerle fotoğraf çektirdik. Hortumları ile yüzüme üfleyeyip beni gıdıklayacak kadar bu hayvanlara yakın olmak, Afrika’daki hayal kırıklığımı tamamen unutturmuştu. Samantha ile dönüşümlü olarak fillerin önünde poz vererek birbirimizin fotoğraflarını çektik. Böylece yalnız seyahat ediyor olsak bile yaşadığımız keyfin hiçbir anının fotoğraflanmadan geçmesine izin vermemiş olduk.

Taro fil safari parkındaki bebek fil
Parkın üç bebek filini sona bıraktım. İki dişi bir de erkek aynı çitin içinde dur durak bilmeksizin koşturup duruyorlardı. Hatta alt alta üst üste yuvarlanıyorlardı demek çok daha doğru olur. Bir ara, çitin yanına yaklaştım. İçlerinden bir tanesi küçük hortumunu öyle bir savurdu ki bacağımdaki şaplak sesi ile bir çığlık attım. Aslında öyle çok acıdığından değil, ama daha çok şaşkınlığımdan. Onlarca fotoğraflarını çekmeye çalıştım sonrasında. Ama o kadar hareketlilerdi ki ancak birkaç tanesini net yakalayabilmişim.

Günün ikinci kısmı, ilk kısmı kadar heyecanlı geçmedi. Fakat Surisna beni planımda olmayan Kintamani’ye götürüp Batur dağı manzarası seyrettirdi. Ardından da Tirta Empul’a gittik. Yine bir su sarayı, yine bikinim yanımda. Ama bu sefer havuzlardaki lokal kalabalık gözümü korkuttu ve yüzmekten vazgeçtim. Öte yandan çocuklar havuzlara öylesine neşe ile atlayıp çıkıyorlardı ki onları fotoğraflarken daha fazla eğlendim diyebilirim. Birkaç güzel çocuk fotoğrafı yakalamışım kendimce.

Tirta Empul
Dünyanın en pahalı kahvesi hangisidir sorusunun cevabı ‘’Kopi Luwak’’ tır ve Endonezya’da bulunur. Surisna bana herşeyi göstermek konusunda kararlı olduğundan agro turizm çiftliklerinden birine de uğramadan gezimizi bitirmedik. Burada bana kahve, vanilya, salak ( bu arada en sevdiğim meyvelerden biridir. Aynı zamanda yılan derili meyve olarak da geçer.), durian ve daha pek çok meyvenin ağaçlarını gösterdiler. Sonunda da bir kafesin başında durup ufak, tilkiye benzer uyumakta olan bir hayvanı seyrettik. Bu hayvanın adı Luwakmış ve geceleri yaşar gündüzleri uyurmuş. Kahvenin meyvesi ile beslenir, çekirdeğini de dışkılarmış. Fakat hayvanın bağırsak sistemi olmadığından, bu bildiğimiz anlamda bir dışkılama değil anladığım kadarı ile. Hayvanın sisteminden dışarı atılan kahve çekirdekleri bir süre toprakta bekledikten sonra toplanır ve öğütülürmüş. Böylece dünyanın en pahalı kahvesi elde ediliyormuş. Söylediklerine göre bu kahvenin bir fincanı bazı beş yıldızlı otellerde elli amerikan dolarına satılıyormuş. Hemen bir fincan içtim. Gerçekten de kahvedeki toprak tadını fark etmek mümkün. Oldukça lezzetliydi. Hayır bok tadı almadım. Ama yüz gram eve getirmek için satın aldım. İsteyenlere ikram edebilirim.

Kopi Luwak içerken.. mmmm çok leziz!!
Yine gezimizin sonuna gelmiştik. Cennet bahçesi otelim Tjampuhan’ın havuzunda günün yorgunluğunu attım hava kararırken. Ertesi gün hiçbir planım yoktu. Hangi gün olduğundan habersizdim. Tek yetişmem gereken randevum bir saatlik Bali masajımdı. 

Tjampuhan havuz sefası
    


7 Haziran 2011

Bali 2

Tenganan

Seyahate çıkmadan önce yaptığım ‘’görülecekler’’ listesinin başında yer alıyordu Tenganan Bali Aga köyü. Bali’nin hala geleneksel yaşayan orijinal yerli halkı, Baliaga ya da Bali Mula olarak adlandırılıyor. Mula’nın Bali’ye ilk yerleşen kişi olduğu da söyleniyor. Tenganan da Bali’nin Aga köyleri içinde en ünlüsü. Köye varmak için Candi Dasa sahilinden içeri, yaklaşık 3 km tırmanmak gerekiyor araba ile. Girişte bir turist bilgilendirme gişesi var. Köyü desteklemek için bağış alıyorlar. Gönlünüzden ne koparsa veriyorsunuz, sonra da isminizi ve hangi ülkeden geldiğinizi yazıp imzalıyorsunuz. Burada pirinç tarlalarından geçen bir yürüyüş yolu olduğunu okumuştum seyahat kitabımda. Tenganan’dan başlayıp, Tirtagangga su tapınağında bitiyor. Eğer daha kısa yürünmek istenirse parkur Babandem’de bitirilebiliyor. Hava kararana kadar zamanımız az olduğu için ben kısa parkuru tercih ettim. Bali’de havanın altıda karardığını öğrendiğimde büyük hayalkırıklığına uğramıştım.


Tenganan Bali Aga Köyü
Kısa parkur dediğime bakmayın, yürümeye başlayınca bana hiç de kısa gelmedi. Rukta, yürüyüş rehberim, köyün yerli halkındandı. Babandem’e kadar bana eşlik etmek için Rp250.000 istedi ve bir kuruş aşağıya inmedi. Ona, önce bir sarong almak istediğimi söyleyince beni bir evin avlusuna bırakıp ortadan kayboldu. Köyün yerli halkı geçimini çoğunlukla turizmden kazanıyor. Buraya gelen turistlere kendi dokudukları sarongları ve el yazmalarını satıyorlar. Genellikle temmuz ve ağustos aylarında köy turist dolu olurmuş. Ama o gün benim dışımda kimsecikler yoktu. Yeşil desenli ipek karışımı bir sarong seçtim kendime. Farklı kalitelerde dokumalar almak mümkün. Mesela çift atkı dokuma sarongların fiyatları oldukça yüksekti. Ufacık bir parçasının dokunması bir yıldan fazla süren bu sanat eserlerini, binlerce dolara koleksiyonerler alıyorlarmış. Çift atkılı saronglarda dört ana renk kullanılıyor. Kırmızı, bej, siyah ve özel bir indigo. Boyaları ağaç kabuklarını öğüterek elde ediyorlar. Nesiller boyu kuşaktan kuşağa geçen bir zanaat sarong dokuması. Tenganan’da da geleneksel hayat herşeye rağmen devam ettirilmeye çalışılıyor. Söylendiğine göre Tenganan, Bali Aga köyleri arasında en zenginiymiş.

Sarongum
Rukta beni almaya geldiğinde onu sarongsuz ve sarıksız tanıyamadım. Yürüyüş uzun olacağı için daha rahat bir kıyafete bürünmüştü. Yürümeye, köyün içinden başladık. Dar sokaklardan yürüyüp büyük bir meydana geldik. Meydanın ortasında tapınağa benzer bir yapı göze çarpıyordu. Köyün genç delikanlıları burada sosyalleşiyorlarmış. Ayrıca her kapının önünde horoz kafesleri görmek mümkün. Rukta’ya bunların ne olduğunu sorduğumda bana ‘’horoz dövüşü için’’ dedi. Yine söylediğine göre dövüşler köyün dışında düzenleniyormuş. Turist sezonu tam olarak açılmadığı için köyde pek bir hareket yoktu. Etrafımın turist kafileleri ile sarılı olmaması harikaydı açıkçası. Rukta ile yürümeye devam ettik. Her köşe başında ondan bir fotoğrafımı çekmesini istiyordum. Hiç sesini çıkarmadan elinden geleni yapıyordu. Hayatında ilk defa fotoğraf makinesi kullandığını söylediğinde göstermiş olduğu çabaya minnettar kaldım. Fakat zaman geçiyordu ve bizim yürüyecek iki buçuk saatlik yolumuz vardı. Önce bahçe dedikleri plantasyonların içinden yukarı tırmandık. Köye ait ekim alanları bunlar. Kakao, vanilya, muz, durian, şarap yaptıkları bir çeşit palmiye ağacı ve daha pek çok ağaç ile sarılıydı etrafımız. Palmiye şarabının alkol oranı % 6 ymış. Şaraptan çok meyve suyu kıvamında, benim içmeyi tercih etmeyeceğim cinsten yani.

Rukta ve ben
Rukta bir damla bile terlemeden tırmanmaya devam ediyordu. Bense hayatımda hiç bu kadar terlemediğimi düşünürken nefes nefese ona yetişmeye çalışıyordum. Her beş dakikada bir durup su içmem gerekiyordu. Rukta’nın 54 yaşında olduğunu öğrendiğimde yakınmayı kesip onu takip ettim. Havadaki nem yüzde yüzün üzerinde olmalıydı. Çünkü üzerimdeki bluz, şort ve saçlarım sırılsıklam olmuştu. Yaklaşık bir saat tırmandıktan sonra pirinç tarlalarını görebildiğimiz bir düzlüğe eriştik. Artık bundan sonrası Babandem’e kadar inişti. Pirinç terasları ile ilk karşılaşmamdı. Anlatmaya çalışmanın ya da fotoğrafların yeterli geleceğini sanmıyorum. Orada durup sonsuz yeşilliğe kendi gözleri ile bakması gerek insanın. İşte o an dünyanın başka bir ucunda, farklı bir iklimde ve farklı hayatların ortasında olduğumu anladım.

Tenganan'dan Babandem'e yürüyüş

Yolda warung dedikleri ufak dükkanlara rastladık. Genellikle yürüyüş yollarının üzerinde bu ufak bakkalları görmek mümkün. Su, yiyecek ve daha pek çok ıvır zıvır satıyorlar. Suyumu yolda bitirdiğim için hemen yeni bir şişe aldım. Bali’de en çok tükettiğim şey su ve meyve oldu.



Tenganan pirinç terasları
İki buçuk saatlik yürüyüşümüzün sonunda Surisna beni Babandem’den aldı. Yorulmuş ve perişan bir durumda Tirtagangga’ya vardık. Babandem-Tirtagangga arası araba ile yaklaşık yarım saat sürüyor. Aslında yollardaki büyük çukurlar olmasa daha kısa sürebilirdi.

Tirtagangga
Tirtagangga, Ganj’ın kutsal suları anlamına geliyor. İçeri girdiğimde gözlerime inanamadım. Her yeri sularla kaplı bir cennet bahçesi görünümündeydi. Havuzların içine, insana suyun üzerinde yürüyormuş hissi veren yollar yapmışlar. Bir taştan diğerine atlayarak tüm havuzun içinde dolaşabiliyor insan. Tirtagangga’nın suları herkese açık. İsteyen havuzlarda yüzebiliyor. Bunu daha önceden bildiğim için bikinimi de yanımda getirmiştim. Halka açık havuzda çocuklar neşe içinde hoplayıp zıplıyorlardı.

Tirtagangga'nın kutsal sularında yüzerken
Sonradan fark ettik ki, geride, kimsenin olmadığı boş bir havuz daha vardı. Buraya Rp 6000 verilerek giriliyordu. Belli ki herkesin girdiği suya girmekten hoşlanmayan turistler için ayrılmıştı. Bizden önceki turist çift havuzu terk etmek üzereydi. Bütün günün koşturmacası ve onca terlemeden sonra kendimi Tirtagangga’nın serin sularına bıraktım. Gerçekten de kutsanmıştım.  

   

5 Haziran 2011

Bali 1

Zaman bir çırpıda geçip gidiyor. İş yazmaya gelince tüm anları kelimelere dökmek o kadar da kolay değil. İstiyorum, çoğu zaman gördüğüm herşeyi, tanıştığım tüm insanları en ince detayına kadar anlatabileyim. Fakat mümkün olmuyor. Bu yüzden çoğunlukla nereden başlayacağıma karar vermekte zorlanıyorum.

Bali, bu kadar uzak bir zaman dilimine, tek başıma yaptığım ilk seyahatti. İstanbul’un beş saat ilerisinde yaşadığım oniki gece ve onüç gün bana çok farklı duygular tattırdı. Mutluluk, şaşkınlık, huzur, yorgunluk ve hatta hayalkırıklığı. Öylesine dolu geçen bir yolculuk oldu ki, şu an bilgisayarımın başında oturmuş bu cümleleri yazarken kendimle ilgili keşfetmediğim daha ne kadar çok şey olabileceğini merak ediyorum. Tek başına yola çıkmaya karar verdiğinde insan, kendi ile ilgili yapacağı pek çok keşfe de açık olmalı kanımca.

Tek başıma değildim aslında. Dışarıda öylesine farklı hayatlar var ki, şahit oldukça insan yalnız olmadığını anlıyor. Hatta seçebileceğim daha sonsuz sayıda hayat alternatifinin olabileceğini görünce, bulunduğum noktanın zaman zaman neden yeterli hissettirmediğini de daha iyi anlıyorum. Her ne kadar geniş ya da her ne kadar kısıtlı olduğunu düşünsek de, kendi hayatlarımız dışında yaşanan başka hayatlar olduğunu bilmek iyi geliyor.

Bu yolculuğum sırasında iki şey fark ettim. Kumsalda tanıştığım bir sörfçü şöyle demişti: ‘’Başladığın noktaya geri dönüp hayatınla ilgili bir çıkarım yapmazsan, ne kadar yol aldığını bilemezsin.’’ Yılının yedi sekiz ayını ülkesinden uzak, seyahat ederek geçiren bir insan, yine de başladığı noktaya geri dönmek istiyordu. Ben de mi bu yüzden hep, daha kısa süreli ayrılıklar da olsa, başladığım noktaya geri dönmeyi seçiyordum. Her seyahatin sonunda ne denli değiştiğimi, ne kadar yol aldığımı görmenin tek yolu gerçekten de geri mi dönmekti?

İnsan yalnız seyahat edince çok daha fazla şey öğreniyor. Daha fazla insanla tanışıp, alabildiğince dışa dönük olma şansı elde ediyor. Bali yolculuğunu yapma amacım biraz olsun bulunduğum ortamdan kaçmaktı. Yalnız yapmak istedim çünkü böylece kafamın estiği gibi, kimseye, hiçbir şarta bağımlı olmadan özgürce hareket edebilecektim. Ve öyle de oldu. Herşey planladığım gibi, hatta planladığımın da ötesinde mükemmel gitti.

Bali’nin Denpasar Havaalanına indiğimde saat öğlen onikiydi. Sıcak olduğunu tahmin ediyordum. Ama rutubet tahminlerimin çok üstündeydi. Taksi durağını buldum. ‘’Kuta’ya gideceğim’’ deyince Rp 55.000 ödedim. Bu da altı ile yedi Amerikan doları arası bir miktar. Ama sonradan fark ettim ki aslında otelim Legian bölgesinde. Yine de çok fark etmezdi. Çünkü Legian ile Kuta arası araba ile sadece üç dakika sürüyor. Aynı küçük cadde üzerinde arka arkaya sıralanmış semtler. Kuta, daha çok sırt çantalı ucuzcu turistlerin mekanıymış. Avustralyalı sörfçüler burada bütün gün dalga sörfü yapıyorlar. Legian’ı aileler tercih edermiş. Daha sonra Seminyak geliyor. Burası daha kalbur üstü ve şık bir semt. Önceden bilseydim Seminyak’ta kalmayı tercih ederdim sanıyorum. Bir sonraki semt de Kerobokan. Böylece batı sahilinden yukarı doğru gidiliyor. Tanah Lot tapınağı da bu sahil üzerinde. Deniz ile karanın birleştiği noktada onbeşinci yüzyıllarda kurulmuş bir hindu tapınağı burası. Özellikle güneşin batışını seyretmek için gidiliyor. Bali’nin en önemli turist uğrak yerlerinden biri olduğu için binlerce insanla birlikte bu tecrübeyi yaşamak ruhani bir huzura el vermiyor ne yazık ki. İçeri girmek için upuzun bir sırayı göze almak gerekiyor. İçeri girmenin çok önemli olmadığını düşündüğüm için, tapınağı gören uzak bir köşeye gidip güneşin batışını bir kayanın üzerine oturup izledim. Gökyüzü bulutlu olduğu için güneş kızaramadan yok oldu. Yüzlerce insan güneşin batması ile tapınağı terk etmeye başladı . Bali’nin yolları çok dar ve araba sayısı da fazla olduğundan dönüş yolundaki trafik sinir bozucuydu. Aslında Bali’de trafik genel bir problem. Kamyon ve araba trafiği yanında motorsiklet trafiği almış başını gitmiş. Her an trafik ışıklarında bekleyen motorsiklet orduları ile karşılaşmak mümkün. Dönene kadar bu manzarayı her gördüğümde şaşkınlıkla bakakaldım Bali’nin vızıltılı ordularına. Trafik kuralı yok. Her yerden bir araç çıkıyor. Yine de bu kaosun içinde bir düzen kurmuş götürüyorlar kendilerince.


Kuta Beach

Seminyak, Legian ve Kuta arasında motorsiklet taksilere binmek en akıllıca seçim. Çünkü arabanın gitmeyen trafikte ilerlemesi mümkün değil. Ojek dedikleri motorsiklet taksiler, hem havadar hem de çok keyifli. Bir Balili şoförün her arkasına bindiğimde kelle koltukta gitme hissinin yanında çok da eğlendiğimi itiraf etmeliyim. Bu kısa yolculuklara en fazla Rp 15.000 vermek gerekiyor. Her iki adımda, biri teklifte bulunduğu için pazarlık yapmak da çok kolay. Legian’dan Kuta Beach’e ilk gün Rp 20.000 verip kazıklandıktan sonra, Rp 9000 e bile kendimi sahile bıraktırdığım oldu. Endonezya’da benzin çok ucuz zaten. Bazen gerçekten sudan bile ucuz denebilir.

İlk gün hiçbir planım yoktu. Meşhur Kuta Beach’i görmek için can atıyordum. Upuzun, göz alabildiğine uzanan kumsalına rağmen yüzmenin pek de keyifli görünmediği bir deniz ile karşılaştım. Sadece sörf yapmaya el veren temiz dalgalar vardı. Tanıştığım Fransız bir sörfçü böyle demişti. Kumsalda yürümeye başlayınca sörf okulları ayaklarınızın altına seriliyor. Hele benim gibi Bali sahillerine yeni vurduğu hemen anlaşılan peynir görünümlü tek başına bir kadın, tüm sörf eğitmenlerinin dikkatini bir anda çekiveriyor. Ben yürüdükçe tek tek yolumu kesmeye, nereden geldiğimi ve adımı sormaya başladılar. Bali’de her zaman ilk sordukları sorular bunlar. Genel olarak iki saatlik sörf eğitimi Rp 200.000. Ben birkaç tanesine geri döneceğime söz verip yürüyüşüme devam ettim. Gerçekten de o anda aklımda sörf yapmayı denemek vardı. Fakat daha sonra hiç o noktaya gelemedim ne yazık ki. Kendim için hazırlamış olduğum yoğun program beni o kadar yordu ki, Kuta’daki son iki günümü masaj yaptırıp, cafelerde kitap okuyarak geçirdim.

Yolculuğa çıkmadan önce yaptığım programda üç gün için şoförlü bir araba kiralamıştım. İnternetten bulduğum bu kişi ile varışımın ikinci günü adanın doğusuna yolculuk yapmayı planlamıştım. Ama onu sadece elektronik posta vasıtası ile tanıyordum. Aldığım lokal cep telefonu numarasından ona mesaj gönderip geleceğini garanti etmiş olmama rağmen, onu otelimin kapısında görene kadar gelip gelmeyeceği konusunda şüphelerim vardı.


Surisna ve ben

Made Surisna olmasaydı adada bu kadar çok yeri, bu denli keyifli gezemezdim. Bana ilk sorduğu soru ‘’öne mi, arkaya mı oturmak istersin?’’ oldu. İlk izlenim her zaman çok önemlidir. Günümün neredeyse tamamını onunla geçireceğim için aramıza mesafe koymak istemedim ve öne oturdum. Bu davranışım onu da mutlu etmişti. Böylelikle yolda bol bol sohbet etme fırsatı da bulduk üç gün boyunca.

Adanın doğusunda bazı sahil kasabaları dışında kültürel olarak görülebilecek birkaç yer var. Klungkung ile başladık. Burası Hollandalıların istilası sırasında yerle bir edilen bir sarayın bahçesi. Sakin, güzel düzenlenmiş nilüfer havuzu olan bir bahçe. Bali’de lotus ve nilüfer çiçekleri her yerden fışkırıyor. Uzun bir aradan sonra ilk defa fotoğraf makinemi elime aldığımda kendimi yeniden bir acemi gibi hissettim. Birkaç dakika tökezledim. Sonra kendimden emin olmadığım fotoğraflar çekmeye başladım. Gerekli ayarların ne olduğunu aşağı yukarı biliyordum. Gerisini makineye bıraktım. Başlangıçtaki tutukluğum bir sonraki durağımız olan yarasa mağarasında geçmeye başlamıştı.

Goa Lawah

Bali’de tapınaklara sarongsuz girilmiyor. Tıpkı camilere baş örtüsüz girilmediği gibi. Her tapınağın kapısında hemen belinize bir örtü bağlayıveriyorlar. Her defasında farklı renkler ve desenler. Daha ikinci günüm olduğu için kendime bir sarong alacak fırsatım olmamıştı. Seyahat kitabımda en iyi sarongların Tenganan Bali Aga köyünden alınabileceği yazdığından oraya kadar beklemeyi tercih etmiştim.

Yolda Surisna’ya hindu olup olmadığını sorduğumda bana ‘’ yüzde bin hinduyum’’ demişti. İnançlarına bu denli sıkı sıkıya bağlı olan insanlara imreniyorum. Daha mutlu ve tatmin görünüyorlar. Surisna’nın da yüzünde hiç solmayan bir gülümseme vardı. İşini yapıyordu. İnancına sahipti. Akşam da evine ailesine gidiyordu. Sanki başka hiçbir şeye ihtiyacı yok gibiydi.  

Goa Lawah binlerce yarasanın yuvası. Balili hindular için burası kutsal sayılıyor. Mağaranın girişine bir sunak koymuşlar ve burada dua ediyorlar. İnanışlarına göre aslında yarasalara tapmıyorlar. İlk bakışta öyle olduğu düşünülebilir. Fakat hindu dininde sadece bir tanrı ve pek çok adı var. Yaratıcı tanrıları Brahma. Onlar için kutsal enerjisi olan objeler ya da yerler var. Buralarda tanrıya dua edip adaklar sunuyorlar. Kutsal enerjisi olduğunu düşündükleri objeleri, bunlar heykeller, büyük banyan ağaçları ve daha pek çok şey olabilir, siyah-beyaz kareli bir kumaşla çepeçevre sarıyorlar. Siyah ve beyaz, yin ve yang gibi iyi ve kötüyü, aydınlık ve karanlığı aslında zıt anlamların birbiri ile dengesini temsil ediyor. Hindu dininde de dualizme inanılıyor.

Yarasa mağarasından sonra ben Tenganan Bali Aga köyüne gideceğimizi düşünürken, Surisna Candi Dasa’da durup birşeyler yemimizin iyi olacağını söyledi. Çünkü köyde yemek yenecek bir yer yokmuş. Öğlen olmuştu bile. Deniz kenarında bir restaurantta durduk. Çok güzel küçük bir kumsalı ve turkuaz rengi denizi olan bir koydu burası. Uzaktan bir kadın sesi duydum.
‘’Masaj masaj..’’


Durianın kabuğundan su içerken
Bali’deki ikinci günümdü ve şimdiye kadar masaj yaptırmamıştım. Surisna’ya baktım. O, yol boyunca vermiş olduğum hiçbir anlık karara karşı çıkmamıştı. Hatta yolda durup meyve alalım dediğimde neşe içinde bir tezgahın önünde durup isimlerini bile bilmediğim pek çok meyveyi bana tanıtmış, kabuklarının nasıl soyulacağını, nasıl yenmesi gerektiğini tek tek anlatmıştı. Özellikle sıra durian denemeye geldiğinde çok eğlenmişti Benim durian konusundaki cahilliğim onu neşelendirmişti nedense. Sonradan öğrendim ki durianın pis kokusundan dolayı Singapur’a sokulması yasakmış. Hatta bazı otellerin rezervasyon şartlarında bile durianın odalara sokulmasının yasak olduğu belirtiliyor. Yerken öyle rahatsız edici bir kokusu yoktu. Ama söylediklerine göre sonradan çok kötü kokuyormuş. Koca meyveyi tezgahın başında afiyetle yedik. Daha sonra Surisna kabuğuna su doldurup bana uzattı. Eğer kabuğundan su içersen herhangi bir koku olmazmış. Ben de söylediğini yaptım. Ellerim kokmasın diye yine kabuğun içinde parmaklarımın uçlarını da yıkadım. Tüm gün boyunca da hiçbir kötü koku hissetmedim.


İlk masajım, Candi Dasa

Kadın şimdi el kol hareketleri ile beni yanına çağırıyordu.
‘’Masaj masaj…’’
Bu arada ben de garsona kahve siparişimi vermiş kadına ‘’sen buraya gel’’ işareti yapıyordum. Masada oturup kahvemi yudumlarken masaj yaptırabilirdim. Burası Bali’ydi sonuçta. Fakat henüz kadının muhteşem teklifinden habersizdim. Surisna ile konuştular. Görünüşe göre restaurantın sahibi masada masaj yapılmasından hoşlanmıyormuş. Nerede masaj yapılacak diye bakınırken okyanusa doğru uzanan iskeleyi ve ucundaki tahtırevan misali platformu fark ettim. Kadın çoktan gitmiş ve hazırlık yapmaya başlamıştı. Kahvem de oraya servis edilecekti. Ayak masajı yaptıracağımı söylediğimde Surisna ‘’ayak masajı sadece yarım saat sürer’’ deyip beni günün geri kalan programı konusunda uyardı. Denizden gelen hafif esinti eşliğinde iskeleye doğru yürüdüm. Masajın fiyatı konusunda pazarlık yaptık önce. Rp 30.000 de anlaşmıştık. Uzandım. Tüm gün vücudumda hissettiğim nemin ağırlığı bir anda yok olup gitmişti. Sanki ağırlıksızdım. Okyanusun ortasında ilk masajımı yaptırdım.