4 Ağustos 2012

Hindistan 4

Agra ve Jaipur

Delhi'de bizi Balbinder adlı şoförümüz karşıladı. Türbanı ve uzun sakalı ile tipik bir sikhti Balbinder. Devamlı gülüyor ve kulağından cep telefonu düşmüyordu. Elimizde çantalarımızla arabaya doğru onu izlerken suratımıza bile bakmadı diyebilirim.
Bu ilgisizliği fazla dert etmeden havalandırmalı özel arabamızın içinde Agra'ya doğru yola koyulduk. Hindistan "otoyol"larında seyahat etmek başlı başına bir macera. İnsan bir şaşkınlıktan diğerine sürüklenirken serseme dönüyor.

Yoldaki tüm kamyonların arkasında bu yazıyı görmek mümkün
"Korna çal"
Delhi-Agra-Jaipur üçgeninin (Hindistan'ın altın üçgeni olarak geçiyor) her kenarı aşağı yukarı aynı mesafede ve bu mesafe yaklaşık 260 kilometre. İstanbul'da olsak bu kadar yolu kaç saatte aldığımız günün saatine ve hangi yolu kullandığımıza bağlı olurdu. Biz de büyük şehrin trafiğineve yollarda yaşanan kaosa oldukça alışığız kendimizce. Fakat Hindistan trafiği benim için kaosa yeni bir anlam kazandırdı. Öncelikle otoban kavramını açıklamak gerek. Yol iki şeritli. Bir de bonus şerit var ki, o da en sağ şeridi kaplamış olan kamyonları sollamak için zaman zaman kullanmak zorunda kaldığımız toprak yol. Araba ve kamyon trafiğinin yanında, motorsiklet, bisiklet, insan ve bir de hayvan trafiği mevcut kendi ritminde akan. Balbinder bu kaosun içinde bir yandan direkiyonu kumanda ediyor, diğer yandan ya telefonu ile konuşuyor, ya mesaj yazıyor ya da bize laf yetiştiriyordu. Ben de İstanbul şoförlerinin ne denli becerikli olduklarını düşünürdüm. Balbinder bizi on kere geçecek kadar maharetli bu konuda. Hindistan trafiğinde araba kullanmayı hayal etmem bile mümkün değil. Özellikle yoğun Delhi - Agra istikametinde.


Hava kararmış ve bizi de bir endişe almıştı. Balbinder usta soförlüğüne rağmen yaşlı bir adamdı. Gözlerinden ve reflekslerinden şüphe etmeye başlamıştık. Yine de o sabah Varanasi'de başlayan uzun yolculuğumuzun sonuna doğru göz kapaklarımız iyice ağırlaşmıştı. Didem bir köşede ben diğerinde, yarı uyur yarı uyanık halde, sarsıla sarsıla Agra otelimize sapa sağlam vardık. 260 kilometrelik yolculuğumuz altı saat sürmüştü.

Taj Mahal
Acentanın ayarladığı dört yıldızlı kendi halinde bir oteldi gece konaklayacağımız yer. Bir gece kalacağımız için temizliği dışında pek bir lükse ihtiyacımız yoktu. Duşumuzu aldıktan sonra bayıldık.
Balbinder sabah bizi almaya, o günlük tur rehberimiz olacak Lala adında 74 yaşında bir hintli ile geldi. Lala çok konuşan, benim standartlarım için oldukça yorucu bir adamdı. Taj Mahal'ın kapısındaki uzun turist kuyruğuna saat 06:30 da girdik. Her milletten insan vardı kuyrukta. Taj dünyanın en çok ziyaret edilen yapılarından biri. Anıta araba ile beş yüz metreden daha fazla yaklaşmak yasak. Dolayısıyla arabayı otoparkta bırakıp Taj'ın kapısındaki kuyruğa fayton ile varmıştık.

Mermer işlemeciliği
Sırada yaklaşık bir saat kadar bekledikten sonra içeri sıkı güvenlik kontrolünden geçtikten sonra alındık. Ben hala "ne var bu kadar büyütülecek, alt tarafı bir sultan tarafından karısı aşkına yaptırılmış mermer bir mezar" diye düşünüyordum. Taa ki Taj Mahal'in içine girene kadar. O an fark ettim ki eğer Taj'ı ziyaret etmemiş olsaydık büyük pişmanlık duyardım.


Dedim ya rehberimiz Lala çok yorucu bir adamdı. En azından benim için. Fakat kız kardeşim her köşede Lala tarafından fotoğraflanmaktan şikayetçi değildi. Lala ise bu anıt ile ilgili tüm maharetini konuşturup, bahçenin her köşesinde binaya karşı fotoğraflarımızı çekip, ne kadar iyi bir rehber ve fotoğrafçı olduğundan bahsediyordu. En sonunda bizi bir banka çıkartıp şu alışıla gelmiş Taj'ın kubbesini tutarmış gibi yaptığımız fotoğrafı da çektikten sonra ona kibarca artık fotoğraf çektirmek istemediğimi söylemek zorunda kaldım. Didem her köşede poz vermeye devam etti. Bense yorgunluk ve bezginlik içindeydim binaya yaklaşırken. Henüz mezarın içine girmemiştik.

6. Babür İmparatoru Şah Cihan en sevdiği 3. karısı Mümtaz Mahal için yaptırmış bu mezarı. Mümtaz, şaha on dört çocuk vermiş.


Taj Mahal, müslüman sanatının Hindistan'daki en görkemli örneği olarak geçiyor. Pers, Türk ve Hint mimarisinin bir karışımı. Bina kompleksinin en büyük özelliği her köşesinin simetrik oluşu. Binanın dört köşesinde bulunan minarelerin eğimi dışarı doğru. Bir deprem sırasında içe yıkılıp kubbenin altındaki mezara zarar vermesin diye planlanmış. Fakat bu özelliklerin hiçbiri mezar bölümündeki mermer mozaik işçiliği ile boy ölçüşemez bile. Mezarın her köşesi mermere yerleştirilmiş yarı değerli taşlardan oluşan nilüfer çiçekleri ile bezeli. Her yaprak, her dal farklı bir değerli taştan oluşuyor. Lacivertler lapis lazuli, yeşiller malacite, kırmızılar mercan, kahverengiler jasper, siyahlar onyx ve daha pek çoğu. Bazı nilüfer çiçekleri o denli detaylı ki 120 parçadan oluşuyor. Desenler boyanmış hissi uyandırıyor insanda. Fakat her parçanın tek tek elle yerleştirildiğini öğrendikten sonra "bu nasıl bir aşkmış" demekten kendimi alamadım.

Şah Cihan, Taj Mahal'in tam karşısında inşa edilmiş ve kendisinden önceki Babür İmparatorlarına da ev sahipliği yapmış Agra kalesinden karısının mezarını seyretmiş uzun yıllar boyunca. Şah mimaride beyaz mermer kullanmayı tercih ettiğinden, kırmızı kumtaşından yapılmış olan Agra kalesinin bazı bölümlerini yıktırıp beyaz mermerden tekrar inşa ettirmiş. Agra Kalesi'nde görülmesi gereken en önemli kısım olan Türk Hamamı ziyarete kapalıydı. Fakat rehberimizin Lala olmasının avantajı burada çok işimize yaradı. Restore edilen hamama sorumlusuna bahşiş vererek girdik. İçerisi karanlıktı. Görevli iki mum yakıp duvarlara doğru tuttuğunda fark ettik ki hamamın tüm duvarları ve kubbesi küçük aynalarla kaplıydı. Bir anda etrafımızı binlerce yıldız kaplamıştı adeta. Muhteşem bir manzaraydı.

Agra yolculuğumuz burada görkemli bir final ile sona ermişti. Lala'ya veda etme vakti geldiğinde yine bahşiş konusu gündemdeydi. Acentaya ödediğimiz ücret dışında rehberlere de bahşiş vermek Hindistan'da bir kural. Fakat ne yazık ki yolculuk boyunca hiçbir rehber verdiğimiz bahşişten memnun kalmadı. Biz de rehberle gezmekten pek mutlu değildik açıkçası.



Balbinder ile yola koyulma vakti gelmişti. 300 kilometrelik yeni bir Hindistan otoban macerası bizi bekliyordu. Bu sefer istikametimiz Lord Shiva'ya adanmış şehirlerden biri olan pembe    
şehir Jaipur'du.
Yola çıkmadan önce öğle yemeği yemeyi hayal ediyorduk. Klimalı bir ortam ve hamburgerin yanında King Fisher birası, temiz tuvalet ve güzel insanlar. Balbinder’in sırıtan suratı, yorucu rehberimiz Lala ve sıcak havada oradan oraya koşturmak bizi iyice bunaltmıştı. Köşedeki lokal restauranta sürüklenmeyi redederek Balbinder’in memnuniyetsizliğine rağmen kendimizi Agra Gateway Hotel’in restaurantına atmayı başardık. Yalnız başımıza bir saatimiz vardı. O zamanın ne kadar değerli olduğunu ve keyifli geçtiğini kelimelerle anlatmama bile imkan yok. Kurtarılmış bölgedeydik kısa bir süre için bile olsa.


Jaipur'da yine lokal acentamızın ayarladığı küçük bir butik otelde kaldık. Dera Rawatsar eskiden bölgenin Maharaja'sına ait bir evmiş. Kahvaltı salonunda aileye ait eski fotoğraflar ve mobilyalara rastlamak mümkün. Sabah yedideki kahvaltımızdan sonra Jaipur rehberimiz Singh ile buluştuk. İlk durağımız 18. yüzyılda inşa edilmiş Hava Mahal, yani Rüzgar sarayıydı. Bu yapının ön cephesinin ilginç bir mimarisi var. Arı kovanını andıran küçük pencereler zamanın soylu hanımlarının dışarıdaki hayatı kimseye görünmeden gözlemleyebilmeleri için yapılmış.



Jaipur’un bizim için en cazip etkinliği Amber (Amer) Fort’a fil üstünde yapacağımız tırmanıştı. Bu yüzden güne erken başlamıştık. İlerleyen saatlerde artan sıcaklıktan dolayı filler dört ya da beş tur yaptıktan sonra dinlenmeye çekiliyorlarmış. Bizim bindiğimiz filin adı Leyla’ydı.  Bu yolculuk için özellikle dişi filler kullanıyormuş, erkeklerin daha agresif olmasından dolayı. Manzara oldukça keyifliydi yukarıya çıkarken. Sabahları fillerin banyo yaptığı büyükçe bir havuz göze çarpıyordu kalenin eteklerinde. Yol boyunca onlarca fotoğrafçı, fillerin üzerindeki turistleri fotoğraflamak için yarışıyordu adeta. Yolculuğun sonunda da çekilen fotoğraflar sahiplerine gösterilip yüksek fiyatlara satılmaya çalışılıyordu. Rehberimiz dört fotoğrafa 250 rupee’den fazla vermememiz gerektiğini söyledi. Satıcılar önce bu miktarın yeterli olmadığını söylese de, daha fazlasını ödemeyeceğinizi fark edince anlaşmaya razı oluyorlar.


Jaipur, Rajastan eyaletine bağlı bir şehir. Eski dönemlerde bu bölgedeki şehirler Maharajalar tarafından yönetiliyormuş. Amber Fort’un harem bölümünde on iki adet ayrı daire mevcut. Zamanın bir Maharajasının on iki karısı için yaptırdığı bu daireler birbirlerini hiçbir şekilde görmüyorlar. Ve bu dairelere Maharajanın en tepedeki dairesinden özel tünellerden geçilerek giriliyor. Bu şekilde hiçbir kadın birbirini görmediği gibi, Maharajanın o akşam kimi ziyaret ettiği de bilinmiyor. Kadın dırdırı çekmemek için oldukça başarılı bir çözüm.

Amber Fort’un Kış Sarayı bölümündeki aynalı oturma alanları gerçekten görülmeye değer güzellikteydi. Bu küçük ayna parçaları zamanında Belçika’dan getirtilmiş.



Jantar Mantar Jaipur’da görülmesi gereken en önemli koleksiyon. Böyle demeyi uygun gördüm çünkü burası astronomik ekipmanlardan oluşan bir açık müze. Jantar, ekipman, Mantar da ölçüm demekmiş. Tüm ekipmanlar zamanın astronomiye meraklı Maharajası Jai Singh II tarafından tasarlanmış. Dünyanın en büyük güneş saatini Jantar Mantar’da görebilirsiniz. Maharajanın astronomi konusunda yazdığı kitaplar olduğu söyleniyor.


Jaipur zamanının önemli bir endüstri şehriymiş. Jai Singh, şehri güçlendirip geliştirmek için otuz altı endüstri dalını buraya getirmiş. Bunların en önemlileri  blok kumaş el baskısı, değerli taş işleme ve porselen. Çok fazla zamanımız olmadığı için sadece bir blok kumaş baskı atölyesini gezdik. Ahşap kalıplardan çıkan motiflerin tamamı elle basılıyordu. Müthiş bir işçilik, emek, zaman gerektiren ve Avrupa’da yok olmaya başlamış bir sanat.



Delhi’ye yolumuzun 260 km ve altı saat olduğunu biliyorduk. Fakat rehberimiz Singh Hindistan’da her zaman beklenmeyeni beklemenin doğru olduğunu söyleyerek bir an önce yola çıkmamız için bizi uyardı.

Delhi’ye girişte fark ettim ki trafikteki tüm araçların yan dikiz aynaları kapalıydı. Balbinder de şehre girerken aynalarını kapatmayı ihmal etmemişti. Bu kaosun içinde arabalar öylesine birbirlerine teğet geçiyorlar ki aynaların zarar görmemesi için en iyi yol onları kapatmak gibi görünüyor. Nasıl olsa pek de bir işe yaramıyorlar.


Delhi’de kaldığımız otel şehrin yeni yerleşim bölgelerinden biri olan Sunder Nagar’daydı. Hava karardıktan sonra otelimize vardığımız için etrafı görme şansımız olmadı. Ama görebildiğimiz kadarı ile bu bölge şehrin üst düzey yaşam alanlarında biriydi.


Hindistan farklı kültürü, önümüze çıkardığı olağandışı tecrübeleri ve insanları ile görülmeye değer bir ülke olsa da şimdiye kadar yaşadığım en zorlu seyahat tecrübesiydi. Kendi kendime yine gitmek ister miyim diye sorduğumda cevabım “evet”. Fakat bu seyahatin ruh yorgunluğunu birkaç yılda ancak atarım gibi geliyor. İkinci Hindistan ziyaretimi ülkenin güneyine, Goa ve Kerala bölgelerine yapmayı planlıyorum.


Son bir öneri. Delhi Indira Gandhi Havaalanın’daki Ishana mağazasına uğramadan dönmeyin. Tüm yolculuğumuz boyunca en keyifli alış veriş yaptığımız mağazaydı.

1 yorum:

  1. süperrrr yazınızı çok beğendim tam bir macera doğrusu.....

    YanıtlaSil