6 Kasım 2012

Roma


E. H. Gombrich’in Sanatın Öyküsü kitabını okuduğumdan beri, ki yaklaşık on sene önceydi, Vatikan’daki Sistine Chapel’ini görmek isterim. Michelangelo’nun dehasının doruklara ulaştığı Mahşer ile Adem’in Yaratılışı sahnelerinin resmedildiği chapel, görülmesi gereken yerler listemin başlarında yeralmasına rağmen bu seneye kadar fırsat bulup gidememiştim.
Önüme ansızın çıkan ucuz uçak bileti fırsatını değerlendirip birkaç dakika içinde Roma’ya gitmeye karar verdim. Eh hazır Roma’dayken hızlı tren ile bir saat uzaklıkta olan Napoli’ye de uğramak gerek deyip planımı yaptım. Her zamanki gibi kimseye bağlı olmayan planımı yürürlüğe koymak o kadar da zor olmadı. Önce üç gün Roma ve ardından üç gün Napoli. Koşturmadan geçireceğim, İtalyan mutfağını ve şaraplarını doyasıya tadabileceğim, sakin bir programım olsun istedim. Yoksa Napoli’ye iki gün de yetebilirdi.
Roma’nın şahane bir şehir olduğunu söylemek istiyorum öncelikle. Tekrar gitmek isteyebileceğim ender Avrupa şehirlerinden biri.
 Piazza Navona
Roma’ya vardığım gün şakır şakır yağmur yağdı. Navona Meydan’ında Bernini’nin Dört Nehir ( Fontana dei Quottro Fiumi ) çeşmesini hayranlıkla izlerken bir yandan da ıslanıyordum. Aslında yağmur hoşuma gitmişti. İstanbul’un bana çok uzun gelen sıcak ve yapış yapış yazının ardından Roma’da sağanak yağmura yakalanmak bir anda günümü aydınlatmıştı diyebilirim. Meydanı sokak caféleri ve restaurantlar çevreliyor. Burası şehirdeki ana buluşma noktalarından biri. Şehirde kaldığım süre boyunca hergün mutlaka Piazza Navona’ya uğradım. Meydan, sokak sanatçıları ile dolu oluyor yağmur yağmadığında. Rengarenk ve keyifli. Cafélerinde oturdum ya bir kadeh kırmızı şarap ya da espressomu yudumlarken. Oldukça turistik bir bölge olduğundan fiyatlar epey yüksek. Yine de Bernini’nin muhteşem çeşmesini seyrederken içtiğim bir kadeh şarabın değerini umursamak aklıma gelmedi.
                                             
                                                             Fontana dei Quottro Fiumi
 
Roma’yı yürüyerek gezmek gerekiyor. Çünkü küçücük dar bir sokağı dönünce insanın karşısına hiç beklemediği güzellikte bir meydan, heykel ya da şipşirin bir café çıkabiliyor. Eğer ilk defa ziyaret ediliyorsa bu şehirde sürprizlere hazırlıklı olmak gerek.
                                    
                                                                Piazza Navona
 
Pantheon, Piazza Navona’dan beş dakika yürüme mesafesinde. Yine bir çeşme ( Fontana del Pantheon ) ve yine cafélerle dolu daha küçükçe bir meydan. Pantheon antik Roma İmparatorluğu’ndaki tüm tanrılara adanmış bir tapınak. M.Ö. 27 de inşa edilmiş. Pantheon’un kubbesi dünyanın en büyük, desteksiz beton kubbesi olarak geçiyor tarihte. Şu ana kadar Roma İmparatorluğu’na ait en iyi korunmuş binalardan biri. Eski ile yeniyi bir arada görmek mümkün bu yapıda. Yüzyıllar boyunca tarihin değişik dönemlerine şahitlik eden bu tapınak dini amaçlarla kullanılmış çoğunlukla. Şimdilerde İtalya’nın iki kralı Vittoria Emanuele II ve Umberto I in mezarlarına ev sahipliği yapıyor. Girişinde bulunan korint tarzı onaltı granit sütun binayı daha da heybetli hale getiriyor.
 
                                                                      Pantheon
 
“Pantheon’un girişine yüzünü dönünce sol kolda kalan, turuncu-beyaz pöti kare masa örtülü caféde oturup spritz içmen gerek.”
                                        
                                                                   Spritz
 
Benden önce Roma’ya aşık olan bir arkadaşımın tavsiyesine uyup bahsedilen caféye oturdum. Ama prosecco sipariş verdim. İçkimin ve Pantheon’un fotoğrafını çekip arkadaşıma gönderdiğimde istenen durumu oluşturmadığım için kınandıktan sonra üzerine de bir spritz içerek ritüeli tamamlayıp, hafif sarhoş, yürüyüşüme devam ettim. Bu arada spritzi beğenmediğimi itiraf etmeliyim. Turuncu renkli acı-tatlı bir karışım. Kısaca anlamsız.
 
                                                                      Pulcino della Minerva
 
Navona ile Pantheon arasında Minerva Meydanı’na uğrayıp sevimli fil heykelini (Pulcino della Minerva) de görmeyi ihmal etmemek gerek. Bu küçük fil, Roma’daki onbir Mısır dikilitaşından birini oturtmak için Bernini tarafından tasarlanmış.
İtalya’da yenilecekler listemin en başlarında her zaman dondurma bulunur. İtalyan dondurması hem yumuşak, krema kıvamında, hem de daha leziz bizimkilere göre. Eh Roma da bu işin merkezi sayılabilir. Bu sefer İtalyan bir arkadaşımın tavsiyesine uyarak İtalya’nın en doğal dondurma markalarından biri olan Grom’u tercih ettim. Her köşe başında bir dondurmacı bulmak mümkün Roma sokaklarında. Grom sadece Navona Meydanı’nda gözüme ilişti. Özellikle kahveli ve bitter çikolatalı dondurmalarını tavsiye ederim. Ağzımda espresso içmişim gibi bir tat ile dolaştım uzun süre.
 
                                                             Fontana de Trevi
 
Pantheon’dan yürüyüşüme devam ettim. Hedefim, belki de dünyanın en ünlü çeşmelerinden biri olan Fontana de Trevi, yani kısaca Aşk Çeşmesi idi. İnsan öncesinde tam olarak ne ile karşılaşacağını tahmin edemiyor. Her ne kadar bu çeşmenin fotoğraflarını daha önceden görmüş olsam da, daracık bir sokaktan çıkar çıkmaz böylesine ihtişamlı bir manzara ile karşılabileceğime ihtimal vermemiştim. Çeşmenin şahane estetiği insanı anında çarpıyor. Figürler sanki canlı ve suyun akışıyla daha da fazla hayat buluyorlar. Fontana de Trevi, M.Ö 19. yüzyılda inşa edilmiş bir su kanalı olan Aqua Virgo’nun son noktasında bulunmakta. Kanal, şehrin yirmi kilometre uzağında bulunan bir kaynaktan su getiriyor Roma’ya. Çeşmenin yapımında ilk olarak Bernini’nin çizimleri kullanılmış olsa da, daha sonra proje bir süre durdurulmuş. Yine de artistin okuluna ait çizgileri görmek mümkün bu eserde. Çeşme 1762 yılında tamamlanmış. Ana figür, Roman mitolojisinde deniz tanrısı olarak geçen ve Yunan mitolojisinde Poseidon’a karşılık gelen Neptün. Çeşmenin havuzu denizi temsil ediyor ve rivayet o ki eğer sırtınız dönük, omzunuzun üzerinden çeşmeye bozuk para atarsanız Roma’ya bir daha geri döneceksiniz demek oluyor. Evet Roma’ya geri dönmeyi çok isterim. Fakat çeşmeye para atmadım. Belki inancımdan belki de inançsızlığımdan. Bana anlamlı gelmedi.
 
 
                                                                                  Neptün
 


Dan Brown’un kitabı Melekler ve Şeytanlar’da aydınlanma yolundan bahsedilir. Bu yolun üzerindeki noktaları da ziyaret etmeye çalıştım. Santa Maria del Popolo kilisesi, Piazza del Popolo, Saint Peter's Meydanı, Santa Maria della Vittoria kilisesi, Piazza della Minerva, Piazza Navona, ve Castel Sant'Angelo. Aydınlanıp aydınlanmadığım şüpheli fakat şu bir gerçek ki Roma’da her yeri yürüyerek gezmek gerek.
 
 
                                                         Cul de Sac
 

Yemek yenilmesi gereken yerler listemin başında şehirdeki en eski bar olan Cul de Sac vardı. Piazza Pasquino 73 adresinde bulunan bara rezervasyon yaptırmamış olduğumdan kapısında yaklaşık on dakika beklemek zorunda kaldım. Fakat her dakikasına değdi diyebilirim. Cul de Sac oldukça küçük bir mekan. İçeride sıkış sıkış masalarda oturuluyor. Duvarlarındaki camekanlı dolaplarda yüzlerce şarap şişesi görmek mümkün. Bunlar arasında yüzlerce euroluk şaraplar da var. Masaya gelen şarap menüsü ise şimdiye kadar gördüklerimin en kalınıydı. Açıkçası bir ansiklopedi görünümündeydi. Parma salamı ve “gerçek” mozzarella ile kırmızı şarap günün tüm yorgunluğunu unutturdu. Mozzarella’yı bıçakla keserken içinden süt fışkırıyordu. Tatlı olarak da bildiğimiz meyve salatası Macedonia’yı denedim. Tatlının ismi Makedonya’dan geliyormuş ve İtalyanlar karışık şeylere böyle hitap ediyorlarmış. İtalya’da şimdiye kadar yediğim herşey gibi bu da lezizdi.
 

                                                                             Cul de Sac

Ertesi gün Papa ile randevuma gitmek için şortumu bir kenara koyup daha usturuplu birşeyler geçirdim üzerime.Uzun pantalon ve uzun kollu gömlek. Vatikan Müzesi için rezervasyonumu internetten yapmış olduğumdan kapıdaki metrelerce kuyruğa takılmadan içeri girdim. Biletimi ve kulaklığımı alıp tura başladım. Müze gerçekten görkemli eserlerle dolu. Sistine Chapel’i ise turun en sonunda. İçimdeki heyecana ve sabırsızlığa kapılmadan çevremi saran binlerce sanat şahaserinin keyfini çıkarmaya çalıştım. En çok görmek istediğim bölümlerden biri de Borgia ailesine ait dairelerdi. Papalığı sırasında pek çok skandala konu olan aile lüks içinde yaşamış ve zamanın pek çok ünlü sanatçısına önemli eserler sipariş vermişlerdi. Dairenin tavanları ve duvarları Pinturicchio tarafından süslenmiş. Rafael ile aynı dönemde kiliseye hizmet etmişler. Fırçalarının birbirine çok yakın olduğu söyleniyor. Vatikan müzesinin en görkemli bölümlerinden biri de Rafael odaları yani Raphael Stanze. Rafael’in, Michelangelo’nun Sistine Chapel’indeki duvar ve tavan resimlerinden etkilendiği düşünülüyor. Atina Okulu adlı duvar resminde Michelangelo’ya Heraclitus karakterini yakıştırırken, Leonardo Da Vinci’yi ise Aristotle ile tartışan Plato şeklinde resmetmiş. Kendisi de resimde yer alıyor. Vatikan Müzesi’ndeki diğer önemli bir bölüm de haritaların bulunduğu koridor.
 
 
                                                               Atina Okulu
 
Fakat hiçbir oda, hiçbir resim ya da heykel Sistine Chapel’indeki tavan resmi kadar görkemli ve etkileyici olamaz kanımca. Chapel’e adımımı atar atmaz gözlerim tavanda asılı kaldı dakikalarca. Libyalı Sybil ve İsrail’in beş peygamberi, Adem’in Yaratılışı, Cennet Bahçesi ve Nuh’un Seli resimlerindeki tüm figürler sanki canlıydılar. Sanki üç boyutlularmışçasına resmedilmişlerdi. Renklerin canlılığı gözlerimi kamaştırmıştı. Gözlerimi tavandan duvara doğru indirdiğimde ise başka bir şahaser ile karşılaştım. Michelangelo’nun Mahşer’i ( Last Judgment) tüm acımasızlığı ile karşımdaydı. Resimlerin İncil’e ait hikayeleri ve kullanılan renklerin anlamları var. Her detaya hakim olmak mümkün değil. Sadece orada durup Michelangelo’nun dehasını hayranlıkla seyrettim. Chapel’den ayrılmak istemedim uzunca bir süre. Roma’ya tekrar gittiğimde Sistine Chapel yine ilk ziyaret edeceğim yerlerden biri olacak. Buna hiç şüphe yok.
 
 
                                                              St. Peter'ın Mezarı
 
 
Müzenin ardından St. Peter’ın mezarının bulunduğu Vatikan Kilise’sine geçtim. Görkemli kubbesinin tam ortasında yine Bernini tarafından tasarlanmış dört sütunlu St. Peter’in mezarını görmek mümkün. Aslında bu mezarı kelimelerle anlatmak pek de mümkün değil. Fotoğraflar daha açıklayıcı olacaktır kanımca. Burada ebatlar oldukça abartılmış. Kilisenin büyüklüğünü ifade son noktaya ulaşmış. Fakat yine Michelangelo’nun zarif sanatı bu devasalığın içinde ön plana çıkıyor. Çarmıha gerildikten sonra annnesinin kucağında yatan Hz. İsa, yani ünlü Pieta Heykeli tüm sadeliği ile bir kenarda bütün ziyaretçilerin odak noktası. Öylesine büyük bir zarafet ile şekillendirilmiş ki insan vücudunun en ince detaylarının mermerde hayat bulduğunu görmek mümkün. Hatta bazı bölümleri o denli ince oyulmuş ki mermer şeffaf bir hal almış adeta. İnsanı şaşkınlığa düşürecek kadar kusursuz bir eser.  
 
 
 
     St. Peter Meydanı
 
Kilisenin kubbesine de çıkıp St. Peter Meydanını ve Tiber Nehrini seyrettim. Bunun için yedi euro vermek gerekiyor. Çok gerekli mi? Herkese göre değişir sanıyorum. St. Peter meydanının simetrik yapısını kuş bakışı görmek ve fotoğraflamak mümkün. Ama üçyüzden fazla basamağı tırmanmak oldukça nefes kesiciydi.
Oradan Colloseum’a yürüdüm. Burası açık bir müze. Çok az bir kısmı ayakta kalmış yapının içini gezmek de mümkün. Ama girmenin gerekli olmadığını düşündüm. Yıkılmamış olan kısmının dışarıdan görüntüsü daha görkemli. Sadece fotoğraf çekmekle yetindim.
 
 
                                                                 Colloseum
 
Sırada ünlü İspanyol merdivenleri vardı. Benim için ise İngiliz Babington kardeşlerin çay evine yapacağım ziyaret merdivenlerden çok daha önemliydi. Gittiğim her şehirde bir çay evi bulup, saat beş çayımı içmek bir gelenek halini aldı artık. Uzunca bir yürüyüşten sonra hınca hınç turist dolu Piazza Spagna’ya vardım. Yine bir çeşme ve yine sular fışkırıyor. Fontana Della Barcaccia eski gemi çeşmesi anlamına geliyor. Havuzun ortasında bir gemi figürü var zaten. 
 
 
                                                             Piazza Spagna
 
Şehrin her noktası estetikten yıkılıyor adeta. Merdivenler yüz otuz sekiz basamaktan oluşuyor.
 
 
 
Ve benim çay evim de merdivenlerin hemen başlangıcında yer alıyor. Kendimi nasıl bir heyecanla içeri attığımı anlatamam. Porselen çay fincanları, irili ufaklı teneke çay kutuları, çaydanlıklar ve rengarenk cup cake’ler. Şekerci dükkanındaki çocuklar gibiydim. İçeride bir tane bile turist göze çarpmıyordu. Sakin salonda kendime bir masa bulup oturdum. Çay, porselen çaydanlıklarda servis ediliyor. Yanında da iki cup cake siparişi verip huzurlu bir şekilde çayımı yudumlayıp günün yorgunluğunu çıkardım. Hava kararmıştı artık. Yemek için Trastevere’ye yürümem gerekiyordu ki bu da yaklaşık altı yedi kilometre uzaklıktaydı. Önce merdivenlerin tepesine çıkıp güneşin batışını seyrettim yüzlerce turistle birlikte. Capcanlı yaşayan bir meydan burası.
 
 
Trastevere turistlerin en gözde uğrak yerlerinden biri. Bu bölgede bir hapishane var. Aslında bölge, daha önceleri mahkum yakınlarının yaşadığı bir yerleşim yeriymiş. Sonradan lokal sanatçıların, film yıldızlarının ve yazarların mekanı haline gelmiş. Bir üniversite bölgesi olduğu için de cafelerde oturan öğrencileri görmek mümkün. Trastevere’ye vardığımda akşam olmuştu. Açlıktan ölüyordum. Dar sokaklarda dolaşırken kalabalık yerel bir lokanta keşfettim. Sokakta bana bir masa bulup oturttular. Şarabımı ve yemeğimi söyledim. Yiyip içmekten daha muhteşem bir tatil olabilir mi? Üstelik İtalya’da. Her yudumun, lokmanın tadını çıkarmak kural burada. Ben de öyle yaptım.
 
 
                                                               Da Tony, Trastevere
 
Son günümde Roma’nın çiçek pazarı Campo de Fiori’ye uğradım. Rengarenk bir pazar yeri burası. Sıkılmış taze nar suyumu yudumlarken tezgahların arasında dolaştım. Çeşit çeşit peynirler, salamlar, zeytinyağları... İnsan hepsinden almak istiyor. Fakat küçük bavulumda sadece şarap için yer vardı. Bu yüzden şehirde bulunduğum süre içinde, almak gibi bir alternatifim olmadığından, herşeyin tadına bakmaya çalıştım. Pazarın kurulduğu meydan 16. ve 17. yüzyıllar engizisyon döneminde kafirlerin, yani günümüzdeki değişiyle bilim insanlarının kazığa bağlanarak yakıldığı yermiş. Ünlü filozof Giordano Bruno dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söylediği için bu meydanda yakılmış. Şimdi bu meydanda bir heykelini görmek mümkün.
 
 
               Campo de Fiori
 
Günümün asıl hedefi şehrin kuzeyinde bulunan parkın içindeki Villa Borghese idi. Borgia ailesinin yaşadığı ve günümüzde müze haline getirilmiş, aile tarafından zamanın ünlü sanatçılarına yaptırılmış pek çok tablonun bulunduğu skandallar evi. Önce Piazza del Popolo’ya yürüdüm. Buraya Pincio deniyor. Roma’nın kurulu olduğu yedi tepeden biri. Parkın içinde yürümek keyifliydi. Fakat üç gündür durmadan yürüdüğüm için artık tabanlarım isyan etmeye başlamıştı. Villa Borghese’ye vardığımda sadece müze mağazasını ziyaret edip her zamanki gibi kitap ayıracı satın aldım. Zira turlar dolmuş ve biletler tükenmişti. Gerçekte müzeyi gezecek pek halim de kalmamıştı.
 
 
                                                                   Pincio
 
Roma’nın kapanışını Dolce Vita’nın başladığı yer olan Via Veneto’ya giderek yaptım. Burası sağlı sollu lüks otellerin, cafelerin ve mağazaların bulunduğu çok da uzun olmayan bir cadde. Ama adım atar atmaz sosyetik bir yer olduğu hemen anlaşılıyor. Altmışlı yıllarda paparazzi burada doğmuş. Ünlü film yıldızları ile görüntülenmek isteyen zengin hanımefendiler ve beyefendiler bu caddedeki cafelerde cirit atarlarmış, paparazzilerin objektiflerine yakalanabilmek için. Eh ben de birine oturup proseccomu sipariş ettim. Şampanya bardağının kenarına asılı çilekle birlikte servis edilen içkim dolce vitaya layık bir sunumdu doğrusu. Keyfim yerinde gülümseyerek otelime döndüm.  
 
       
                                                                   Dolce Vita
    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder