22 Eylül 2011

Brighton Felaketi

Son günlerde şu şekilde yakınır oldum arkadaşlarıma,

‘’İşim için yurtdışına çok seyahat ediyorum. Artık evimde oturmayı özledim.’’

Onlardan aldığım karşılık ise;

‘’E ne kadar güzel seyahat ediyorsun işte.’’

Aslında bu şekilde yorumlamaları çok normal. Neticede şirketin ödediği bir seyahat herkese cazip gelebilir. Üstelik daha önce gitmediğim ülkeler ya da şehirleri de kapsıyorsa. Fakat ben üst üste gelen bir dizi iş yolculuğundan o kadar bunaldım ki, bu yıl neredeyse hiçbir yer cazip gelmemeye başladı. Bu yüzden de bu sene bayramlarda tatil planı yapmamaya karar verdim.

Temmuz ayında Frankfurt, ardından haftasonu bir satış toplantısı için Londra’ya uçup, oradan da Brighton’a geçmem gerekiyordu. Tüm aksilikler o Cumartesi sabahı Frankfurt havaalanına vardığımda başladı. Almanya’daki üç günlük pazarlama eğitiminden sonra kafam dolu ve son zamanlardaki gibi dalgın, Lufthansa kontuarına gelip check-in yaptırmak için pasaportumu görevliye uzattım. Görevli önündeki ekranı kontrol ettikten sonra ‘’sizin biletiniz yok’’ dediğinde, birden tüm dalgınlığım ve yorgunluğum yerini paniğe bıraktı. Sonra gerçekler yavaş yavaş kafamda aydınlandı ve o kadar koşturmacanın arasında biletimi yaklaşık bir ay kadar önce Lufthansa’dan British Airways’e değiştirdiğimi hayal meyal hatırlamaya başladım. Ama hala emin değildim. Lufthansa bilet satıştan, gerçekten de biletim olmadığını doğrulattıktan sonra, biletimin BA’in sabah uçuşuna olduğunu kesin olarak hatırladım. Ufak bir sorun vardı, BA uçağı kalkmak üzereydi ve yetişmem imkansızdı. Bir sonraki ise, öğlen iki uçağıydı. Seyahat acentasını arayıp beni acilen öğlen iki uçağına koymalarını istedim. Neyse ki uçakta yer vardı ve biletimi ufak bir ceza ile değiştirebileceklerdi. Derin bir nefes alıp check-in yaptırdım. O gün, bir şekilde bir daha dönmek istemediğim Londra'ya gitmem gerekiyordu.

Yanan eski Brighton Pier'i
Hayatımda iki kere uçak kaçırdım. Ve ne gariptir ki her ikisi de İngiltere ilintili uçuşlardı. Her uçuş öncesi yaşadığım gerginlik ve havaalanına üç saat önce gitme isteğim, Londra’dan İstanbul’a yaptığım son eve dönüş yolculuğumdan kalmadır. 1995 yılında Londra maceramı bitirmiş, yeterli derecede ingilizce öğrendiğime kanaat getirerek İstanbul’a dönmeye karar vermiştim. Gatwick havaalanına gitmek için Londra’nın Victoria tren istasyonuna geldiğimde korkunç bir kalabalıkla karşılaştığımı hatırlıyorum. Herkes bekliyordu. Sonradan öğrendik ki tren yolu üzerinde banka soyguncuları ile polis arasında silahlı bir çatışma yaşanıyordu. Böylelikle o gün pek çok insan uçağını kaçırmıştı. Ben de dahil.

Bu anılar kafamda capcanlı hiçbir zaman sevemediği British Airways’in uçağına bindim. Keyifsiz bir uçuştan sonra Londra Heathrow’a indim. İlk karşılaştığım şey korkunç uzunlukta bir pasaport kontrol kuyruğuydu. Elimde önceden doldurduğum form, pasaportum ve çantamla kuyrukta yaklaşık 45 dakika kadar bekledikten sonra sorunsuz bir şekilde kontrolü geçtim. İngiltere topraklarındaydım artık ve önce Gatwick’e gitmek için otobüs bulmam gerekiyordu. Şehirler arası otobüs işletmesi National Express gişesinden GBP 25 ödeyerek biletimi aldım. Dünyanın en pahalı şehirlerinden birinde olduğumu o an hatırlamıştım. Fakat binmem gereken otobüs gelmedi. Otoyolda bir kaza olduğundan tüm otobüsler gecikmeli çalışıyormuş. Güzel, şimdi hangi otobüse binecektim. Neyse ki başka bir otobüs beni ‘’lütfen’’ kabul etti de yollarda sürünmek zorunda kalmadım. Heathrow’dan Brighton’a varmak çok kolay değil. Biraz çetrefilli bir yolu var. Gatwick’ten de trene binmek gerekiyor. Toplam yolculuk, gecikmelerle birlikte yaklaşık iki saat kadar sürdü. Sonunda İngiltere’nin ‘’şirin’’ balıkçı şehri Brighton’daydım. Bir taksi ile otelime vardım. Okyanus kenarında, Brighton Pier’e bakan bir otel. Odamın deniz manzarası da şahaneydi. Fakat ben yolculuktan dolayı o kadar yorgun ve bezgindim ki gözüm manzara falan görecek durumda değildi. Pazartesine kadar bir tam günüm daha vardı ve bu zaman içinde şehri gezebilir bol bol fotoğraf çekebilirdim.

Brigton Pier'i
Cumartesi akşamı Brighton bir parti şehrine dönüşüyor adeta. Özellikle The Lanes bölgesi, küçük sokakları ve sokaklar üzerindeki pubları, restaurantları ile cıvıl cıvıldı. O kadar çok pub seçeneği mevcut ki hangisine oturacağıma karar vermek için bir süre dolaştım. Pub yemekleri pek başarılı olmaz genellikle. Ama benim hedefim yemekten çok en sevdiğim birayı ‘tap’ ten içebilmekti. Guinness’i Türkiye’de bu şekilde içmek mümkün değil ne yazık ki. Ya şişede ya da kutuda bulunabiliyor. Fakat aynı lezzette olmuyor kesinlikle. Pubta boş bulduğum tek masaya oturdum. Avrupa’da her yerde masaya servis gelir. Fakat İngiltere’nin publarında böyle bir seçenek yok. Barda yemeğimi ve biramı şipariş ettim. Guinness’in en sevdiğim yanı tadı dışında köpüğüdür. Bardağı bitirene kadar o köpük her zaman mevcuttur. Bira hiçbir zaman ‘flat’ olmaz ve içiminin en eğlenceli kısmı da, bardağa havada daireler çizdirerek köpüğü artırmaya çalışmaktır, benim için. Tüm rituelleri yerine getirdim. Keyfim yerine gelmişti. Kalabalık sokaklardan geçerek otelime döndüm. Upuzun bir koridorda yürüyerek ulaşılan odama geldiğimde elektronik oda anahtarımın kapıyı açmadığını fark ettim. Aynı koridoru geri dönerek resepsiyonda anahtarımı özürler eşliğinde düzelttirdim. Sonrasında bu olayı otelde kaldığım üç gün boyunca hergün yaşamak zorunda kaldığımdan otel yetkilisine şikayette bulunmak farz olmuştu. Otelde kalan diğer bazı arkadaşlarım da aynı sorunu yaşadılar bu arada. Yani tüm evren sadece bana karşı değildi İngiltere’de kaldığım sürece. Otel ile ilgili en önemli ayrıntılardan biri, aslında Brighton’daki tüm oteller için bu geçerli, oda ücretleri Cuma ve Cumartesi günleri neredeyse haftaiçi fiyatının iki katına çıkıyor. Haftaiçi GBP 99 olan oda fiyatım Cumartesi gecesi GBP 179 olmuştu. Türk parasına çevrilince bu otel için ödenen para saçma sapan bir miktara geliyordu.

Brighton Sahil
Bunların hiçbirine takılmamaya çalışarak güzel bir uyku çektim. Fakat farklı bir zaman diliminde olduğum için (Türkiye’den iki, Almanya’dan bir saat geri) sabah saat altıda uyandım. Dışarıda çok güzel bir ışık vardı. Ben de fotoğraf makinamı kaptığım gibi dışarı attım kendimi. Sahil boyunca Brighton Pier’e kadar yürüdüm. Kumsala indim. Bu arada fark ettim ki o saatte bile bazı gece klüplerinde parti devam etmekteydi. Kızlar yarı çıplak, erkekler popolarından düşen kot pantoları ile sağda solda cirit atıyorlardı. Belli ki uyumak için evlerine daha gitmemişlerdi. Polis ise, bir yandan sokakta gençleri kelepçeleyip tutukluyordu. Tanrım ne kadar da harika bir ülkedeyim diye düşünmekten kendimi alamadım.



Bu şehrin insanları haftasonları kumsalda yaşıyor. İlerleyen saatlerde odamda kitap okuyup bir yandan da kumsalı seyrederken, yüzlerce insanın piknik yapıp (dumansız), güneşlenip, oyunlar oynadığını fark ettim. Sakin bir Pazar günüydü. İki iş arkadaşım şehre varana kadar da otelden çıkmadım. Onlarla otelin lobisinde buluşup sahilde yürüdük. Güneş batmak üzereydi. Deniz kenarında canlı müzik yapan bir bara oturduk. Herkes sokaktaydı. Müzisyen grup eski rock parçaları çalıyordu. Hepimiz biralarımızı yudumlarken sözlere eşlik ettik. Etrafımızdaki o kadar canlı bir kalabalıktı ki insan istemeden kendini eğlencenin ortasında buluyordu. Brighton gerçekten bir parti şehri. Londra, trenle sadece yarım saat mesafede olduğu için, gençler büyük şehirden buraya haftasonları sadece parti için gelirlermiş.

Brighton’da bulunma amacımız satış toplantısıydı. Diğer tüm arkadaşlar Pazartesi sabahı otele vardılar. Bu toplantının önemli ‘yan olayı’ ise açık deniz balıkçılığıydı. Pazartesi öğleden sonra iki gruba ayrılarak balıkçı teknelerine binip açık denize çıktık. Balık tutmaktan nefret ettiğim gibi, deniz tutmasına karşı da oldukça dayanıksızımdır. Fakat bu gezintiden kaçma gibi bir şansım yoktu. Ama tabi olta tutup, balık beklemek gibi bir durumum da hiç olmadı. Midemin bulanmaması için sabit bir köşede durup ufku seyrederek dört saat geçirdim. Bu arada da komik anları fotoğraflamaya çalıştım.

Balık tutar gibi yaparken :)
Brighton’da görülecek çok fazla yer yok. Dışarıdan bakıldığında küçük ve sevimli bir balıkçı şehri. Waterfront ve Pier şehrin en önemli ve en kalabalık bölgesi, The Lanes’in restaurantları ve pubları ile birlikte. Eğer parti yapma modundaysanız ve Londra’da yeteri kadar gece klübü ve eğlence yok diyorsanız ‘belki’ Brighton’a uğramanızı tavsiye edebilirim.

21 Eylül 2011

HOME

Türkçe’de ev ya da yuva kelimesi kullanılabilirdi. Fakat ingilizce HOME sözcüğünü daha çok seviyorum. Türkçe’deki sıcak anlamlarının tamamını hissettiriyor bana. Dolayısı ile bu kelimeyi kullanmak istiyorum yazımda.

Son zamanlarda yaşadığım hayatın bana ait olmadığını hissediyorum. Ya da benim o hayata ait olmadığımı. İkisi de aynı kapıya çıkıyor gerçekte. Bu da ne demek diyebilirsiniz. Aslında çok basit; uzun zamandır doğup büyüdüğüm şehirde, mahallede, hatta apartmanda yaşamaktan mutlu değilim. Bunun temelde pek çok toplumsal ve kültürel nedeni var. Nedenler ne olursa olsun, önemli olan kendimi artık bu yere ait hissetmiyor olmam. İnsan kendini ait hissettiğinde evimdeyim diyebiliyor ancak.

Daha genç olduğum yıllarda göçebe olmayı isterdim. Elimde bir bavul ya da ufak bir çanta seyahat edip, başladığım noktaya geri dönmemek en büyük hayalimdi. Bugünlerde uzak diyarlara yolculuklar hayal etmek ve bunu gerçekleştirebileceğimi bilmek bana sonsuz bir özgürlük hissi veriyor. Ama başladığım noktaya geri döneceğimi bilmek şartı ile. Son zamanlarda geri dönebileceğim bir HOME ihtiyacı var içimde.

Kısa süre önce, benim de bir zamanlar hayal ettiğim şekilde senelerce göçebe olarak yaşamış bir insanla tanıştım. Her ne kadar göçebe bir millet olduğumuz söylense de, Türk aile yaşantısına uzak bir kavram bugünlerde göçebelik. Bu insan, Türk değil. Hayatının yirmi yılını Güney Doğu Asya’da, doğduğu ülkeden binlerce kilometre uzakta geçirmiş, şimdilerde orta yaşlarının da ortalarında olan bir adam. Evinden ayrı yaşamasının kendine göre pek çok sebebi var. Kimi benim anlayabildiğim, kimi ise anlayamadığım, bana uzak olan nedenler. Geçmişi sorgulamak bugünü pek fazla değiştirmediği için, geçmişi geçmişte bırakmak en iyisi diye düşünüyorum. Bahsetmek istediğim, beni düşündüren konu, bu adamın bugünü ve geldiği nokta ile özlemleri.

İlk konuşmaya başladığımızda bana ‘’ölmek için bir yer arıyorum.’’ demişti. Son üç senedir bir bavulun içinde, evinden uzak yaşadığını fark ettiğinde çok şaşırmış.

‘’Bu kadar zamanın geçtiğini bilmiyordum.’’ 

Dünyanın farklı köşelerinde eşyalarını koyduğu depolar varmış. Güney Doğu Asya’da bıraktıklarını muhtemelen bir daha göremeyeceğini söylediğinde sesi hüzünlüydü. Hayatta geriye dönüşün olmadığına inansa da, geri dönmek isteyeceği bir HOME arıyor bugünlerde. Öyle yalnız ve tek başına bir hali var ki, yaşadığı sonsuz heyecanlı, dolu dolu hayatının bu noktasında, hissettiği terk edilmişlik duygusu ile savaşmaya çalışıyor. Aslında kimsenin onu terk ettiği yok. O terk etmiş pek çok şeyi. Bağsız, köksüz kalakalmış dünyanın bir köşesinde. Kararsız, ona evdeymiş gibi hissettirecek, tutunabileceği somut birşeyler arıyor. Bu yüzden de karşısına çıkan her ana, her mekana, her kişiye ‘’acaba bu mu?’’ diye yaklaşıyor. Çoğunun sonu hayal kırıklığı olsa da denemekten yılmıyor.

‘’Kendimi güvende hissedebileceğim, temiz bir evim olsun istiyorum.’’

Onun hayatının bugünkü kesitine şahit olmak beni düşündürdü. Oysa tanışmamıza vesile olan, onun bu denli çok seyahat edip, bir göçebe gibi yaşamasıydı. Onda beni kendine çeken şey, özgür ruhu ve köksüzlüğüydü. Yaldızlı dış tabakanın altındaki korkuları ile yüz yüze geldiğimde ise, günün sonunda sığınacak bir evim olması seçeneği kendimi güvende hissettirdi bana. Fakat bunun bir adım daha ötesi olmalı diye düşündüm o an. Çünkü HOME, sadece dört duvardan ibaret betonarme bir yapı olmaktan çok uzaktı hayallerimde. Benim de dört duvarım vardı işte. Yine de birşeyler eksikti.

O zaman fark ettim ki, HOME bir ‘yer’ olmak zorunda değildi. HOME aslında geri dönmek isteyebileceğim bir insandı.