9 Haziran 2011

Bali 3

Ubud

Bali ve lokal hayata dair daha fazla etnik öğe görmek için adanın kuzeyine, içlerine doğru gitmek gerekiyor. Ubud bunun için çok doğru bir başlangıç noktasıydı. Hem şehre ulaşım kolay, hem de kültürel olarak görülecek çok şey var Ubud ve çevresinde.

Bali’de bir şehirden diğerine ulaşımı Perama otobüsleri sağlıyor. Bunun dışında da turist otobüsleri mevcut. Bu otobüs işletmelerinin ofislerini bulmak gerekiyor sadece. Kuta’da Perama’nın bir ofisi vardı. Oradan Ubud için biletimi almıştım. Bu otobüsler gerçekten kalabalık olduklarından önceden rezervasyon yaptırmakta fayda var. Kendinden doğal havalandırmalı, bizim minibüs usulu vasıtalar daha çok. Fakat istediğiniz yere ucuz fiyata ulaşmak mümkün. Kuta – Ubud arası yaklaşık 1,5 saatlik bir yol ve Rp 60.000, yani on türk lirası gibi bir miktar tutuyor.

Otobüste yanıma oturan adamla sohbet etmeye başladık. Kırk yaşlarında, fransız bir fizyoterapist / sörfçüydü. Üç haftadır tek başına seyahat ediyormuş. Lombok ve Uluwatu’dan sonra Bali’nin kültürel hayatını görmek için bir gününü Ubud’ta geçirecekmiş.
‘’Biliyorum yeterli değil. Ama Fransa’ya geri dönmem gerekiyor.’’ dedi. Keyifli bir sohbet oldu Ubud’a kadar. İngilizcesi çok iyi olmadığı için aramızdaki etkileşim farkına varamadığım bir noktada koptu ve ben de ona akşam bir içki içelim teklifinde bulunmadım nedense. Belki de Laurent’ın çiğ mavi gözleri beni itti. Bilemiyorum. Ama şunu fark ettim ki tek başına seyahat ederken diğer insanlarla iletişim kurmak çok kolay ve kendiliğinden gelen bir davranış.

Perama’dan iner inmez bir ojek buldum. Sırt çantası ile seyahat edince her türlü araca binmek çok kolay. Öyle çok fazla yere ihtiyaç olmuyor. Otelim Ubud’un diğer ucundaymış. Yolda şoförüme Lotus Cafe’nin nerede olduğunu sordum. Çünkü yine bu cafe’den başlayan bir pirinç tarlası yürüyüş parkuru var Ubud’ta. Ubud sarayını, Lotus cafe’yi ve çarşıyı mimledikten sonra otelim Tjampuhan’da motordan indim. Görünüşe göre yine bir cennet bahçesindeydim ve bu sefer üç gece konaklayacaktım.

Lotus Cafe'nin nilüfer behçesinden
Tjampuhan internetten bulduğum Ubud’un en eski oteli. 1928 yılından beri hizmet veriyor. Üç metre genişliğindeki yatak dışında, odanın beni etkileyen bir özelliği yoktu. Banyo olabildiğince eskiydi üstelik. Fakat burada kalmaya değecek en önemli neden otelin bahçesiydi. Terasımın kapılarını açıp dışarıdaki yağmuru yatağımdan seyrettiğim sabah, sadece anda var olmanın büyüsüne kapılmıştım. Tembelliğin ötesinde bir hisle zamansız, hatta belki de mekansızdım. Böylesine sihirli küçük anları dondurup, çantama koyup yanımda götürmek istiyorum gittiğim her yere. Bunu gerçekte yapamadığım için de seyahat defterime kaydetmeye çalışıyorum herşeyi. Yetersiz kelimesi işte o zaman anlamlı hale geliyor. Gerçekten de kelimeler çoğunlukla yetmiyor. Özellikle çala kalem yazılmış hatıralar için. Hafızam daha güçlü kelimelerden. Kafamın içindeki anlık görüntüler, bir daha onları yaşayamayacağımı bildiğimden olsa gerek, çok canlılar. Sonrasında gelen bir dizi olaydan çok daha değerli o büyülü anlar. Her seyahatten sonra bende kalan böyle görüntüler var. Buz dağları, sörf tahtası, tapınaklar, yağmur ormanları ve belki de bir kadeh kırmızı şarap. Ama her fotoğrafta bana gülümseyen farklı bir yüz var içime sindirip eve getirdiğim.

Ve onlar bana mı ait?

Satın alıp yanımda getirdiğim hiçbir objenin bir değeri kalmıyor o anların yanında. Biliyorum ki aslında ben onlara aittim.

Tjampuhan''ın tapınağı
Ubud gerçekten de şirin bir şehir. Topu topu üç tane caddesi var. Ama bence en güzel caddesi Hanoman. Surisna’nın da ofisi bu cadde üzerinde. Hem de Ubud’un en popüler mekanı Kafe’nin karşısında. Bu cadde üzerinde sanat galerileri, etnik objeler satan mağazalar ve pek çok da otel bulmak mümkün. Hindistan’ın Rudraksha boncuklarını çeşitli yarı değerli taşlar, inci, gümüş ve altınla birleştirip çok güzel bir mücevher koleksiyonu tasarlamış Shivaloka’ya uğramanızı da tavsiye ederim. Sahipleri amerikalı. Rudraksha’nın ruhani anlamını ve vedic önemini de mağaza sahiplerinden dinleyebilirsiniz.

Tjampuhan'daki odam, Pura 5
Ubud’un en meşhur mekanı Lotus Cafe, çok güzel bir nilüfer bahçesine bakıyor. Yalnız olduğum için bu bahçeye bakan masalardan birine oturmama izin vermediklerinden, çünkü masalar çok daha fazla insanı oturtmak için konumlandırılmıştı, listemden hemen elendi. Onun yerine yine şirin bir mekan olan ve pirinç tarlalarına bakan Three Monkeys’e oturdum ben de. Tembel bir öğleden sonra geçirip lezzetli yemek yemek ve ardından da enfes bir japon çayı içmek için ideal bir yer. Bali’de çay plantasyonu olmadığını öğrendiğimde çok hayal kırıklığına uğramıştım. Çay Java’da yetişiyormuş. Bali daha çok kahvesi ile ünlü.

Three Monkeys Art Cafe'deki öğlen yemeğim
Öğle sıcağında bir şişe Bintang içtikten sonra iyice mayışmıştım. Hiçbir planım yoktu, sokaklarda avare avare dolaşıp alış veriş yapmaktan başka. Hangi gün olduğundan bile habersizdim. Bali gerçek hayattan kopup herşeyi unutmak için, dünya üzerinde gidilebilecek en harika yerlerden biri. Nitekim geri geldiğimden beri içimdeki oraya dönme isteğinden kurtulmuş değilim.

Bali’nin birası Bintang oldukça lezzetli. Üstelik pilsener sevmediğim halde, beğendim. Şarapları hakkında aynı şeyi söyleyemeyeceğim için her fırsatta Bintang tercih ettim.

Ubud’daki görülmesi gereken en önemli yer Monkey Forest Sanctuary. Ubud’un nadide caddelerinden biri Monkey Forest’ın sonunda girişi olan, büyük banyan ağaçları ile kaplı bir orman burası. Yaklaşık üçyüz adet Bali makak maymununa ev sahipliği yapıyor. Maymunlar her yerde serbestçe dolaşıp ziyaretçilerin uzattıkları muzları afiyetle yiyerek günlük hayatlarını sürdürüyorlar. Zamanları ağaçlardan çok ziyaretçilerin yürüyüş yolları üzerinde geçiyor. Gerçekten her yerdeler. Bu yüzden onları gözlemlemek ve fotoğraflarını çekmek çok kolay. Ben diğerleri gibi yanıma muz almadım. Sonuçta bu hayvanlar vahşiler ve ne yapacaklarını önceden kestirmek pek mümkün değil. Kısa süreli de olsa kendi aralarında ya kıskançlıktan ya da yiyecek paylaşımından kaynaklı gerginlikler çıkıyor. Sesler yükseliyor. İnsanlar korkup birkaç adım geri atıyorlar. Ama sonra herşey eski durağanlığına bürünüyor. Onları izlemek eğlenceli.

Monkey Forest Sanctuary
Ubud’da gece hayatı yok denecek kadar kısıtlı. Belki de ben gittiğimde henüz sezon tam olarak açılmadığı için sakindi. Aslında burası daha çok Bali’nin yoga ve meditasyon merkezi. Sokaklarda amaçsız gezinirken Kecak ateş dansı bileti satan bir adamla karşılaştım. Dans ve müzik Bali kültürünün büyük bir parçası. Dansı, müziği, seramonileri ve dramayı içine alan görsel kısma ‘’sekala’’ deniyor. Bir de bu gösterilerin arkasında yatan göremediğimiz anlam, sihir ve doktorin mevcut. Buna da ‘’niskala’’ diyorlar. Ubud’ta mutlaka bir dans gösterisine gitmek gerek kültürlerindeki önemini anlayabilmek için. Gittiğim gösteri Bali’de sadece kadınlar tarafından icra edilen tek Kecak dans gösterisiydi. Normalde Kecak dansı erkek korosu tarafından icra edilirmiş. Dans, Hindu Ramayana epik hikayesini anlatıyordu. Çok genel olarak iyi ile kötünün mücadelesi ve iyinin galip gelmesi ile biten bir hikaye . Beyaz maymun hanoman, kötü kral ve üç erkek kardeş de hikayenin kahramanlarıydı. Bir tapınağın bahçesinde icra edilen dans çok renkli görsel bir şölendi. Kecak dışında Ubud’da daha geleneksel olan Legong ve Barong danslarını seyretmek de mümkün. Özellikle Barong, Ubud Palace’da her akşam sergileniyor.

Kecak Ateş Dansı
Ubud’un çevresinde gidilecek birkaç yer tespit etmiştim. Şehirdeki ikinci günümde Surisna beni otelimden aldı ve yollara düştük yine. Afrika’da bir tane bile fil göremediğim için Bali’de görmek konusunda kararlıydım. Ubud’un kuzeyinde, Taro’da bir fil safari parkı var. Daha yola çıkmadan önce kafama koymuştum bu parkı ziyaret etmeyi. Taro’ya sabah erken vardığımızdan hiçbir turist kafilesi yoktu kapıda. Parka giriş ücreti 16 amerikan doları. Eğer fil ile yarım saatlik bir gezi yapmak istenirse 53 amerikan doları ödemek gerekiyor. Oraya kadar gitmişken bir filin üzerinde gezinmeden dönemezdim. Bizi fillere götürecek görevliyi beklerken yanıma bir kız yanaşıp ‘’yalnız mısınız?’’ diye sorunca onunla sohbet etmeye başladık. Samantha, Essex İngiltere’denmiş. Üç haftadır yollarda güney doğu asyayı gezdiğini söyledi. Açıkçası o ana kadar karşılaştığım herkes haftalardır bu bölgede seyahat ettiğini söylemişti bana. Ben, iki haftada bile kendi hayatımdan bu denli kopabiliyorsam, onların ülkelerine döndüklerinde nasıl uyum sağladıklarını merak etmekten kendimi alamadım. Haftalarca yolda olma fikri cazip gelse de, döndükten sonra yaşadığım uyumsuzluk hissini düşününce irkiliyorum hala.

Mona ve ben
Filimin adı Mona’ydı. Sumatra’da doğmuş, yaramaz bir kızmış. Fil sürücüm çok sevimli, aynı zamanda da konuşkan bir çocuktu. Yarım ingilizcesi ile bana hem filler, hem de park hakkında bilgiler veriyordu. Çok güzel ağaçlıklı bahçelerin içinden geçiyorduk. Etrafımızda uzun uzun yemyeşil otlar göze çarpıyordu. Bunlara fil otu deniyormuş. Fakat Mona’nın, hatta burada yaşayan hiçbir filin gezinirken bu otları yemesine izin yokmuş. Çünkü etrafımızda gördüğümüz yeşillik, ben farkedemesem de ekili alanlar, çiftçilere aitmiş. Belki yüzlerce çiftçi yetiştirdikleri otları, meyveleri parka satarak geçimini sağlıyormuş. Filler otları izinsiz yerlerse de haliyle çok kızıyorlarmış. Mona yürümekten sıkılmış olacak ki hortumuna bir ağaç dalı alıp yerlere vurmaya ve komik sesler çıkarmaya başladı. Sürücüm oyun oynadığını söyledi. Her dakikasından inanılmaz zevk aldığım çok keyifli bir gezintiydi. Gezinin sonunda başladığımız alana geri döndük. Neler olduğunu anlamadan bir baktım Mona yarı beline kadar suya girmiş, ben de üstündeyim. Filler çok eğitimliler ve ne yapmaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. Mona hortumuna su alıp birkaç kere püskürterek fotoğraf makinelerine poz verdi. İşte orada da gezimiz sona ermişti. Fakat parktan çıkmak ne mümkün. Dakikalarca diğer fillerle fotoğraf çektirdik. Hortumları ile yüzüme üfleyeyip beni gıdıklayacak kadar bu hayvanlara yakın olmak, Afrika’daki hayal kırıklığımı tamamen unutturmuştu. Samantha ile dönüşümlü olarak fillerin önünde poz vererek birbirimizin fotoğraflarını çektik. Böylece yalnız seyahat ediyor olsak bile yaşadığımız keyfin hiçbir anının fotoğraflanmadan geçmesine izin vermemiş olduk.

Taro fil safari parkındaki bebek fil
Parkın üç bebek filini sona bıraktım. İki dişi bir de erkek aynı çitin içinde dur durak bilmeksizin koşturup duruyorlardı. Hatta alt alta üst üste yuvarlanıyorlardı demek çok daha doğru olur. Bir ara, çitin yanına yaklaştım. İçlerinden bir tanesi küçük hortumunu öyle bir savurdu ki bacağımdaki şaplak sesi ile bir çığlık attım. Aslında öyle çok acıdığından değil, ama daha çok şaşkınlığımdan. Onlarca fotoğraflarını çekmeye çalıştım sonrasında. Ama o kadar hareketlilerdi ki ancak birkaç tanesini net yakalayabilmişim.

Günün ikinci kısmı, ilk kısmı kadar heyecanlı geçmedi. Fakat Surisna beni planımda olmayan Kintamani’ye götürüp Batur dağı manzarası seyrettirdi. Ardından da Tirta Empul’a gittik. Yine bir su sarayı, yine bikinim yanımda. Ama bu sefer havuzlardaki lokal kalabalık gözümü korkuttu ve yüzmekten vazgeçtim. Öte yandan çocuklar havuzlara öylesine neşe ile atlayıp çıkıyorlardı ki onları fotoğraflarken daha fazla eğlendim diyebilirim. Birkaç güzel çocuk fotoğrafı yakalamışım kendimce.

Tirta Empul
Dünyanın en pahalı kahvesi hangisidir sorusunun cevabı ‘’Kopi Luwak’’ tır ve Endonezya’da bulunur. Surisna bana herşeyi göstermek konusunda kararlı olduğundan agro turizm çiftliklerinden birine de uğramadan gezimizi bitirmedik. Burada bana kahve, vanilya, salak ( bu arada en sevdiğim meyvelerden biridir. Aynı zamanda yılan derili meyve olarak da geçer.), durian ve daha pek çok meyvenin ağaçlarını gösterdiler. Sonunda da bir kafesin başında durup ufak, tilkiye benzer uyumakta olan bir hayvanı seyrettik. Bu hayvanın adı Luwakmış ve geceleri yaşar gündüzleri uyurmuş. Kahvenin meyvesi ile beslenir, çekirdeğini de dışkılarmış. Fakat hayvanın bağırsak sistemi olmadığından, bu bildiğimiz anlamda bir dışkılama değil anladığım kadarı ile. Hayvanın sisteminden dışarı atılan kahve çekirdekleri bir süre toprakta bekledikten sonra toplanır ve öğütülürmüş. Böylece dünyanın en pahalı kahvesi elde ediliyormuş. Söylediklerine göre bu kahvenin bir fincanı bazı beş yıldızlı otellerde elli amerikan dolarına satılıyormuş. Hemen bir fincan içtim. Gerçekten de kahvedeki toprak tadını fark etmek mümkün. Oldukça lezzetliydi. Hayır bok tadı almadım. Ama yüz gram eve getirmek için satın aldım. İsteyenlere ikram edebilirim.

Kopi Luwak içerken.. mmmm çok leziz!!
Yine gezimizin sonuna gelmiştik. Cennet bahçesi otelim Tjampuhan’ın havuzunda günün yorgunluğunu attım hava kararırken. Ertesi gün hiçbir planım yoktu. Hangi gün olduğundan habersizdim. Tek yetişmem gereken randevum bir saatlik Bali masajımdı. 

Tjampuhan havuz sefası
    


2 yorum:

  1. Esra hanim merhaba, eşimle birlikte bu yaz biz de Baliye gitmeyi planliyoruz, bu nedenle Bali yazılarınızı dikkatle okudum, oldukca faydalı ve güzel olmus, elinize saglik. Baliye gitmeden once rehber için Made Surisna ile anlastığınızı belirtmissiniz, kendisiyle nasil iletisime geçtiniz acaba, memnun kaldığınızı ifade etmişsiniz, biz de kendisiyle anlasmak isteriz 2 veya 3 gün için, nasıl iletisime geçebiliriz? Yardimci olursanız cok mutlu olurum.

    YanıtlaSil

  2. Yavuz bey merhaba,

    Surisna'nin bilgileri asagida. Mesajimi alip almadiginizdan emin olamadim.

    ubudexplorer@hotmail.com

    Ubud Explorer Tour & Travel
    Hanoman Street 43 B Ubud 80571 Gianyar - Bali -Indonesia
    Phone/Fax : 62 361 970698

    I Made Surisna
    ( C.E.O )
    Hp : 08123932556

    YanıtlaSil