Hindistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hindistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ağustos 2012

Hindistan 4

Agra ve Jaipur

Delhi'de bizi Balbinder adlı şoförümüz karşıladı. Türbanı ve uzun sakalı ile tipik bir sikhti Balbinder. Devamlı gülüyor ve kulağından cep telefonu düşmüyordu. Elimizde çantalarımızla arabaya doğru onu izlerken suratımıza bile bakmadı diyebilirim.
Bu ilgisizliği fazla dert etmeden havalandırmalı özel arabamızın içinde Agra'ya doğru yola koyulduk. Hindistan "otoyol"larında seyahat etmek başlı başına bir macera. İnsan bir şaşkınlıktan diğerine sürüklenirken serseme dönüyor.

Yoldaki tüm kamyonların arkasında bu yazıyı görmek mümkün
"Korna çal"
Delhi-Agra-Jaipur üçgeninin (Hindistan'ın altın üçgeni olarak geçiyor) her kenarı aşağı yukarı aynı mesafede ve bu mesafe yaklaşık 260 kilometre. İstanbul'da olsak bu kadar yolu kaç saatte aldığımız günün saatine ve hangi yolu kullandığımıza bağlı olurdu. Biz de büyük şehrin trafiğineve yollarda yaşanan kaosa oldukça alışığız kendimizce. Fakat Hindistan trafiği benim için kaosa yeni bir anlam kazandırdı. Öncelikle otoban kavramını açıklamak gerek. Yol iki şeritli. Bir de bonus şerit var ki, o da en sağ şeridi kaplamış olan kamyonları sollamak için zaman zaman kullanmak zorunda kaldığımız toprak yol. Araba ve kamyon trafiğinin yanında, motorsiklet, bisiklet, insan ve bir de hayvan trafiği mevcut kendi ritminde akan. Balbinder bu kaosun içinde bir yandan direkiyonu kumanda ediyor, diğer yandan ya telefonu ile konuşuyor, ya mesaj yazıyor ya da bize laf yetiştiriyordu. Ben de İstanbul şoförlerinin ne denli becerikli olduklarını düşünürdüm. Balbinder bizi on kere geçecek kadar maharetli bu konuda. Hindistan trafiğinde araba kullanmayı hayal etmem bile mümkün değil. Özellikle yoğun Delhi - Agra istikametinde.


Hava kararmış ve bizi de bir endişe almıştı. Balbinder usta soförlüğüne rağmen yaşlı bir adamdı. Gözlerinden ve reflekslerinden şüphe etmeye başlamıştık. Yine de o sabah Varanasi'de başlayan uzun yolculuğumuzun sonuna doğru göz kapaklarımız iyice ağırlaşmıştı. Didem bir köşede ben diğerinde, yarı uyur yarı uyanık halde, sarsıla sarsıla Agra otelimize sapa sağlam vardık. 260 kilometrelik yolculuğumuz altı saat sürmüştü.

Taj Mahal
Acentanın ayarladığı dört yıldızlı kendi halinde bir oteldi gece konaklayacağımız yer. Bir gece kalacağımız için temizliği dışında pek bir lükse ihtiyacımız yoktu. Duşumuzu aldıktan sonra bayıldık.
Balbinder sabah bizi almaya, o günlük tur rehberimiz olacak Lala adında 74 yaşında bir hintli ile geldi. Lala çok konuşan, benim standartlarım için oldukça yorucu bir adamdı. Taj Mahal'ın kapısındaki uzun turist kuyruğuna saat 06:30 da girdik. Her milletten insan vardı kuyrukta. Taj dünyanın en çok ziyaret edilen yapılarından biri. Anıta araba ile beş yüz metreden daha fazla yaklaşmak yasak. Dolayısıyla arabayı otoparkta bırakıp Taj'ın kapısındaki kuyruğa fayton ile varmıştık.

Mermer işlemeciliği
Sırada yaklaşık bir saat kadar bekledikten sonra içeri sıkı güvenlik kontrolünden geçtikten sonra alındık. Ben hala "ne var bu kadar büyütülecek, alt tarafı bir sultan tarafından karısı aşkına yaptırılmış mermer bir mezar" diye düşünüyordum. Taa ki Taj Mahal'in içine girene kadar. O an fark ettim ki eğer Taj'ı ziyaret etmemiş olsaydık büyük pişmanlık duyardım.


Dedim ya rehberimiz Lala çok yorucu bir adamdı. En azından benim için. Fakat kız kardeşim her köşede Lala tarafından fotoğraflanmaktan şikayetçi değildi. Lala ise bu anıt ile ilgili tüm maharetini konuşturup, bahçenin her köşesinde binaya karşı fotoğraflarımızı çekip, ne kadar iyi bir rehber ve fotoğrafçı olduğundan bahsediyordu. En sonunda bizi bir banka çıkartıp şu alışıla gelmiş Taj'ın kubbesini tutarmış gibi yaptığımız fotoğrafı da çektikten sonra ona kibarca artık fotoğraf çektirmek istemediğimi söylemek zorunda kaldım. Didem her köşede poz vermeye devam etti. Bense yorgunluk ve bezginlik içindeydim binaya yaklaşırken. Henüz mezarın içine girmemiştik.

6. Babür İmparatoru Şah Cihan en sevdiği 3. karısı Mümtaz Mahal için yaptırmış bu mezarı. Mümtaz, şaha on dört çocuk vermiş.


Taj Mahal, müslüman sanatının Hindistan'daki en görkemli örneği olarak geçiyor. Pers, Türk ve Hint mimarisinin bir karışımı. Bina kompleksinin en büyük özelliği her köşesinin simetrik oluşu. Binanın dört köşesinde bulunan minarelerin eğimi dışarı doğru. Bir deprem sırasında içe yıkılıp kubbenin altındaki mezara zarar vermesin diye planlanmış. Fakat bu özelliklerin hiçbiri mezar bölümündeki mermer mozaik işçiliği ile boy ölçüşemez bile. Mezarın her köşesi mermere yerleştirilmiş yarı değerli taşlardan oluşan nilüfer çiçekleri ile bezeli. Her yaprak, her dal farklı bir değerli taştan oluşuyor. Lacivertler lapis lazuli, yeşiller malacite, kırmızılar mercan, kahverengiler jasper, siyahlar onyx ve daha pek çoğu. Bazı nilüfer çiçekleri o denli detaylı ki 120 parçadan oluşuyor. Desenler boyanmış hissi uyandırıyor insanda. Fakat her parçanın tek tek elle yerleştirildiğini öğrendikten sonra "bu nasıl bir aşkmış" demekten kendimi alamadım.

Şah Cihan, Taj Mahal'in tam karşısında inşa edilmiş ve kendisinden önceki Babür İmparatorlarına da ev sahipliği yapmış Agra kalesinden karısının mezarını seyretmiş uzun yıllar boyunca. Şah mimaride beyaz mermer kullanmayı tercih ettiğinden, kırmızı kumtaşından yapılmış olan Agra kalesinin bazı bölümlerini yıktırıp beyaz mermerden tekrar inşa ettirmiş. Agra Kalesi'nde görülmesi gereken en önemli kısım olan Türk Hamamı ziyarete kapalıydı. Fakat rehberimizin Lala olmasının avantajı burada çok işimize yaradı. Restore edilen hamama sorumlusuna bahşiş vererek girdik. İçerisi karanlıktı. Görevli iki mum yakıp duvarlara doğru tuttuğunda fark ettik ki hamamın tüm duvarları ve kubbesi küçük aynalarla kaplıydı. Bir anda etrafımızı binlerce yıldız kaplamıştı adeta. Muhteşem bir manzaraydı.

Agra yolculuğumuz burada görkemli bir final ile sona ermişti. Lala'ya veda etme vakti geldiğinde yine bahşiş konusu gündemdeydi. Acentaya ödediğimiz ücret dışında rehberlere de bahşiş vermek Hindistan'da bir kural. Fakat ne yazık ki yolculuk boyunca hiçbir rehber verdiğimiz bahşişten memnun kalmadı. Biz de rehberle gezmekten pek mutlu değildik açıkçası.



Balbinder ile yola koyulma vakti gelmişti. 300 kilometrelik yeni bir Hindistan otoban macerası bizi bekliyordu. Bu sefer istikametimiz Lord Shiva'ya adanmış şehirlerden biri olan pembe    
şehir Jaipur'du.
Yola çıkmadan önce öğle yemeği yemeyi hayal ediyorduk. Klimalı bir ortam ve hamburgerin yanında King Fisher birası, temiz tuvalet ve güzel insanlar. Balbinder’in sırıtan suratı, yorucu rehberimiz Lala ve sıcak havada oradan oraya koşturmak bizi iyice bunaltmıştı. Köşedeki lokal restauranta sürüklenmeyi redederek Balbinder’in memnuniyetsizliğine rağmen kendimizi Agra Gateway Hotel’in restaurantına atmayı başardık. Yalnız başımıza bir saatimiz vardı. O zamanın ne kadar değerli olduğunu ve keyifli geçtiğini kelimelerle anlatmama bile imkan yok. Kurtarılmış bölgedeydik kısa bir süre için bile olsa.


Jaipur'da yine lokal acentamızın ayarladığı küçük bir butik otelde kaldık. Dera Rawatsar eskiden bölgenin Maharaja'sına ait bir evmiş. Kahvaltı salonunda aileye ait eski fotoğraflar ve mobilyalara rastlamak mümkün. Sabah yedideki kahvaltımızdan sonra Jaipur rehberimiz Singh ile buluştuk. İlk durağımız 18. yüzyılda inşa edilmiş Hava Mahal, yani Rüzgar sarayıydı. Bu yapının ön cephesinin ilginç bir mimarisi var. Arı kovanını andıran küçük pencereler zamanın soylu hanımlarının dışarıdaki hayatı kimseye görünmeden gözlemleyebilmeleri için yapılmış.



Jaipur’un bizim için en cazip etkinliği Amber (Amer) Fort’a fil üstünde yapacağımız tırmanıştı. Bu yüzden güne erken başlamıştık. İlerleyen saatlerde artan sıcaklıktan dolayı filler dört ya da beş tur yaptıktan sonra dinlenmeye çekiliyorlarmış. Bizim bindiğimiz filin adı Leyla’ydı.  Bu yolculuk için özellikle dişi filler kullanıyormuş, erkeklerin daha agresif olmasından dolayı. Manzara oldukça keyifliydi yukarıya çıkarken. Sabahları fillerin banyo yaptığı büyükçe bir havuz göze çarpıyordu kalenin eteklerinde. Yol boyunca onlarca fotoğrafçı, fillerin üzerindeki turistleri fotoğraflamak için yarışıyordu adeta. Yolculuğun sonunda da çekilen fotoğraflar sahiplerine gösterilip yüksek fiyatlara satılmaya çalışılıyordu. Rehberimiz dört fotoğrafa 250 rupee’den fazla vermememiz gerektiğini söyledi. Satıcılar önce bu miktarın yeterli olmadığını söylese de, daha fazlasını ödemeyeceğinizi fark edince anlaşmaya razı oluyorlar.


Jaipur, Rajastan eyaletine bağlı bir şehir. Eski dönemlerde bu bölgedeki şehirler Maharajalar tarafından yönetiliyormuş. Amber Fort’un harem bölümünde on iki adet ayrı daire mevcut. Zamanın bir Maharajasının on iki karısı için yaptırdığı bu daireler birbirlerini hiçbir şekilde görmüyorlar. Ve bu dairelere Maharajanın en tepedeki dairesinden özel tünellerden geçilerek giriliyor. Bu şekilde hiçbir kadın birbirini görmediği gibi, Maharajanın o akşam kimi ziyaret ettiği de bilinmiyor. Kadın dırdırı çekmemek için oldukça başarılı bir çözüm.

Amber Fort’un Kış Sarayı bölümündeki aynalı oturma alanları gerçekten görülmeye değer güzellikteydi. Bu küçük ayna parçaları zamanında Belçika’dan getirtilmiş.



Jantar Mantar Jaipur’da görülmesi gereken en önemli koleksiyon. Böyle demeyi uygun gördüm çünkü burası astronomik ekipmanlardan oluşan bir açık müze. Jantar, ekipman, Mantar da ölçüm demekmiş. Tüm ekipmanlar zamanın astronomiye meraklı Maharajası Jai Singh II tarafından tasarlanmış. Dünyanın en büyük güneş saatini Jantar Mantar’da görebilirsiniz. Maharajanın astronomi konusunda yazdığı kitaplar olduğu söyleniyor.


Jaipur zamanının önemli bir endüstri şehriymiş. Jai Singh, şehri güçlendirip geliştirmek için otuz altı endüstri dalını buraya getirmiş. Bunların en önemlileri  blok kumaş el baskısı, değerli taş işleme ve porselen. Çok fazla zamanımız olmadığı için sadece bir blok kumaş baskı atölyesini gezdik. Ahşap kalıplardan çıkan motiflerin tamamı elle basılıyordu. Müthiş bir işçilik, emek, zaman gerektiren ve Avrupa’da yok olmaya başlamış bir sanat.



Delhi’ye yolumuzun 260 km ve altı saat olduğunu biliyorduk. Fakat rehberimiz Singh Hindistan’da her zaman beklenmeyeni beklemenin doğru olduğunu söyleyerek bir an önce yola çıkmamız için bizi uyardı.

Delhi’ye girişte fark ettim ki trafikteki tüm araçların yan dikiz aynaları kapalıydı. Balbinder de şehre girerken aynalarını kapatmayı ihmal etmemişti. Bu kaosun içinde arabalar öylesine birbirlerine teğet geçiyorlar ki aynaların zarar görmemesi için en iyi yol onları kapatmak gibi görünüyor. Nasıl olsa pek de bir işe yaramıyorlar.


Delhi’de kaldığımız otel şehrin yeni yerleşim bölgelerinden biri olan Sunder Nagar’daydı. Hava karardıktan sonra otelimize vardığımız için etrafı görme şansımız olmadı. Ama görebildiğimiz kadarı ile bu bölge şehrin üst düzey yaşam alanlarında biriydi.


Hindistan farklı kültürü, önümüze çıkardığı olağandışı tecrübeleri ve insanları ile görülmeye değer bir ülke olsa da şimdiye kadar yaşadığım en zorlu seyahat tecrübesiydi. Kendi kendime yine gitmek ister miyim diye sorduğumda cevabım “evet”. Fakat bu seyahatin ruh yorgunluğunu birkaç yılda ancak atarım gibi geliyor. İkinci Hindistan ziyaretimi ülkenin güneyine, Goa ve Kerala bölgelerine yapmayı planlıyorum.


Son bir öneri. Delhi Indira Gandhi Havaalanın’daki Ishana mağazasına uğramadan dönmeyin. Tüm yolculuğumuz boyunca en keyifli alış veriş yaptığımız mağazaydı.

20 Mayıs 2012

Hindistan 3

Lord Shiva'nın Şehri


Varanasi'nin halk arasında pek çok ismi var. Şiva'nın şehri, tapınaklar şehri, kutsal şehir, Benaras ya da Banarasi. Eminim daha bilmediğim onlarcası vardır.

Varanasi havaalanı oldukça nezih ve temizdi. Çantalarımızı herhangi bir sorun yaşamadan aldık. Nedense her varış bir stres havaalanlarında. Acaba çantam uçaktan çıkacak mı çıkmayacak mı stresi. Yaşanılan kötü bir tecrübe insana yapışıp kalıyor ne yazık ki. Bu yüzden çantaların alana varması oldukça önemli bir konu benim için. Yani bahsedilmeye değer.

Havaalanı ile otelimiz, The Gateway arası taksi ile 40 dakika kadar sürdü. Yollar her zamanki gibi kötü ve karmaşa içindeydi. Kaldığımız otel Ganj nehrine 6 km uzaktaydı. Sanıyorum tüm iyi oteller aynı bölgede bulunuyor. Çünkü nehrin kenarında gördüklerimiz çoğunlukla misafir evleriydi. Ve Hindistan'da beş yıldızın altında bir otelde kalmanın ne demek olduğunu öğrenmek bile istemezdim, özellikle Varanasi'de.

O denli yorgunduk ki biraz otelde kalıp dinlenmek istedik. Havuz kenarı, bir şişe KingFisher ve ardından da masaj, Hindistan'ın tüm tozu toprağı, karmaşası ve ağırlığı üzerimizden uçup gitti bir anda.

Gateway Hotel'in havuzu (Varanasi'deki cennetimiz)
Akşama doğru nehrin kenarına inmek için otelden bir araba kiraladık. Otel aynı zamanda bize bir kayıkçı tahsis etti. Sonunda Aarti seremonisine şahit olacaktım. Arabalar Ganga'nın kenarına kadar gidemiyor. Yaklaşık beş yüz metre yürümemiz gerekiyordu. Kendimizi bir savaş alanının içinde bulmuş ve şaşkınlıkla etrafımızdaki hayat mücadelesini seyrediyorduk. Kıpırdamak bile mümkün değildi. Adımımızı nereye atacağımızı şaşırmıştık. Her yerden arabalar, motorsikletler ve insanlar fışkırıyordu. Kaldırım diye bir kavram zaten yoktu. Kız kardeşim dehşet içinde sokağın ortasında bir motorsikletliyi sopayla döven trafik polisini işaret etti.  Bu öylesine doğal bir durumdu ki hayat kesintiye uğramadan devam ediyordu onlar için. Rehberimiz önde, biz arkada, ona ayak uydurmaya çalışırken bir yandan da kimseye değmemeye özen göstererek yürüyüşümüze devam ettik. Nefes almak bile adeta işkenceydi o toz dumanın içinde. Sadece insanlar değil inekler de başı boş yollarda geziniyorlardı. Mağazalardan birinin içene oturmuş, dışarıdaki kaosu dükkan sahipleri ile birlikte sükunet içinde seyreden ineği gördüğümde Hindistan'da herşeyin mümkün olabileceğini biliyordum artık. Evet bu kutsal şehirde inekler bile daha kutsallardı.

Kutsal inek
Akşam duası "puja" için kalabalık bir insan topluluğu Ganga'nın kıyısında toplanmaya başlamıştı. Alacakaranlık çökmüştü kutsal nehrin üzerine. Günün en sevdiğim zamanı "dusk"dır. Kayıkçımız Deepu bizi buyur etti. Saat 7 deki seremoniye daha zamanımız vardı. Önce Manikarnika Ghat'ına, yani ölülerin yakıldığı ve ateşinin yüzyıllardır sönmediği rivayet edilen en kutsal ghata doğru yöneldik. Yakma işlemi devam ediyordu. Merdivenlerde sıralarını bekleyen paketlenmiş ölüler göze çarpıyordu. Nehrin üzerinde olduğumuzdan sadece alevleri ve dumanı görebiliyorduk.
Manikarnika Ghat
Manikarnika Ghat'ının mitolojik hikayesine göre Vishnu binlerce yıllık cezadan sonra Lord Shiva'yı memnun etmek için çakrasıyla bir kuyu açar, Shiva burada yıkanabilsin diye. Lord Shiva'nın küpesinin üzerindeki taşlardan biri bu kuyuya düşer. Böylelikle Ghat'ın ismi "Mani- mücevher", "karnika - kulağa ait" olur. Manikarnika Ghat'ı hayatın ortaya çıktığı 5 kutsal merkezden (tirtha) biri olarak kabul ediliyor.

Aarti seremonisi
Aarti seremonisi ve puja başlamak üzereydi. Seremoni her akşam Ganga'nın iki ana ghatında yapılıyordu. Kayıklar bu iki ghatın önünde kümelenmeye başlamışlardı bile. Biz de Dashashwamedh Ghat'ının önünde yerimizi aldık. Hava tamamen kararmıştı artık. Rahipler, kutsal anneleri Ganga'ya yüzleri dönük, tütsü dumanı içinde dualar edip şarkılar söylüyorlardı. Üzerlerinde 108 mumun yandığı şamdanları Ganga'ya uzatıp onlara hayat verdiği için teşekkür ediyorlardı.

Aarti, kayıkta
108 sayısının Hinduizm'de pek çok farklı anlamı var. Budist ve hindu malalardaki (tespih) boncuk sayısı da 108. Anlamların kimi matematiksel özellik taşıyor.. Sayıların gücü, eğer inanıyorsanız. Kimi de daha ruhani. Mesela rivayete göre insanlığa ait 108 adet dünyevi arzu olduğu söyleniyor. Ya da 108 yalan. Kimine göre de 108 tane yanılgı. Astroloji, güneşin dünyaya göre konumu, 108 tanrıça ismi ve daha onlarcası.

Ganga anneye dilek
Om, jay Ganga mata - Shiva, Ganga anneye saygı.

Aarti seremonisi gerçekten de görülmeye değer bir manzaraydı. Binlerce insan Ganga'ya sevgisini sunuyordu. Dua, turistlere yönelik olmaktan çok kendi inanışlarını dile getirdikleri bir yakarıştı Tanrıça'ya. Bizler de sadece Ganga'ya olan sevgilerini izlemek için orada bulunan yabancılardık. Tören bir saat kadar sürdü. Sonrasında çiçeklerle bezeli küçük mum adakları yakılarak nehre bırakıldı. Dilekler dilendi. Belki binlercesi Ganga anneye fısıldandı.

Ganga
Hindular nehrin kendi kendini temizlediğine inanıyorlar. Ganga'nın suları çamur rengi, nasıl bir temizlik duygusudur bu diye düşünüyor insan onca kişiyi her sabah nehirde yıkanırken görünce. Hindular her sabah Ganga'da yıkanarak günahlarından arındıklarına inanıyorlar. Yıkanıp paklandıktan sonra da yine nehir kenarındaki tapınaklarda dualarını edip adaklar sunuyorlar Tanrılarına.

İnsanların inançları beni her zaman çekmiştir. Özellikle bu denli güçlü inançlar. Ondandır ki bu insanları ibadet ederken seyretmek benim için ilginç bir deneyim oldu. Bazı anları daha yakından fotoğraflamak istediysem de vazgeçtim. Yüzlerce farklı şekillerdeki vücut, onlara kimin baktığını umursamadan, doğal halleri ile yıkanıyorlardı. Gerçeklikle estetik çoğu zaman birbirleriyle örtüşmüyor.

Nehre açılan daracık sokaklarda yolu kaybetmek çok mümkün. Yanımızda her daim bir rehber olduğundan sıkıntı çekmedik. Öte yandan isterdim ki daha özgür dolaşabileyim. Fakat Varanasi'de sokaklarda avare avare dolaşmak bir Avrupa şehrinde yürüyüşten çok farklı bir deneyim. Sıcaklık ve nem sabah 9 da dayanılmayacak bir hal alıyor ki biz oradayken henüz en sıcak aylar başlamamıştı bile. Nehir kenarında güneşin doğuşunu seyrettikten sonra otelin temiz, güvenli ve sakin ortamına koşarak dönüyorduk. Dışarıdaki hayatın ruhumuza verdiği ağırlık dayanılacak gibi değildi sokaklarda yürüdüğümüz kısacık zamanlarda. Bu denli sefalet, pislik ve yokluk insanda çaresizlik duygusu yaratıyor. Benim yabancı olduğum bir duyguydu. Kalmak istedim sokaklarda günlük hayatın bir parçası olabilmek adına, otele kaçıp saklanmak istedim daha fazlasına tahammül edemediğimden.

Varanasi'nin arka sokakları
Hindistan'da spor önemli bir aktivite. Gençleri her yerde cricket oynarken görmek mümkün. Ganga'nın dar nehir kıyısında bile. Sabah yürüyüşlerimizden birinde cricket oynayan ufaklıkların yanına yaklaştım ve bana nasıl vuruş yapıldığını göstermelerini istedim. Sanıyorum 7 - 8 yaşlarındaydılar. Sopayı elime tutuşturduktan sonra nasıl tutmam gerektiğini gösterdiler. Top atıcıya insaflı olmasını işaret ettim. İlk vuruşum isabetliydi. Çevremde mutlu ve heyecanlı küçük yüzler gördüm. "4 atış, 4 atış" diye bağırıyorlardı. Ne yazık ki ikinci vuruşumda toplarını nehre doğru fırlattığım için beni göz açıp kapayana kadar oyun dışı bıraktılar. Keşke evdeki onlarca bayatlamış tenis topum şu an yanımda olsaydı diye düşündüm. O zaman oyundan atılmazdım muhtemelen.

Ben ve Cricket
Sabah yürüyüşümüz boyunca yolumuzun üzerinde yüzleri Ganga'ya dönük meditasyon yapan Sadhu'lar gördük. Sadhu'lar göçebe hindu rahipler. Tüm hayatlarını mokşa'ya ulaşmaya, yani ruhlarını özgürleştirmeye adamış kişiler. Hinduizmde mokşa dördüncü, yani en son aşram. Bu noktaya erişince ruhlarının bir daha reenkarne olmayacağına inanıyorlar. Mokşa'da acı çekme sona eriyor. Varanasi bu yüzden Hinduizme inananlar için çok önemli. Çünkü bu şehirde ölünce mokşaya ulaşacaklarını düşünüyorlar. Pek çok hindu Benaras'a ölmek için geliyor.

Sadhular gibi tam lotus pozisyonunda oturabilmeyi çok isterdim. Bunun için uzun süre yoga yapmak gerekiyor sanırım. Yoga kasların esnemesine büyük ölçüde yardımcı oluyor. Bu yüzden yürüyüşümüz sırasında tanıştığımız yoga eğitmeni bize bedenimiz ve ruhumuz için mutlaka her gün yoga yapmamızı tavsiye etti. Öylesine huzurlu bir tavrı vardı ki, fotoğrafına her baktığımda gözlerinde gördüğüm hayata dair anlayış bana güven hissi veriyor.

Derin bakışlı yoga eğitmeni
Varanasi'de dünyaca ünlü bir de üniversite var. 10 km uzunluğunda bir kampüse sahip Benaras Hindu Üniversitesi mühendislik, tıp, hukuk gibi konularda eğitim veriyor. Dünyanın pek çok yerinden okumaya öğrenciler geliyormuş. Kampüsün içindeki Şiva Tapınağı önemli bir ibadet yeri. Bu tapınak Hindu Taj Mahal olarak geçiyor iç dekorasyonunda mermer kullanıldığı için. Tapınaklarda yalın ayak geziliyor. Kapıdaki ayakkabı sorumlusu çok küçük bir bahşişe ayakkabılara göz kulak oluyor. Varanasi'de her adım başı bir tapınak görmek mümkün. Şiva'nın evrensel işareti lingam a adaklarda bulunuyor hindular. Onlar için Şiva en önemli tanrı diğer ana tanrılar Brahma ve Vishnu yanında.
Durga Manastırı
Ziyaret ettiğimiz diğer iki tapınak Üç Tanrı Tapınağı ile Maymun tanrı Hanuman Tapınaklarıydı. Durga Mandır (tapınak) olarak adlandırılan Hanuman Tapınağı tamamen kırmızı renkte. Girişinde de bir neem ağacı var. Hintlilerin yapraklarıyla dişlerini temizledikleri ağaç.

Üç Tanrı Manastırında dua
Varanasi'de ipek işlemeciliği çok gelişmiş. Şehrin bir diğer adı da "İpek Şehri". Rehberimiz bizi müslüman mahallesindeki bir aile dokuma şirketine götürdü. İpek dokumacılığını müslümanlar yapıyor şehirde. Varanasi'de müslümanların ve hinduların hayatları birbirinden ayrıymış. Barış içinde yaşamalarına rağmen bakkalları, kavhehaneleri ve yaşam alanları farklı. Güzelim el tezgahları, rengarenk ipek iplikler ve inanılmaz bir el işçiliği ile karşı karşıyaydık. İzbe küçük odalarda el tezgahlarının başındaki ustalar tıkır tıkır hiç sekmeden iplik makaralarını çözgülerden geçiriyorlardı. Görüntüde kolay gibi gözüken bu atma tutma oyununun, tezgahın başına geçtiğimizde pek de kolay olmadığını fark ettik. Ama tezgahın başında çok eğlendiğimi itiraf etmeliyim.




İpek dokuma
Tezgahlardan sonra satış kısmına geçtik. Orada bize şimdiye kadar gördüğüm en güzel ipek dokuma örneklerini gösterdiler. Kimisi satılık bile değildi. Bazı çok desenli modelleri dokumak birkaç yıl sürebiliyormuş. Sonunda bir yatak örtüsü ile şal alıp çıktım. Alış veriş ve pazarlık yaklaşık iki saat kadar sürdü.

Öğlen olduğu için hava çok ısınmış ve turumuza biraz ara verme zamanı gelmişti. Otelimizde birkaç saat dinlendikten sonra, daha çok bayıldıktan sonra rehberimiz ile yeniden buluştuk.

Sarnath, Varanasi'ye 10 km uzaklıkta bir bölge. Buddha'nın ilk müritlerine verdiği ilk öğretinin gerçekleştiği yer. Bu yüzden de bölgede birkaç tane önemli budist tapınağı var. Özellikle Japonların yaptırmış olduğu tapınak görülmeye değer.

Lord Buddha'nın ilk vaazını verdiği nokta, Sarnath
Lord Buddha, Bodh Gaya'da aydınlığa ulaştıktan sonra Sarnath'a gelmiş. Budizmin hac yolculuğu Bodh Gaya'dan başlayıp Lord Buddha'nın doğduğu köy olan Lumbini (Nepal) de bitiyor. Üçüncü nokta ise Kushinagar, yani Lord Buddha'nın öldükten sonra nirvanaya ulaştığı yer olarak biliniyor.

Lord Buddha'nın küllerinin, en azından bir kısmının da yine Sarnath'daki Dhamekh Stupa'da bulunduğu söyleniyor. Stupa tamamı kırmızı tuğla ile örülmüş görkemli kutsal bir yapı Budistler için.

Varanasi'de "Baba" lakaplı gurulara rastlamak mümkün. Biz de rehberimiz aracılığı ile "Baba Atri" (adından gerçekten emin değilim) ye götürüldük. Baba Atri kırklarında, kara sakallı yapılı bir adamdı. Küçük bir odanın ortasında bağdaş kurmuş kendisine yönlendirilen farklı milletlerden ziyaretçileri kabul ediyordu. Daha çok ağzı bol laf yapan bir sahtekar görünümündeydi. Önce içeri girmek istemedim. Kızkardeşim Baba'nın yanına oturdu ve bir müridi tarafından ingilizce hazırlanmış dosyasını incelemeye koyuldu. Baba durmadan yaptığı hayır işlerinden bahsediyordu. Bir ara ona "bu anlattıklarınız satış stratejiniz mi?" diye sorma gafletinde bulundum. Baba oldukça alındı ve birşey satmadığını söyledi. Ona gelen insanların problemlerinin çözülmesi için dualar ettiğini, reçeteler yazdığını ve çoğunun da problemlerinden kurtulduğunu anlattı. Bazı şartları vardı doğal olarak. Başta kişinin kendisinin de iyileşme yönünde çaba göstermesi gerekiyordu. Tabi bunun bir de bedeli olacaktı. Fiyatının dört bin rupiden başladığını ama bu fiyatın problemin derinliğine göre artabileceğini öğrendik. Binlerce dolara ya da avroya mal olabiliyordu hizmetleri. Aldığı paraların kendisinin yönettiği hayır işlerinde kullanıldığını her cümlesinin sonuna eklemeyi de ihmal etmedi. Ne kadar da uygun diye düşündüm. Bizden para koparamayacağını anlayınca yeni gelen Japon ziyaretçisine yöneltti tüm ilgisini. Biz de teşekkür ederek kutsal Baba'nın huzurlarından ayrıldık.

Ganga'nın kıyısında yaptığımız son sabah yürüyüşünde Manikarnika Ghat'ına kadar gittik. Ölülerin odun ateşinde yakıldığı bu kutsal ghat nehir kıyısının en ucunda bulunuyor. Ghat'ın görevlilerinden biri bizi görüp içeri buyur etti. Fotoğraf çekmek kesinlike yasaktı. O sırada bir ölüyü yakıyorlardı. Ateşe o kadar yakındık ki yanan insan vücudunu görebiliyorduk. Herkesin ilk aklına gelen soru nasıl koktuğu oluyor. İnsan Varanasi'de öylesine garip ve bilinmedik kokulara maruz kalıyor ki yanan insan etinin kokusunu ayırt etmek, en azından benim için mümkün olmadı. Etrafımızda sadece kül ve duman vardı bizi saran. Ateşi çevreleyen izbe ve virane görünüşlü binalarda Varanasi'ye ölmek için gelen kimsesiz insanlar yaşıyormuş. Devlet onlardan her hangi bir ödeme talep etmiyormuş. Görevli bu insanlara ölene kadar göz kulak olduğunu anlattı. Öylesine at hırsızı ve soyguncu görünüşlü bir adamdı ki o insanlara nasıl muamele ettiğini hayal etmek bile istemedim. Biz oradan kaçarak uzaklaşırken arkamızdan hala para dileniyordu. Yine de oldukça ilginç bir deneyim olduğunu itiraf etmeliyim. Yakılan cesetlerin küllerinin Ganga'ya döküldüğünü söylememe bile gerek yok sanıyorum.

Japon Budhist Manastırı, Sarnath

Kız kardeşimin ısrarları ve Varanasi'de karşılaştığımız değişik manzaralar nedeni ile bu şehirdeki kalışımızı birgün kısaltarak Taj Mahal'i de görmek için Agra'ya gitme planı yaptık. Hindistan'a gidip de Taj'ı görmeden dönmek olur mu hiç? Bence bir mahsuru yoktu. Ama karşı çıkmadım.

14 Mayıs 2012

Hindistan 2

Delhi

Delhi'ye öğleden sonra vardık. Hindistan havayolları uçuş planını değiştirdiği için aynı gün içinde Varanasi'ye uçmamız mümkün değildi. Bir gece Delhi'de kaldıktan sonra Varanasi'ye ertesi gün uçacaktık. Delhi rehberimiz Nek bizi alanda karşıladı.

Şehirde çok az zamanımız olduğu için otele yerleşmeden şehir turumuza başlamayı tercih ettik. Delhi geniş bulvarları, modern hükümet binaları, bulvarlara serpiştirilmiş görkemli anıtları ile modern bir şehir görünümünde. Trafik düzenli akıyor. Her adımda trafik ışıkları ile kontrol edilen döner kavşaklar insana modern bir ülkede olduğu hissi veriyor. Fakat dikkatli bakılırsa madalyonun diğer yüzünü de görmek mümkün yol kenarlarında. Binalar yeni ve modern ama elbisesini sıyırıp yol kenarına tuvaletini yapan insan manzaraları anlatılanlarla bire bir örtüşüyor. İnsan sadece baka kalıyor.

Delhi'de yaklaşık 18 milyon kişi yaşıyormuş. Hindistan'ın ikinci en büyük şehri. İlk sırada 30 milyonla Mumbai yer alıyor.

Chandni Chowk eski Delhi'nin önemli bir alış veriş merkezi. Daha çok yerli halkın ihtiyaçlarını karşıladığı oldukça kalabalık bir pazar burası. Rehberimiz Nek bir rickshaw sürücüsü ile anlaştı. Bize de üçümüz için 200 rupiden fazla para ödemememiz gerektiğini tembihledi. Bisiklet taksilere rickshaw deniyor Hindistan'da. Sürücümüz ince ama güçlü bir genç adamdı. Zaten tüm rickshaw sürücüleri bütün gün ağır pedalları çevirmekten ve büyük ihtimalle yetersiz beslenmeden dolayı oldukça zayıflar. Hava öylesine rutubetli ve sıcaktı ki üçümüzün ağırlığı ile genç sürücümüzün alnında boncuk boncuk terler belirmeye başlamıştı. Şişman olmamama rağmen ağırlığımdan dolayı kendimi suçlu hissettiğim anlardan biriydi rickshaw gezimiz.

Rickshaw ve sürücüsü dinlenirken
Kalabalık ana yolları pedalla geçmek ve aceleci araç sürücülerine ufacık bir rickshaw ile meydan okumak oldukça korkutucu bir deneyim oldu bizim için. Etrafımız korna sesleri ile çevrili yavaş yavaş hareket ediyorduk. Genç sürücümüzün hiç acelesi yoktu. Zaten olamazdı da o kadar ağırlığın altında. Bu işi yapmak için insanın demir gibi sinirleri ve çok güçlü bacak kasları olmalıydı. İnsan vücudunun dayanabileceği psikolojik ve fiziksel zorluğun bir sınırı var mıydı acaba diye düşündüm o zaman?

Birden kendimizi Chandni Chowk'un dar ve karanlık sokaklarında bulduk. Her yerden elektrik kabloları sarkıyordu. İki yanımız dükkanlarla çevrili rickshawda ilerliyorduk. Önce baharat bölümünden, sonra düğün süsleri, mücevher ve sari satılan bölgelerden geçtik. Chandni Chowk, satılan ürünlere göre bölümlere ayrılmış durumda. Hindistan'da düğünlerin oldukça görkemli olması önemli geleneklerden biri. Bu yüzden rengarenk çiçekler, sırmalı kumaşlar ve parlak metaller göze çarpıyor nereye baksak. Dükkanların içinde sariler müşterilerin beğenisi için yerlere serilmiş, pazarlıklar devam ediyor. Anneler, kayınvalideler, gelinler güzelim kumaşlara dokunup karar vermeye çalışıyorlar. Fiyatların öyle çok ucuz olmadığını öğrendik. Birkaç bin rupiden başlayan fiyatlar onbinlerce rupiye kadar çıkabiliyormuş. Vitrinlerde mankenlerin üzerinde sergilenen sarilerin bazıları o kadar görkemli ki gözlerimi almakta zorluk çektim.

Sari pazarlığı
Biz dar sokaklarda ilerlemeye devam ettikçe her köşeden hala insan fışkırıyordu hava kararmaya yüz tutmuş olmasına rağmen. Rickshaw yolculuğumuzun sonunda genç sürücümüze 250 rupi uzattım. Bir saatlik zorlu çabasına karşılık bu kadarını hak ettiğini düşünmüştüm. İkinci durağımız Delhi'nin en önemli turistik noktası "Indian Gate"ti. Bu anıt Paris'teki Arc de Triomphe'dan esinlenerek 1931 yılında Sir Edwin Lutyens tarafından inşa edilmiş. Anıt 1. Dünya ve 3. Anglo-Afgan savaşları sırasında hayatlarını kaybetmiş olan hint askerlerine adanmış. Anıtın bulunduğu büyük meydan oldukça kalabalık, çoğunlukla yerli halkın göze çarptığı bir panayır alanı görünümündeydi.

Indian Gate ve Canopy
Indian Gate
Ne modern bir alışveriş merkezi, ne de cafe falan görecek halimiz kalmıştı. Sadece bir şeyler atıştırıp otele dönmek istiyorduk. Nek bizi otelimize yakın Connaught Place civarındaki bir tavuk restaurantına götürdü. Sıradan bir Hint restautantıydı gittiğimiz mekan. Sonuçta Hindistandaydık ve yerel yemekleri tercih ediyorduk. Tavuk Tandoori sipariş ettiğime sonradan pişman olsam da gelen kocaman porsiyonu afiyetle yediğimi fark edip kendim de şaşırdım. Nek vejeteryan olduğu için daha geleneksel yemekler sipariş vermişti. Hindistan'da en çok yenen bakliyat yeşil mercimek yani "dal", tattıktan sonra favori hint yemeğim haline gelen "paneer" ve yanında da sade pilav. Paneer bir peynir yemeği. Bilmediğim karışık bir sosun içinde geliyor. Genellikle evde de peynir ile beslenen bir insan olduğudan paneer'in favori yemeğim haline gelmesi pek de şaşırtıcı değildi. Yemeğin sonunda bir tepsi içinde anis ve saris ikram edildi. Kız kardeşimin "her gördüğün şeyi hemen ağzına atıyorsun" uyarılarına kulak asmayarak çiğnemeye başlamıştım bile. Anis bildiğimiz anason, saris de şeffaf beyaz renkli bir çeşit şekerdi. Sanıyorum ağız kokusunu gidermek ve hazmı kolaylaştırmak için yeniyordu.

Güneşe selam, Delhi Havaalanı
Şehrin güneyine yeni ve lüks bir yerleşim bölgesi  inşa edilmiş. Bu yeni bölge Defence Colony olarak geçiyor. Golf sahaları, modern alış veriş merkezleri ve cafeleri ile Delhi'nin yeni yüzü olarak biliniyor. Zamansızlık yüzünden Mocha cafe'de hookah içemedik. Forumlardan okuduğum kadarı ile oldukça renkli bir cemiyete ev sahipliği yapıyormuş bu cafe. Eğer zaman bulusanız benim için de mutlaka uğrayın.

Kısa Delhi maceramıza ancak bu kadarını sığdırabildik. Evet biliyorum hala Varanasi'ye varamadık. Ama uçağımız ertesi gün sabah erkenden...

18 Nisan 2012

Hindistan 1

Darjeeling


Hindistan ile ilgili ilk söyleyebileceğim, ilginç ve değişik bir deneyim olduğuydu. O kadar çok seyahat hikayesi okumuş ve dinlemiştim ki kendiminkini gerçekleştirmek için heyecanlanıyordum. Bahsedilen pislik, kalabalık ve kötü trafiğe kendimi hazırlamıştım. Karşıma çıkacak hiçbir şey beni fazla şaşırtmayacaktı. Ne yazık ki hazırlıklı olma fikri gerçeklerin yanından bile geçmiyor. Karşılaştığımız genel manzara bizi tahminlerimizin ötesinde şaşkına çevirdi. Hindistan’a hazırlıklı olmak diye birşey kesinlikle söz konusu değil eğer ilk defa gidiyorsanız. Zaman zaman nefes almakta zorlandık ve çoğunlukla sokaklarda yürümek mümkün olmadı. Kız kardeşimin yorumu çok da garipsenmeyecek cinstendi.

“Keşke cam bir fanusun içinde dolaşabilsek.”

Doğrusu öyle de oldu. Şoförlü özel arabalar ve uçak camdan fanuslarımızdı.

Gitmeden önce birkaç kişiden duymuştum; Hindistan’ı ya çok sevecektim ya da nefret edecektim. Benim için ikisi de olmadı. Hindistan’ı sevmek, maruz kaldığımız kaos, karmaşa ve yoksulluk nedeni ile mümkün olmadı. Nefret de edemedim gördüğüm olağandışı ve şahane manzaralar yüzünden. Dönmemizin üzerinden on gün geçti ve ben daha yeni yeni gördüklerimizi sindirmeye başladım. Neden ve ne görmek için oraya gittiğimi şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Kız kardeşimin “bu insanların kültürleri bile yok” yorumu ilk bakışta çok doğru görünebilir. Hakikaten farkında olmadan rastgele yaşıyor pek çoğu, sokaklarda, derme çatma barakalarda. Ama daha yakından bakıldığında, aslında o kaosun, yokluğun ve pisliğin ardında binlerce yıllık bir inanç sistemi göze çarpıyor. Köklü bir tarih var. Hem de alabildiğine zengin. Alışık olmadığımız eşsiz bir dokuya sahip. Ve kim farklı olanın aslında var olmadığını iddia edebilir ki? Damağımda belirsiz bir tat bıraktı Hindistan. Kah acı kah tatlı. Bu seferki yaptığım tüm seyahatlerden farklıydı .
İlk durağımız Darjeeling. Delhi’den aynı gün içinde tekrar uçağa binip Bagdogra havaalanına uçtuk. Delhi havaalanı şimdiye kadar gördüğüm en güzel ve ferah yerlerden biri. Atatürk havaalanı ile uzaktan yakından bir alakası yok. Pırıl pırıl, huzurlu ve medeni bir yer Indra Gandhi Havaalanı. Bagdogra için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. İlk curcuna ile orada karşılaştık. Her yerden insan fışkırıyordu. Sıcaklık kırk derecelerde olmalıydı ve nem tavana vurmuştu. Mevcut iki bandın etrafında yüzlerce insan toplanmış bavullarını bekliyordu. Bense çantaların derdinden çok bizi karşılayacak olan şoförün peşine düşmüştüm. İsmimi hiçbir yerde göremedim söz verildiği gibi. “Paniğe kapılma”. Herşeyi internet üzerinden organize edince insan neyle karşılaşacağını kestiremiyor. Özellikle Hindistan gibi zor bir ülkede. Neyse ki çantalarımız sorunsuz alana varmıştı. Dışarı çıktığımızda ufak tefek kara kuru bir oğlan isimlerimiz elinde, bakınıyordu. “Hay Allah bu mu bizim şoför” derken Glorious, yani asıl şoförümüz ile tanıştık.

Bagdogra Darjeeling arası “sadece” 90 km. Şoförümüz Glorious sessiz sakin bir gençti. İngilizcesi oldukça kısıtlıydı. Ona “yolumuz ne kadar sürer?” diye sorduğumuzda aldığımız cevaba inanamadık. İlk düşüncem ingilizcesi sınırlı olduğu için bizi yanlış anlamış olacağıydı. Yol 4 saat sürecekti. “Nasıl yani sadece 90 km mi?”
Yol manzarası
Glorious sakin, yola hazırlıklı jeep’i sürmeye devam etti. Dağları tırmanmaya başladığımızda yolculuğun neden bu denli uzun süreceğini de anlamıştık. Öylesine keskin virajlar alıyorduk ki Didem bir yana, ben diğer yana savruluyorduk arka koltukta. Hızımız ortalama 25 – 30 km civarındaydı. Yol pek çok yerde tek arabanın geçebileceği bir patikadan ibaretti. Glorious her karşılaştığı aracı büyük bir ustalıkla atlatıyor ve diğerine doğru yol alıyordu. Dört saat sonunda Darjeeling’e vardığımızda yorgunluktan ayakta duracak halimiz kalmamıştı.


Windamere İngilizlerin sömürge döneminden kalma bir otel. Şehrin merkezinde olmasına rağmen  gürültü ve kargaşadan uzakta ağaçlar içinde büyükçe bir alana yayılmış iki katlı binalardan oluşuyor. Bahçesi rengarenk manolyalar ve begonvillerle bezeli. Bizi otelin müdiresi Shubhana Rai Tamang karşıladı. Perişan halimizi görünce “çay servisimize yetiştiniz” diye söze girdi. Bahçede dağlara karşı oturup mis gibi Darjeeling çaylarımızın servis edilmesini bekledik. Krema ve reçel ile birlikte ingiliz scone’u, kekler, çörekler de açık büfede bize bakıyordu. O anda kendimi adeta kurtarılmış hissettim.
Çay salonu ve piyanonun üzerindeki fotoğraf albümleri
Otelde ortak kullanım alanları ingiliz tarzı mobilyalarla döşenmiş şömineli odalar. Duvarlarında sömürge döneminden kalma fotoğraflar, resimler ve mektuplar çerçevelenip asılmış. 1960 lardan bu yana otelde yapılan yılbaşı partilerinin albümleri bir kenarda duruyor. Seneler ilerledikçe siyah-beyaz fotoğrafların yerini renkliler almış. Eski piyanolar göze çarpıyor her odada. Bir dönemin ihtişamlı sömürge hayatını yansıtıyor otel. Kimbilir kimler geçti bu odalardan. İsimlerini bilmediğim o dönemin ünlü şahsiyetleri, devlet adamları ve elçileri. Hindistan’da sınıf sistemi yüzyıllardır süre gelen bir gelenekmiş. İngilizlerin sömürgeciliği ile başlamamasına rağmen ingilizler döneminde hintliler bazı sosyal klüplere kabul edilmezmiş. Fakat Windamere albümlerinde farklı milletlerden, ırklardan ve sınıflardan yüzlere rastlamak mümkün.
Windamere Akşam Yemeği
Yemek salonuna girdiğimizde oldukça şaşırdık. Sadece mum ışığı ile aydınlatılmış orta büyüklükte bir odaydı burası. Fonda klasik müzik çalıyordu. Beyaz eldivenler giymiş garsonlar tarafından masamıza oturtulduk. Masada daktilo ile yazılmış günlük menü kartları vardı. Önce ingiliz mutfağından yemekler servis edildi. Ardından da hint mutfağından baharatlı yemekler geldi. Dal yani yeşil mercimek Hindistan’ın ana yemeklerinden biri. Neredeyse her öğün yiyorlar. Vejeteryan oldukları için kuzinleri sebze ve kuru bakliyat ağırlıklı. Yanında da mutlaka pilav ( pulao ). Yediğimiz herşey çok lezzetliydi.
Yemek sonrası içtiğim çay beni uzunca bir süre uyanık tutunca yataktan kalkıp odadaki şöminenin karşısına oturdum. Odunlar köz olmuşlar, kıpkırmızı parlıyorlardı. Derin nefes almak böyle durumlarda çok işe yarıyor, tabi yanında biraz da konyak iyi gitti. Artık Hindistan’daydım. Kendimi alkolün tatlı mayhoşluğuna teslim ettiğim sırada kapımız çaldı. Oda görevlisi elinde sıcak su torbaları ile bana bakıyordu. İşte o zaman dağlarda olduğumuzu hatırladım.

Kahvaltı yine aynı salonda beyaz eldivenli garsonlar tarafından servis yapıldı. Taze pişirilmiş zencefilli muffin ile başlayıp, “sunny side up” sahanda yumurta ile sonlanan ve Charleston autumn flush çay ile renklenen keyifli bir kahvaltı sonrasında şoförümüz Glorious’u bulup yola koyulduk.

Badamtam Çay Köyü
Darjeeling, Batı Bengal eyaletine bağlı bir şehir. Himalayaların etekleri sayılabilecek kadar dağlara yakındık yakın olmasına ama vadilere çökmüş sis bulutu yüzünden bu bölgeden görünen dünyanın en yüksek üçüncü dağı Kangchenjunga ( 8586 m ) yı görmemiz mümkün olmadı. Genellikle ekim ile ocak ayı arasında berrak bir manzaraya sahipmiş bölge.
Manjitar Asma Köprü
Yolların kötü olmasından dolayı kısacık mesafeleri katetmek bile burada saatler sürdüğünden tüm planımızı değiştirmek zorunda kalmıştık. Yani Bagdogra havaalanı yakınındaki Jaldapara Wildlife Sanctuary’de fil safarisi hayallerim suya düşmüştü. Neyse ki alternatiflere hazırlıklıydım. Forumlarda okuduğum bir asma köprüyü aramaya başladık. Köprü Rungeet nehri üzerinden uzanıp Badamtam’ı Manjitar’a bağlıyor. Yani West Bengal’i Sikkim ile buluşturuyor. Orijinal köprü 1899 yılında sel tarafından yıkılınca, yenisi 1902 yılında ingilizler tarafından tekrar inşa edilmiş. Bu köprü üzerinde hiç durmayan bir insan trafiği var. Anlaşılıyor ki önemli bir ticaret noktası. Biz de köprüyü geçip Sikkim’e ayak bastık. Normalde Sikkim’de seyahat etmek için özel izin alınması gerekiyormuş. Fakat Manjitar’da herhangi bir kontrol yoktu. Köyün gençleri ile sohbet edip, çocuklarla oynadık.  

Sikkimli küçük kız
Aynı yolu geri dönüp Darjeeling’den tekrar Kalimpong’a varmak iki saatimizi daha aldı. Topu topu 43 km lik bir yoldu. Badamtam ormanlarından ve çay bahçelerinden geçtik. Yolumuz üzerinde maymun ailelerine rastladık. Otelimizin paketlediği öğlen yemeğimizi de arabada yedikten sonra Kalimpong’da bir otelde çay molası verdik. Getirdikleri çay fincalarını ancak dezenfektan ve ıslak mendille sildikten sonra kullanabildik. Eminim şu an en temiz çay fincanları hala bizim kullandıklarımızdır. Hindistan’da çay içmek güvenli. Çünkü suyu kaynatmak zorundalar. Fakat açık su içilmemesi şiddetle tavsiye ediliyor. Kalimpong orkide ve kaktüs yetiştirme seraları ile ünlü. Bir de tepede Everest’in bile görülebildiği bir budist tapınağı var. Glorious orkide serası yerine kaktüs serasına gitmemiz konusunda ısrar etti. Yolu bilmediğinden ve havanın da yavaş yavaş kararmaya başlamasından dolayı biraz huzursuz olmuştu. Sisten dolayı dağları görmemiz yine mümkün olmasa da tapınakta dua edip dilek diledik.
Kaktüs Müzesi
Ertesi gün sabah 10:40 daki “Toy Train” e biletimiz vardı. Nispeten geç bir kahvaltıdan sonra Darjeeling tren istasyonuna yürüdük. Yolumuz üzerinde posthaneye uğrayıp sıkıcı görünüşlü Hindistan posta pullarımızı da almayı ihmal etmedik. Genellikle her gittiğim yerden kendime bir kart atarım. Bu kartlar bana hayallerin gerçekleştirilebileceğini anımsatır her seyahat dönüşümde. İmkansız yoktur, hayal edebilmek ise başlangıçtır.
Toy Train
Darjeeling Himalaya Treninin takma adı “Oyuncak Tren”. Görünüş itibarı ile bu ünvanı hak ediyor. Özellikle turistik amaçla Darjeeling - Ghum arası çalıştırdıkları iki vagonlu, buharlı lokomotif çoçukluğumuzun oyuncak trenlerini andırıyor. Tren kalkmadan önce lokomotifi hazırlamalarını fotoğrafladık istasyonda. Sonrasında vagonumuzu bulup, 5 ve 6 numaraları koltuklarımıza oturduk. Tren yaklaşık 10 km hızla şehrin daracık sokaklarından ilerlerken etrafa kömür tozları saçıyor. Yol üzerinde dükkanı olan yerli halk bu durumdan pek memnun değil. Duman ve kurum gerçekten rahatsız edici bir boyutta. Kurum yol boyunca taze meyve ve sebzelerin üzerine yağıyor.

İlk durağımız Batasia Loop. Tren burada 360 derecelik bir daire çizdikten sonra Ghum’a devam etti.

Batasia Loop - Toy Train
Darjeeling Himalaya tren yolunun yapımına 1879 yılında başlanmış. İnşası 1881’e kadar devam etmiş. Tren yolunun uzunluğu Darjeeling – New Jalpaiguri arasında 80 km. Ghum Hindistan’daki en yüksek tren istasyonu olarak geçiyor. Hala kullanılan orijinal buharlı lokomotifler adeta birer sanat şahaseri. Gerçekten görülmeye değer. Tüm yolculuk gidiş dönüş bir buçuk saat kadar sürdü.

Ghum İstasyonu
Oteldeki öğle yemeğimize yetişip Hindistan’ın en çok içilen birası Kingfisher’ımızı da içtik. Genellikle her yemekte 650 ml. lik bir şişeyi paylaşıyorduk. Efes’ten daha lezzetli bir bira olduğunu söylemeliyim.  
Öğleden sonraki durağımız Kar Leoparı yetiştirme merkezi. Söylendiğine göre hayvanat bahçesinin içindeymiş. Hayvanat bahçeleri hiç sevmediğim yerlerdir ve genellikle ziyaret etmem. Kar leoparı yetiştirme merkezi denince daha medeni bir kuruluş ile karşılaşacağımızı varsaydık. Fakat tüm gördüğümüz, kafes içindeki mutsuz hayvanlardı. Evet muhteşem bir kar leoparı gördük. Patilerinin büyüklüğü ve kuyruğunun ihtişamı oldukça etkileyiciydi. Ne yazık ki bir kafese mahkumdu. Oteldeki çay servisine yetişmemiz gerektiğinden ( bir mecburiyetten daha çok keyifti çay servisleri ) hızlıca otele yürümeye başladık. Fakat dönüş yolunda bir dönemeci kaçırmamızla kendimizi sanayi mahallesinin içinde bulmamız bir oldu. Yolu sormasaydık sanıyorum tren istasyonuna kadar yürüyecektik yine. Zira dönüşümüz on beş yirmi dakika daha uzamıştı bu durumda. Hindistan’da yolda yürümek hiç keyifli bir tecrübe değil.

Çayımızı şömineli ortak bir salonda alıp fotoğraf albümlerini de karıştırırken, gereğinden fazla yol yürüyen zavallı ayaklarımı biraz olsun dinlendirmeye çalıştım. Daha yürüyecek çok yolumuz vardı. Günü çay alış verişi yaparak kapamayı planlamıştık. Darjeeling’in ana meydanı Chow Rasta otelimizden iki dakika yürüme mesafesindeydi. Fark ettik ki tüm önemli dükkanlar bu meydandaydı ve Mall dedikleri sokak pazarı da yine buradan başlıyordu. Darjeeling’de çaylar First Flush, Second Flush ve Autumn diye üç çeşide ayrılıyor. First Flush baharın ilk yaprakları ve hafif bir çay. Second Flush, yazın toplanan yapraklardan oluşuyor. Autumn, sonbaharda toplanan aroması zengin mahsule verilen ad. Otelde içtiğimiz ise Charleston çay bahçesinden gelen Autumn yapraklarıydı. Öyle bizim çayımız gibi koyu, tavşan kanı bir demleme söz konusu değil. Yaprakların üzerine kaynar su dökülüp birkaç dakika demlenmesi beklendikten sonra servis yapılıyor. Çok lezzetli ve bizimkine göre hafif bir tadı var. Yine de bizim demleme çayımızı başka hiçbir çaya değişmem.
Mall’da akşam alışverişi ardından otelimize dönüp çantalarımızı yaptık. Ertesi gün aynı dağ yollarını aşıp Bagdogra havaalanına gitmemiz gerekiyordu. Ama önce sabah Tiger Hill’de güneşin doğuşunu seyrederek başlayacaktık güne.

Hindistan farklı bir gezegen. Bunu ilk fark ettiğimiz yer Tiger Hill’di.
Tiger Hill Güneşin Doğuşu
Otel müdiresinin Tiger Hill ile ilgili söyledikleri bize garip gelmişti. Oraya mümkün olduğu kadar erken gitmemizi, çok kalabalık olduğu için ön saflarda yer bulmamızın güç olduğunu anlatmıştı. Bir tepeden güneşin doğuşu seyredilecekti. Sabahın üçünde ne kadar kalabalık olabilirdi ki? Bizi almaya gelen araba ile şehirde yol alırken sokaklarda bir hareket başlamıştı bile. Tepeye tırmanmaya başladığımızda ciplerden oluşan bir konvoy olmuştuk. Etraf hala karanlık olduğu için insanları seçmem mümkün olmuyordu. Şoför bir süre sonra durdu ve bilet almamız gerektiğini söyledi. Ne için olduğunu anlayamadık önce. Girişteki tabelada tarife göze çarpıyordu. Super delux 40 rupi, delux 30 rupi, standart 20 rupi. Eh biz de en iyisini alalım dedik. Fakat super delux kalmadığı için delux’e razı olmak zorunda kaldık. Henüz ne ile karşılaşacağımızdan habersiz elimizdeki biletleri gösterdikten sonra içeri alındık. Her bilet kategorisi için ayrı bir merdiven ayrılmıştı. İkinci kata tırmandığımızda gözlerimize inanamadık. Binanın ön cephesini boydan boya kaplayan camın önünde beş altı sıra sandelyede hintliler çoluk çocuk oturmuş camdan dışarı bakıyorlardı. Dışarısı hala karanlıktı. İlk içgüdümüz, kendimize bir yer kapmak oldu. Fakat bir iki dakika içinde durumun anlamsızlığını fark edip bu binanın içinde ne yaptığımızı sorguladık. Güneşin doğuşunu seyretmeye gelmiştik film seyretmeye değil. Bu arada yeni gelen hintliler telaş içinde geriye kalan en iyi sandalyeleri kapmaya çalışıyorlardı. Ön sıralar zaten çoktan dolmuştu. İlk şaşkınlığı attıktan sonra güneşin doğuşunu dışarıdan izlemeye karar verdik. Binanın ön bahçesinde de insanlar birikmeye başlamıştı. Çoluk çocuk akın akın gelmeye devam ediyorlardı. Kalabalığın çoğu hintliydi. Arada tek tük Avrupalı turist göze çarpıyordu. Kendimize ön sırada ayakta bir yer bulduk ve beklemeye başladık. Gökyüzü son birkaç gündür olduğu gibi pusluydu. Gün ağarmaya başlamış, güneş bulutların arkasında doğmuştu. Fakat biz kocaman bir grilikten başka birşey göremiyorduk. Bir süre sonra ilk pembeliğin görünmesi ile kalabalıktan bir sevinç çığlığı koptu. Yüzlerce insan pür dikkat güneşin her ışınını fotoğraflamaya çalışıyordu. Aman Tanrım hayatımda içinde bulunduğum en garip anlardan biriydi. Güneşin her gün doğduğunun farkında değil miydi acaba bu insanlar? Eğer baktığımız manzaranın içinde dünyanın üçüncü en yüksek dağı Kangchenjunga da olsaydı belki ben de onların coşkusunu paylaşabilirdim.
Bu da madalyonun öbür yüzü, Tiger Hill güneşin doğuşunu seyretmeye gelen coşkulu kalabalık
Önce sonsuz bir grilik, sonra hafif bir pembelik ve Tiger Hill deliliği. İçinde bulunduğumuz durumu bu şekilde yorumlamayı uygun bulmuştum. Geri dönüşün ne denli zahmetli olduğunu ve trafiğin tam bir çıkmaza dönüştüğünü anlatmama gerek bile yok sanırım.

Varanasi için yola çıkma vakti gelmişti.