Darjeeling etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Darjeeling etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Nisan 2012

Hindistan 1

Darjeeling


Hindistan ile ilgili ilk söyleyebileceğim, ilginç ve değişik bir deneyim olduğuydu. O kadar çok seyahat hikayesi okumuş ve dinlemiştim ki kendiminkini gerçekleştirmek için heyecanlanıyordum. Bahsedilen pislik, kalabalık ve kötü trafiğe kendimi hazırlamıştım. Karşıma çıkacak hiçbir şey beni fazla şaşırtmayacaktı. Ne yazık ki hazırlıklı olma fikri gerçeklerin yanından bile geçmiyor. Karşılaştığımız genel manzara bizi tahminlerimizin ötesinde şaşkına çevirdi. Hindistan’a hazırlıklı olmak diye birşey kesinlikle söz konusu değil eğer ilk defa gidiyorsanız. Zaman zaman nefes almakta zorlandık ve çoğunlukla sokaklarda yürümek mümkün olmadı. Kız kardeşimin yorumu çok da garipsenmeyecek cinstendi.

“Keşke cam bir fanusun içinde dolaşabilsek.”

Doğrusu öyle de oldu. Şoförlü özel arabalar ve uçak camdan fanuslarımızdı.

Gitmeden önce birkaç kişiden duymuştum; Hindistan’ı ya çok sevecektim ya da nefret edecektim. Benim için ikisi de olmadı. Hindistan’ı sevmek, maruz kaldığımız kaos, karmaşa ve yoksulluk nedeni ile mümkün olmadı. Nefret de edemedim gördüğüm olağandışı ve şahane manzaralar yüzünden. Dönmemizin üzerinden on gün geçti ve ben daha yeni yeni gördüklerimizi sindirmeye başladım. Neden ve ne görmek için oraya gittiğimi şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Kız kardeşimin “bu insanların kültürleri bile yok” yorumu ilk bakışta çok doğru görünebilir. Hakikaten farkında olmadan rastgele yaşıyor pek çoğu, sokaklarda, derme çatma barakalarda. Ama daha yakından bakıldığında, aslında o kaosun, yokluğun ve pisliğin ardında binlerce yıllık bir inanç sistemi göze çarpıyor. Köklü bir tarih var. Hem de alabildiğine zengin. Alışık olmadığımız eşsiz bir dokuya sahip. Ve kim farklı olanın aslında var olmadığını iddia edebilir ki? Damağımda belirsiz bir tat bıraktı Hindistan. Kah acı kah tatlı. Bu seferki yaptığım tüm seyahatlerden farklıydı .
İlk durağımız Darjeeling. Delhi’den aynı gün içinde tekrar uçağa binip Bagdogra havaalanına uçtuk. Delhi havaalanı şimdiye kadar gördüğüm en güzel ve ferah yerlerden biri. Atatürk havaalanı ile uzaktan yakından bir alakası yok. Pırıl pırıl, huzurlu ve medeni bir yer Indra Gandhi Havaalanı. Bagdogra için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. İlk curcuna ile orada karşılaştık. Her yerden insan fışkırıyordu. Sıcaklık kırk derecelerde olmalıydı ve nem tavana vurmuştu. Mevcut iki bandın etrafında yüzlerce insan toplanmış bavullarını bekliyordu. Bense çantaların derdinden çok bizi karşılayacak olan şoförün peşine düşmüştüm. İsmimi hiçbir yerde göremedim söz verildiği gibi. “Paniğe kapılma”. Herşeyi internet üzerinden organize edince insan neyle karşılaşacağını kestiremiyor. Özellikle Hindistan gibi zor bir ülkede. Neyse ki çantalarımız sorunsuz alana varmıştı. Dışarı çıktığımızda ufak tefek kara kuru bir oğlan isimlerimiz elinde, bakınıyordu. “Hay Allah bu mu bizim şoför” derken Glorious, yani asıl şoförümüz ile tanıştık.

Bagdogra Darjeeling arası “sadece” 90 km. Şoförümüz Glorious sessiz sakin bir gençti. İngilizcesi oldukça kısıtlıydı. Ona “yolumuz ne kadar sürer?” diye sorduğumuzda aldığımız cevaba inanamadık. İlk düşüncem ingilizcesi sınırlı olduğu için bizi yanlış anlamış olacağıydı. Yol 4 saat sürecekti. “Nasıl yani sadece 90 km mi?”
Yol manzarası
Glorious sakin, yola hazırlıklı jeep’i sürmeye devam etti. Dağları tırmanmaya başladığımızda yolculuğun neden bu denli uzun süreceğini de anlamıştık. Öylesine keskin virajlar alıyorduk ki Didem bir yana, ben diğer yana savruluyorduk arka koltukta. Hızımız ortalama 25 – 30 km civarındaydı. Yol pek çok yerde tek arabanın geçebileceği bir patikadan ibaretti. Glorious her karşılaştığı aracı büyük bir ustalıkla atlatıyor ve diğerine doğru yol alıyordu. Dört saat sonunda Darjeeling’e vardığımızda yorgunluktan ayakta duracak halimiz kalmamıştı.


Windamere İngilizlerin sömürge döneminden kalma bir otel. Şehrin merkezinde olmasına rağmen  gürültü ve kargaşadan uzakta ağaçlar içinde büyükçe bir alana yayılmış iki katlı binalardan oluşuyor. Bahçesi rengarenk manolyalar ve begonvillerle bezeli. Bizi otelin müdiresi Shubhana Rai Tamang karşıladı. Perişan halimizi görünce “çay servisimize yetiştiniz” diye söze girdi. Bahçede dağlara karşı oturup mis gibi Darjeeling çaylarımızın servis edilmesini bekledik. Krema ve reçel ile birlikte ingiliz scone’u, kekler, çörekler de açık büfede bize bakıyordu. O anda kendimi adeta kurtarılmış hissettim.
Çay salonu ve piyanonun üzerindeki fotoğraf albümleri
Otelde ortak kullanım alanları ingiliz tarzı mobilyalarla döşenmiş şömineli odalar. Duvarlarında sömürge döneminden kalma fotoğraflar, resimler ve mektuplar çerçevelenip asılmış. 1960 lardan bu yana otelde yapılan yılbaşı partilerinin albümleri bir kenarda duruyor. Seneler ilerledikçe siyah-beyaz fotoğrafların yerini renkliler almış. Eski piyanolar göze çarpıyor her odada. Bir dönemin ihtişamlı sömürge hayatını yansıtıyor otel. Kimbilir kimler geçti bu odalardan. İsimlerini bilmediğim o dönemin ünlü şahsiyetleri, devlet adamları ve elçileri. Hindistan’da sınıf sistemi yüzyıllardır süre gelen bir gelenekmiş. İngilizlerin sömürgeciliği ile başlamamasına rağmen ingilizler döneminde hintliler bazı sosyal klüplere kabul edilmezmiş. Fakat Windamere albümlerinde farklı milletlerden, ırklardan ve sınıflardan yüzlere rastlamak mümkün.
Windamere Akşam Yemeği
Yemek salonuna girdiğimizde oldukça şaşırdık. Sadece mum ışığı ile aydınlatılmış orta büyüklükte bir odaydı burası. Fonda klasik müzik çalıyordu. Beyaz eldivenler giymiş garsonlar tarafından masamıza oturtulduk. Masada daktilo ile yazılmış günlük menü kartları vardı. Önce ingiliz mutfağından yemekler servis edildi. Ardından da hint mutfağından baharatlı yemekler geldi. Dal yani yeşil mercimek Hindistan’ın ana yemeklerinden biri. Neredeyse her öğün yiyorlar. Vejeteryan oldukları için kuzinleri sebze ve kuru bakliyat ağırlıklı. Yanında da mutlaka pilav ( pulao ). Yediğimiz herşey çok lezzetliydi.
Yemek sonrası içtiğim çay beni uzunca bir süre uyanık tutunca yataktan kalkıp odadaki şöminenin karşısına oturdum. Odunlar köz olmuşlar, kıpkırmızı parlıyorlardı. Derin nefes almak böyle durumlarda çok işe yarıyor, tabi yanında biraz da konyak iyi gitti. Artık Hindistan’daydım. Kendimi alkolün tatlı mayhoşluğuna teslim ettiğim sırada kapımız çaldı. Oda görevlisi elinde sıcak su torbaları ile bana bakıyordu. İşte o zaman dağlarda olduğumuzu hatırladım.

Kahvaltı yine aynı salonda beyaz eldivenli garsonlar tarafından servis yapıldı. Taze pişirilmiş zencefilli muffin ile başlayıp, “sunny side up” sahanda yumurta ile sonlanan ve Charleston autumn flush çay ile renklenen keyifli bir kahvaltı sonrasında şoförümüz Glorious’u bulup yola koyulduk.

Badamtam Çay Köyü
Darjeeling, Batı Bengal eyaletine bağlı bir şehir. Himalayaların etekleri sayılabilecek kadar dağlara yakındık yakın olmasına ama vadilere çökmüş sis bulutu yüzünden bu bölgeden görünen dünyanın en yüksek üçüncü dağı Kangchenjunga ( 8586 m ) yı görmemiz mümkün olmadı. Genellikle ekim ile ocak ayı arasında berrak bir manzaraya sahipmiş bölge.
Manjitar Asma Köprü
Yolların kötü olmasından dolayı kısacık mesafeleri katetmek bile burada saatler sürdüğünden tüm planımızı değiştirmek zorunda kalmıştık. Yani Bagdogra havaalanı yakınındaki Jaldapara Wildlife Sanctuary’de fil safarisi hayallerim suya düşmüştü. Neyse ki alternatiflere hazırlıklıydım. Forumlarda okuduğum bir asma köprüyü aramaya başladık. Köprü Rungeet nehri üzerinden uzanıp Badamtam’ı Manjitar’a bağlıyor. Yani West Bengal’i Sikkim ile buluşturuyor. Orijinal köprü 1899 yılında sel tarafından yıkılınca, yenisi 1902 yılında ingilizler tarafından tekrar inşa edilmiş. Bu köprü üzerinde hiç durmayan bir insan trafiği var. Anlaşılıyor ki önemli bir ticaret noktası. Biz de köprüyü geçip Sikkim’e ayak bastık. Normalde Sikkim’de seyahat etmek için özel izin alınması gerekiyormuş. Fakat Manjitar’da herhangi bir kontrol yoktu. Köyün gençleri ile sohbet edip, çocuklarla oynadık.  

Sikkimli küçük kız
Aynı yolu geri dönüp Darjeeling’den tekrar Kalimpong’a varmak iki saatimizi daha aldı. Topu topu 43 km lik bir yoldu. Badamtam ormanlarından ve çay bahçelerinden geçtik. Yolumuz üzerinde maymun ailelerine rastladık. Otelimizin paketlediği öğlen yemeğimizi de arabada yedikten sonra Kalimpong’da bir otelde çay molası verdik. Getirdikleri çay fincalarını ancak dezenfektan ve ıslak mendille sildikten sonra kullanabildik. Eminim şu an en temiz çay fincanları hala bizim kullandıklarımızdır. Hindistan’da çay içmek güvenli. Çünkü suyu kaynatmak zorundalar. Fakat açık su içilmemesi şiddetle tavsiye ediliyor. Kalimpong orkide ve kaktüs yetiştirme seraları ile ünlü. Bir de tepede Everest’in bile görülebildiği bir budist tapınağı var. Glorious orkide serası yerine kaktüs serasına gitmemiz konusunda ısrar etti. Yolu bilmediğinden ve havanın da yavaş yavaş kararmaya başlamasından dolayı biraz huzursuz olmuştu. Sisten dolayı dağları görmemiz yine mümkün olmasa da tapınakta dua edip dilek diledik.
Kaktüs Müzesi
Ertesi gün sabah 10:40 daki “Toy Train” e biletimiz vardı. Nispeten geç bir kahvaltıdan sonra Darjeeling tren istasyonuna yürüdük. Yolumuz üzerinde posthaneye uğrayıp sıkıcı görünüşlü Hindistan posta pullarımızı da almayı ihmal etmedik. Genellikle her gittiğim yerden kendime bir kart atarım. Bu kartlar bana hayallerin gerçekleştirilebileceğini anımsatır her seyahat dönüşümde. İmkansız yoktur, hayal edebilmek ise başlangıçtır.
Toy Train
Darjeeling Himalaya Treninin takma adı “Oyuncak Tren”. Görünüş itibarı ile bu ünvanı hak ediyor. Özellikle turistik amaçla Darjeeling - Ghum arası çalıştırdıkları iki vagonlu, buharlı lokomotif çoçukluğumuzun oyuncak trenlerini andırıyor. Tren kalkmadan önce lokomotifi hazırlamalarını fotoğrafladık istasyonda. Sonrasında vagonumuzu bulup, 5 ve 6 numaraları koltuklarımıza oturduk. Tren yaklaşık 10 km hızla şehrin daracık sokaklarından ilerlerken etrafa kömür tozları saçıyor. Yol üzerinde dükkanı olan yerli halk bu durumdan pek memnun değil. Duman ve kurum gerçekten rahatsız edici bir boyutta. Kurum yol boyunca taze meyve ve sebzelerin üzerine yağıyor.

İlk durağımız Batasia Loop. Tren burada 360 derecelik bir daire çizdikten sonra Ghum’a devam etti.

Batasia Loop - Toy Train
Darjeeling Himalaya tren yolunun yapımına 1879 yılında başlanmış. İnşası 1881’e kadar devam etmiş. Tren yolunun uzunluğu Darjeeling – New Jalpaiguri arasında 80 km. Ghum Hindistan’daki en yüksek tren istasyonu olarak geçiyor. Hala kullanılan orijinal buharlı lokomotifler adeta birer sanat şahaseri. Gerçekten görülmeye değer. Tüm yolculuk gidiş dönüş bir buçuk saat kadar sürdü.

Ghum İstasyonu
Oteldeki öğle yemeğimize yetişip Hindistan’ın en çok içilen birası Kingfisher’ımızı da içtik. Genellikle her yemekte 650 ml. lik bir şişeyi paylaşıyorduk. Efes’ten daha lezzetli bir bira olduğunu söylemeliyim.  
Öğleden sonraki durağımız Kar Leoparı yetiştirme merkezi. Söylendiğine göre hayvanat bahçesinin içindeymiş. Hayvanat bahçeleri hiç sevmediğim yerlerdir ve genellikle ziyaret etmem. Kar leoparı yetiştirme merkezi denince daha medeni bir kuruluş ile karşılaşacağımızı varsaydık. Fakat tüm gördüğümüz, kafes içindeki mutsuz hayvanlardı. Evet muhteşem bir kar leoparı gördük. Patilerinin büyüklüğü ve kuyruğunun ihtişamı oldukça etkileyiciydi. Ne yazık ki bir kafese mahkumdu. Oteldeki çay servisine yetişmemiz gerektiğinden ( bir mecburiyetten daha çok keyifti çay servisleri ) hızlıca otele yürümeye başladık. Fakat dönüş yolunda bir dönemeci kaçırmamızla kendimizi sanayi mahallesinin içinde bulmamız bir oldu. Yolu sormasaydık sanıyorum tren istasyonuna kadar yürüyecektik yine. Zira dönüşümüz on beş yirmi dakika daha uzamıştı bu durumda. Hindistan’da yolda yürümek hiç keyifli bir tecrübe değil.

Çayımızı şömineli ortak bir salonda alıp fotoğraf albümlerini de karıştırırken, gereğinden fazla yol yürüyen zavallı ayaklarımı biraz olsun dinlendirmeye çalıştım. Daha yürüyecek çok yolumuz vardı. Günü çay alış verişi yaparak kapamayı planlamıştık. Darjeeling’in ana meydanı Chow Rasta otelimizden iki dakika yürüme mesafesindeydi. Fark ettik ki tüm önemli dükkanlar bu meydandaydı ve Mall dedikleri sokak pazarı da yine buradan başlıyordu. Darjeeling’de çaylar First Flush, Second Flush ve Autumn diye üç çeşide ayrılıyor. First Flush baharın ilk yaprakları ve hafif bir çay. Second Flush, yazın toplanan yapraklardan oluşuyor. Autumn, sonbaharda toplanan aroması zengin mahsule verilen ad. Otelde içtiğimiz ise Charleston çay bahçesinden gelen Autumn yapraklarıydı. Öyle bizim çayımız gibi koyu, tavşan kanı bir demleme söz konusu değil. Yaprakların üzerine kaynar su dökülüp birkaç dakika demlenmesi beklendikten sonra servis yapılıyor. Çok lezzetli ve bizimkine göre hafif bir tadı var. Yine de bizim demleme çayımızı başka hiçbir çaya değişmem.
Mall’da akşam alışverişi ardından otelimize dönüp çantalarımızı yaptık. Ertesi gün aynı dağ yollarını aşıp Bagdogra havaalanına gitmemiz gerekiyordu. Ama önce sabah Tiger Hill’de güneşin doğuşunu seyrederek başlayacaktık güne.

Hindistan farklı bir gezegen. Bunu ilk fark ettiğimiz yer Tiger Hill’di.
Tiger Hill Güneşin Doğuşu
Otel müdiresinin Tiger Hill ile ilgili söyledikleri bize garip gelmişti. Oraya mümkün olduğu kadar erken gitmemizi, çok kalabalık olduğu için ön saflarda yer bulmamızın güç olduğunu anlatmıştı. Bir tepeden güneşin doğuşu seyredilecekti. Sabahın üçünde ne kadar kalabalık olabilirdi ki? Bizi almaya gelen araba ile şehirde yol alırken sokaklarda bir hareket başlamıştı bile. Tepeye tırmanmaya başladığımızda ciplerden oluşan bir konvoy olmuştuk. Etraf hala karanlık olduğu için insanları seçmem mümkün olmuyordu. Şoför bir süre sonra durdu ve bilet almamız gerektiğini söyledi. Ne için olduğunu anlayamadık önce. Girişteki tabelada tarife göze çarpıyordu. Super delux 40 rupi, delux 30 rupi, standart 20 rupi. Eh biz de en iyisini alalım dedik. Fakat super delux kalmadığı için delux’e razı olmak zorunda kaldık. Henüz ne ile karşılaşacağımızdan habersiz elimizdeki biletleri gösterdikten sonra içeri alındık. Her bilet kategorisi için ayrı bir merdiven ayrılmıştı. İkinci kata tırmandığımızda gözlerimize inanamadık. Binanın ön cephesini boydan boya kaplayan camın önünde beş altı sıra sandelyede hintliler çoluk çocuk oturmuş camdan dışarı bakıyorlardı. Dışarısı hala karanlıktı. İlk içgüdümüz, kendimize bir yer kapmak oldu. Fakat bir iki dakika içinde durumun anlamsızlığını fark edip bu binanın içinde ne yaptığımızı sorguladık. Güneşin doğuşunu seyretmeye gelmiştik film seyretmeye değil. Bu arada yeni gelen hintliler telaş içinde geriye kalan en iyi sandalyeleri kapmaya çalışıyorlardı. Ön sıralar zaten çoktan dolmuştu. İlk şaşkınlığı attıktan sonra güneşin doğuşunu dışarıdan izlemeye karar verdik. Binanın ön bahçesinde de insanlar birikmeye başlamıştı. Çoluk çocuk akın akın gelmeye devam ediyorlardı. Kalabalığın çoğu hintliydi. Arada tek tük Avrupalı turist göze çarpıyordu. Kendimize ön sırada ayakta bir yer bulduk ve beklemeye başladık. Gökyüzü son birkaç gündür olduğu gibi pusluydu. Gün ağarmaya başlamış, güneş bulutların arkasında doğmuştu. Fakat biz kocaman bir grilikten başka birşey göremiyorduk. Bir süre sonra ilk pembeliğin görünmesi ile kalabalıktan bir sevinç çığlığı koptu. Yüzlerce insan pür dikkat güneşin her ışınını fotoğraflamaya çalışıyordu. Aman Tanrım hayatımda içinde bulunduğum en garip anlardan biriydi. Güneşin her gün doğduğunun farkında değil miydi acaba bu insanlar? Eğer baktığımız manzaranın içinde dünyanın üçüncü en yüksek dağı Kangchenjunga da olsaydı belki ben de onların coşkusunu paylaşabilirdim.
Bu da madalyonun öbür yüzü, Tiger Hill güneşin doğuşunu seyretmeye gelen coşkulu kalabalık
Önce sonsuz bir grilik, sonra hafif bir pembelik ve Tiger Hill deliliği. İçinde bulunduğumuz durumu bu şekilde yorumlamayı uygun bulmuştum. Geri dönüşün ne denli zahmetli olduğunu ve trafiğin tam bir çıkmaza dönüştüğünü anlatmama gerek bile yok sanırım.

Varanasi için yola çıkma vakti gelmişti.


21 Mart 2012

Hamburg

Alman şehirlerinin kendilerine has özellikleri vardır. Bölgelere göre farklılık gösteren biralarının yanında, Düsseldorf modada, Essen endüstride, Berlin kozmopolitliği ile, Hamburg ise bir liman şehri oluşuyla ön plana çıkar. Burada Nürnberg’den bahsetmeden geçemeyeceğim. Nürnberg bana dar sokakları ve kanalları ile ortaçağdan kalma İtalyan şehirlerini anımsatır.

Bu sene kış İstanbul’da da çok soğuktu. Ama Almanya’nın Kuzey Denizi kıyısındaki liman şehri  Hamburg’da şimdiye kadar hiç karşılaşmadığım bir soğukla karşılaştım. Antaktika gezimizde bile sıcaklık en fazla eksi beş dereceye düşmüştü. Fakat Hamburg’a Şubat ayı başında vardığımda termometreler gündüz eksi onikiyi gösteriyordu. Elbe Nehri yer yer buz tutmuştu ve önümüzdeki günlerde sıcaklığın daha da düşmesiyle nehrin üzerinde yürünebileceği rivayet ediliyordu.

Liman Bölgesi

Soğuğa rağmen neşeli ve güler yüzlü bir günümde olduğumdan havaalanından bindiğim taksinin şoförü ile koyu bir sohbete giriştik. Kırklı yaşlarının sonlarında, hoş bir adamdı. Konu seyahatlerden açıldı. İki ay sonra yapacağım Hindistan seyahatim hakkında heyecanlı olduğum için ona planımdan bahsettim. Tesadüf bu ya şoförüm de her yıl, altı yedi ayını Goa plajlarında parti yaparak geçiriyormuş son 16 yıldır. Şaşkınlığımı ve hayranlığımı gizleyemedim. Bunun üzerine “Bu yüzden taksi şoförlüğü yapıyorum. İstediğim zaman işi bırakıp gidebiliyorum. Döndüğümde ise iş bulmam kolay oluyor.” dedi. Her zaman gıpta ile baktığım fakat kendimi ikna etmekte zorlandığım bir yaşam felsefesi. Yolun geri kalan kısmı otele kadar oldukça keyifli geçti. Şehrin en güzel manzaralı roof barının benim otelimin köşesinde yer alan Empire Riverside Hotel’de olduğunu da yine taksi şoförümden öğrenip arabadan indim.

Kaldığım Hotel Hafen Hamburg 1864 yılında inşa edilmiş eski bir yapıydı. 1979 yılından beridir de otel olarak işletiliyormuş. Limana bakan bir tepenin üzerinde duran ihtişamlı bir bina. Görmemek mümkün değil. Şehre öğlen vardığım için akşama kadar etrafta dolaşıp fotoğraf çekecek birkaç saatim vardı hava kararmadan önce. 

Liman Bölgesi

Otelden liman bölgesine yürümek sadece beş dakikamı aldı. Pazar günü olduğu için Elbe Nehri boyunca uzanan yürüyüş yolu kalabalıktı. Önce bir şehir turu otobüsüne binmeyi düşünsem de ingilizce konuşulanın yalnızca sabah saatlerinde olduğunu öğrenip bu düşüncemden vazgeçtim. Eksi oniki derece soğukta yürüyecektim. Kalın berem, botlarım, kar montum ve eldivenlerim vardı. Bu düşünce ile yola çıkıp, eksi oniki derecenin ne demek olduğunu yarım saat sonra fark ettim. Elimin parmak uçları soğuktan acımaya başlamışlardı bile. Bir yandan yürüyor, bir yandan fotoğraf çekmeye çalışıyor, bir yandan da parmaklarımın donmasını önlemek için onları haraket ettiriyordum.

Hafen City

Aman Tanrım, parmaklarım acıyordu.

Otelimden Hafen City’ye yürümek yaklaşık onbeş dakika sürdü. Hafen City Hamburg’un yeni yerleşim bölgelerinden biri. Elbe Nehri kanalları etrafında kurulmuş lüks dairelerin olduğu bir yaşam alanı. Görülecek öyle özel birşey yok. Fakat binaların mimarisi ve kanalların ayırdığı iç içe geçmişliği görülmeye değer bir manzara oluşturuyor beyaz soğuğa karşı. Yürürken birden bu şehirde zamanın donduğunu ve buzdan bir fanus içinde olduğumu düşündüm. Hava yavaş yavaş kararıyordu ve etrafta tek tük fotoğraf çeken birkaç kişi göze çarpıyordu. Hafen City’nin zamanda donmuş yalnızlığını fotoğraflamak mümkün müydü? Denedim.

Hafen City
Soğuk gittikçe içime işlemeye başlamıştı. Liman tarafından daha içeri Rathaus’a doğru yöneldim. Yürüyüş yaklaşık onbeş dakikamı aldı. Rathaus şehrin merkezinde yer alıyor. Alışveriş merkezinin göbeğinde. Pazar olduğu için tüm mağazalar kapalıydı. Alster Arcade’deki Melange Cafe’ye kendimi zor attım. Artık parmaklarımı hissetmemeye başlamıştım. Hindistan yolculuğumun şerefine bir fincan Darjeeling çay içtikten sonra hava kararmadan önce otelime dönebilmek için yola koyuldum. Cafe’nin sıcak ortamından çıkmak oldukça ızdıraplı oldu diyebilirim. Uzunca bir yolum vardı. Dönüşte fotoğraf çekmeye devam ettim.

Alster Arcade
Hamburg zengin bir şehir görünümünde. Daha sonra bir Alman arkadaşımdan Düsseldorf’tan bile zengin olduğunu öğrendim. Sanat galerileri, dünya mutfağı sunan pek çok lüks restaurantları ve büyük moda tasarımcılarının mağazaları ile zenginliği kolayca hissedebiliyor insan. Hamburg aynı zamanda müzikal bir şehir. Ünlü Aslan Kral (Der König Der Löwen) müzikalinin yanında neredeyse hergün farklı bir müzikal oyun seyretmek mümkün bu şehirde. Keşke daha fazla zamanım olsaydı.


Hafen City Galeri
Otelime döndüğümde hava kararmıştı. Önce bara uğrayıp bir bira içmeye karar verdim. Barmen gözüme öylesine Türk gözüktü ki yakasındaki isim kartını okumadan bile Türkçe konuşmaya karar vermiştim. Onun tabiriyle bir bardak pembe bira, Duckstein içtim. Aslında rengi pembeden çok amberdi. Sevdiğim gibi koyu renkli. Ardından uzun, sıcak bir duş kemiklerime kadar ısıttı beni. Diğer arkadaşlar da birer birer geldiler ve akşam yemeğimizi otelde yedik. Alman, İspanyol, İngiliz, Güney Afrikalı’dan oluşan keyifli bir gruptu. Bunu izleyen iki gün boyunca yorucu bir teknik eğitimi tamamladıktan sonra Hamburg’u gezebileceğim yarım günüm daha vardı. Liman boyunca yine aynı rotayı izledim. Hafen City, 18. ve 19. yüzyıllar arasında inşa edilmiş ve free zone olarak kullanılmış Speicherstadt, Rathaus, Alster Arcade, ünlü markaların mağazalarının bulunduğu lüks Neuer Wall ve bir iç göl olan Binnen Alster. Birkaç gün önceki rivayet gerçekleşmiş ve Binnen Alster donmuştu. Onlarca insanın gölün üzerinde yürüdüğünü görmek ilginç olsa da uzaktan seyretmeyi tercih ettim.

Speicherstadt
Elbe Nehrinin iç bölümleri tamamen donmuş buzullar görünümündeydi. Aynı manzarayı Antarktika’da gördüğümü hatırlıyorum. Gemimizin demir attığı bir bölgede karaya çıkmayı beklerken yarım saat içinde etrafımızın buzla kaplandığına ve denizin birden kaybolduğuna şahit olmuştuk. Kaptanımız zodiaclarla karaya çıkan grubu geri çağırmak için anons yaptığında neredeyse suda ilerleyecek hiç açık alan kalmamıştı. Böylelikle zodiaclardan birinin pervanesi kırılmıştı. Kanımca soğuk iklim sıcağa göre daha acımasız.
Messmer Momentum
Hamburg’da o öğleden sonra yaptığım uzun yürüyüşü Hafen City’de daha önce gözüme çarpan bir çay evinde noktaladım. Acımasız soğuk ve zaman içinde donmuşluk hissi eşliğinde Messmer Momentum’a girdiğimde sanki cennete adım atmıştım. Yaş ortalaması yüksek, seçkin bir müşteri portföyü ile karşı karşıya olmamın yanında, içerideki ambians da bu elit topluluğa gayet uygun bir çizgideydi. Manzaralı bir masaya oturdum. Çay menüsü hayallerimin bile ötesindeydi. Menüde yok yoktu desem yeridir. Ama benim tercihim yine bir Darjeeling oldu (first flush). Servis incecik beyaz Villeroy & Boch fincanlarda yapıldı. Ardından da bana ufak bir kutu uzatılıp mağazadan tercih ettiğim üç çeşit poşet çayı alabileceğim söylendi (complimentary). Bir fincan çaya beş euro ödemiştim. Ama her sentine değdiğini söyleyebilirim.

Ah!  Hamburg, Berlin’den sonra en sevdiğim ikinci Alman şehri oluvermişti bir anda.