8 Mart 2011

Kahvaltı

Günün en sevdiğim öğünüdür kahvaltı. Zaten büyüklerimiz de kahvaltının günün en önemli öğünü olduğunu üzerine basa basa söylemezler mi?

Sadece haftasonları fırsatım oluyor gerçekten kahvaltı diyebildiğim, mükellef ziyafetler için. Ofiste yapılan ise bir parça ekmek ve peynirden öteye geçemiyor limonlu çayın yanında. Limonlu çay bile lüks aslında ofiste. Evden getiriyorum limonumu. Neyse ki çayımız gerçek Türk usülü demleniyor da kendimizi bir nebze olsun evlerimizin sıcak ortamındaki gibi huzurlu hissedebiliyoruz. Aksi takdirde kağıt ya da plastik bardaklara sallanan çay poşetlerinin ağızlarda bıraktığı ham ve aceleci tada pek çoğumuz çoktan alıştık bile.  

Haftasonları diyordum, en büyük keyfim erkenden kalkıp çayımı demleyip kahvaltımı hazırlamak. Yalnız ya da dostlar eşliğinde hiç fark etmiyor. Evet eğer dostlarla birlikte olursa sohbet ve kahkahanın dibine vurmak mümkün, tıpkı geçtiğimiz haftasonu olduğu gibi. Ama tek başıma da kahvaltı ritüellerim değişmiyor, sonsuz keyif aldığım.

Koltuklarım, yüzleri değişip geldi geçen hafta. Seçtiğim açık bej kumaşla salonumun kasvetli havası ışıltılı bir aydınlığa büründü. Sevdim bu hali. Üzerlerine attığım birkaç renkli yastık da bejin tek düzeliğinin üstesinden gelince kahvaltılarım, kitap okumalarım, yazmalarım daha da keyifli hale geldi.

Sevgili arkadaşım İlker bu durumu fırsat bilip ‘’hadi koltuklarını kutlamak için bir parti yapalım sende.’’ deyince düşünmeye başladım. Evde parti fikri bana çok cazip gelmedi. Zaten İlker de koltukların renginin beyaza yakın bir bej olduğunu bilse böyle bir fikirle ortaya atılmazdı. Yine de parti fikrinin bana uzak gelmesi koltuklarım kaynaklı değildi. Ben gündüz insanıyım. Her zaman öyle oldum. Kahvaltıları sevişim de bu yüzden. Böylece hem koltuklarımı, hem bu sene kutlayamadığım doğum günümü kutlamak ve bir de sadece bir araya gelmenin keyfi için evde kahvaltı düzenlemeye karar verdim.

Neyse ki evim sekiz kişiyi ağırlayacak kadar müsait. Ama herşeyin bulundurulma sayısı ne yazık ki altı. Neden altı bilmiyorum. Ama öyle. Altı adet sandalye birbirinin takımı, altı adet tabak, bardak, yine takım. Geriye kalan iki, farklı modellerde olmak zorunda. Yine de bu ayrım keyfimizi kaçırmadı. Üstelik kimsenin bu farklılığı görmediğinden eminim.

Hazırladığım kahvaltıda neredeyse yok yoktu. Patatesli yumurtamı bile yaptım. Fırında kaşarlı ekmekler kızarttım, taze portakal ve nar suyu sıkıldı ve yanında limonlu çay. Bir de Alaçatı’dan kalma bir alışkanlık olan İzmir loru üzeri reçel, annemin limon reçeli mis kokulu. Bilmiyorum narenciyeye karşı olan bağımlılığımın nedenini ama Güney Afrika’dan getirdiğim klementin portakal reçeli de sofrada yerini almıştı. Altuğ şaşkınlıkla ‘’Güney Afrika’dan reçel mi taşıdın?’’ diye sorunca çok güldüm. ‘’Ama ben dünyanın her yerinden reçel taşırım.’’ Bitmesin diye özen gösterdi yemeyerek. Çok uzak diyarlardan geldiği ve sanki bir daha alınamayacağı için olsa gerek. Oysa kavanozda durması için değil, yenip tadına hayran kalınması için almıştım ben o reçeli.

Uzun zamandır hiç bu kadar içten güldüğümü hatırlamıyorum. Kahvaltı masasının etrafında çok sıcak ve samimi bir hava esiyordu. Herkes birbiri ile kaynaşmış, espriler ortamı yumuşatıyordu, üstelik sadece çay ve portakal suyu içildiği düşünülürse. Evet başta ufak bir soru işareti vardı kafamda farklı gruplardan arkadaşlarımı bir araya topladığım için. Ama yanılmamışım, insanları birbirlerine kaynaştırmak için kahvaltı sofrasından daha mükemmel bir yer düşünemiyorum. Bizim ailemiz için bu, senelerce böyle olmuştu zaten. Geçtiğimiz haftasonu da gördüm ki bunca senedir değişen pek birşey yoktu.

Demleme çay, sahanda yumurta, beyaz peynir ve insanın sevdikleri ile birlikte ev, daha aydınlık ve yaşanılası bir mekana dönüşüyor.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder