3 Nisan 2011

İstanbul'da Turist Olmak

İstanbul’da turist olmak, Sirkeci’den başlayıp Kapalı Çarşı’ya, oradan da Sultanahmet’e uzanmaktır her bahar. Her turist oluşumda farklı keyiflere sürükler şehir beni. Oysa en sevdiğim yapı Galata Kulesi aynı yerindedir, vapurlar aynı iskelelere yanaşırlar, balıkçılar kamışlarını aynı köprüden savururlar. Şehir değişmemiştir aslında. Farklı insan yüzleri gelip geçer gözlerimin önünden, gökyüzünün rengi değişir, tezgahlar / dükkanlar değişir, ben değişirim. Her turist oluşumda İstanbul’da, çocuksu bir heyecan kaplar içimi. Şehre ilk defa gören gözlerle bakmayı severim.

Bir cuma günü işten izin alıp düştüm yollara. Çok uzun zaman olmuştu Kadıköy’den vapura binip Sirkeci’ye geçmeyeli. Çocukluğumun vapurlarından eser kalmamış geriye. Onlardan eskiyince jilet yapıldığı şehir efsanesi doğru mu acaba? Yeni vapurlar alabildiğine geniş, koltukları gıcır gıcır parlıyor. En üst, arka güverteye çıktım. Bu yılın ilk bahar günlerinden biriydi. Nasıl da berrak, taptaze, ifil ifil birgün, keyifli yani. Vapura adım atışımdan itibaren kendi şehrimde turisttim. Haydarpaşa garı bir köşede, vapurlar önünden gelip geçerken yanmış çatısıyla hala dimdik ayakta. Martılar her yerde. Gökyüzünün maviliğinde süzülürken denize doğru dalışa geçişlerini izlemek nerede olursam olayım bana her zaman keyif verir. Onları seyrederken sonsuz özgürlüğün nasıl bir his olduğunu merak ederim. İnsan dalıp gidiyor uçuşlarını seyrederken, sanki ruhu da kanat açıp uçuyormuş gibi. Fotoğraf makinem elimde etrafımı siyah-beyaz fotoğraflarken vapur hareket etti.
Kadıköy-Sirkeci seferi eskisi gibi yirmi yirmibeş dakika kadar sürdü. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmadım. Onlarca kez gördüğüm bu tanıdık manzara nasıl oluyordu da bu denli çarpıcı olabiliyordu her defasında. Sanki ilk defa görüyormuşum gibi.



Karaköy, İstanbul Modern ve Loft. Bu sefer önünde yolcu gemisi yok. Terasta oturanların manzaraları muhteşem olmalı. Böylesine berrak birgünde Sultanahmet camii, Topkapı Sarayı ve Ayasofyayı da içine alan o muhteşem eski şehrin manzarası. Bir keresinde o terasta çok sevdiğim bir adamla oturduğumu hatırlıyorum. O gün bir yolcu gemisi kapatmıştı manzaramızı. Oysa pek de umurumuzda değildi. Yine de sıkıntılı birgün olduğunu hatırlıyorum parlayan güneşe rağmen. Düşüncelerim geziniyor eskilerde, sonra tekrar şimdiye dönüyor. Geçmişle şimdi arasında pek bir fark yok onunla ilgili. Her anı bir sis perdesi arkasında gizli. Öyle kalmalarını tercih ediyorum şimdilerde. Canlanmalarına izin vermiyorum.


Sirkeci her daim olduğu gibi yine kalabalık. Oraya buraya koşturan insanlar.
Güvertede kalıp vapurdan inişlerini izledim. Kafaları önde, acele acele yürüyor herkes. Benimse telaşım yok vapurdan inip bir yerlere yetişmek konusunda. Ağırdan almak gerek bazen hayatı. Zamanı yavaşlatabilmek önemli bir meziyet haline geldi son günlerde. Ne zaman bir fırsatını bulsam hiçbir şey yapmamaya özen gösteriyorum.



Sirkeci garının önünden dar merdivenlere doğru yürüdüm. Tanıdık, hem de çok tanıdık. Merdivenler küçük bir sokağa çıkıyor, sağlı sollu birkaç sokak lokantasından sonra. Daracık sokaktan Hayyam pasajına ulaşmak için karşıdan karşıya geçmeyi beklemek gerek önce, tramvaylara yol vererek. Şener’in ufakcık dükkanı nedense içimi açar her ziyaretimde. Belki de her yerde fotoğraf makineleri, lensler ve fotoğrafçılıkla ilgili eski yeni ıvır zıvır olmasındandır. Makinemi temizlettim hazır gelmişken. Bir de uzun zamandır istediğim ufak bir fotoğraf makinesi çantası aldım. Şenerle sohbet her zamanki gibi fotoğraf makineleri ile ilgiliydi. Ona Leica D-lux 5 e gönlümü kaptırdığımı söyleyince ‘’çok pahalı esra, alma’’ dedi önce. Sonra o makinenin benim için ne anlama geldiğini fark edince ‘’al o zaman çok iyi bir makine’’ dedi sonunda. Son zamanlarda beni en çok heyecanlandıran şey bir Leica ya sahip olacağım düşüncesiydi.

Galata Köprüsü, üzerindeki balıkçıları olmadan cansızlaşırdı herhalde. Elimde makinemi gören çocuk  ‘’Abla fotoğrafımızı çeker misin?’’ diye seslendi. Kulağa ninni gibi gelen bir sesleniş. Ufak bir midye dolma tepsisinin önünde birbirlerine sarılıp poz verdiler bana. Yüzlerindeki mutlu ifadeyi çok sevdim. Onlar değil ben teşekkür ettim karşılığında, bu fotoğrafın tüm gün çektiklerim arasında en çok keyif aldığım olduğunu bilmiyorlardı ne de olsa. Gülen yüzler, günün bana verdiği en güzel hediyeydi.



Karaköy’den aldılar beni arkadaşlarım. Otopark sorunu beni fazlasıyla endişelendirdiği için Kapalı Çarşı’ya asla arabayla gitmem. Hatta o konuda fobim olduğu bile söylenebilir. Ama arkadaşım kocaman cipi ile daracık caddelerde ilerlemek konusunda karalıydı. Hatta rahattı demek çok daha doğru olur. Arabayı Sultanahmet’de bir otoparka bırakıp çarşıya doğru yürüdük. Gördüğüm herşeyin fotoğrafını çekmek istiyordum. Güneş ışınlarının altında yakutu andıran narları, kilimin üzerinde güneşlenen kediyi, anahtarları, sabunları ve insanları. Aslında hep insanları. Ama buralarda fotoğraf çektirmekten rahatsız oluyorlar. Zaman zaman söylenebiliyorlar bile. Arkalarını dönüp gidiyorlar. O yüzden kimseyi rahatsız etmek istemiyorum. Etrafımda fotoğraflayacak çok fazla obje var zaten.

Bedesten incik boncuklarıyla bana her zaman kırk haramilerin hazine mağarasını hatırlatmıştır. Göz alabildiğine ışıltılı bir dünya. Yolunu kaybetmek kolay burada, hangi kapıdan girip hangisinden çıktığımı karıştırırım çoğunlukla. Diğerlerini takip ediyorum, birilerinin beni yönlendirdiğini bilmenin huzuruyla. Alışveriş ve bakınma bitince arkadaşım yeşil çay içeceğiz diye tutturuyor. Sultanahmet’e inerken karnımız da acıkıyor zaten. İçi hınca hınç dolu bir pastahanenin önünden geçerken gözüm çilekli turtalara takılıyor. Her semtin çok meşhur bir pastacısı olur ya, Çiğdem Pastahanesi de onlardan biri herhalde deyip içeri dalıyoruz. Üçümüz de kilomuza dikkat etmemiz gerektiğinin bilincinde sadece bir turta alıp dükkandan çıkıyoruz. Orada çalışan genç çıraklardan biri bana, kağıt peçeteden yapıp bir firketeye iliştirdiği çiçeği uzatıyor. Kafamı kaldırdığımda bana tebessüm ettiğini görüp ben de karşılık veriyorum. Günümü aydınlatan bir an daha. 

Çiğdem Pastahanesi
Sultanahmet’de yeşil çay içilebilecek özel bir yer varmış arkadaşıma göre. O bizi oraya doğru sürüklerken, kağıttan çiçeğimi ceketimin göğsüne süs olarak iliştiriyorum. Bana bu sımsıcak bahar gününü anımsatacak ufak bir hatıra daha. Arkadaşım keşke gerçek yeşil çaydan bahsediyor olsaydı. Ve keşke çaya, renginden dolayı yeşil dediğini önceden bilseydim. Çünkü naneyi gerçekten sevmem, hasta olduğum zamanlar dışında. En azından poşet değil taze yapraklar kullanılarak yapılmıştı nane çayımız. Hemen limon istedim. Naneye limon yakışır, tek başına içmem mümkün değildi zaten. Çay yorgunluğumuza birebir geliyor. Neyse ki çilekli turtanın kreması hafif ve meyveler de taze. Üç çatalla bir turtanın bitmesi sadece birkaç dakika alıyor.

Bir sonraki durağımız Beyoğlu. Her Cuma akşamı olduğu gibi Asmalı Mescit dolup taşıyor. Gelişi güzel birgün geçirmek istediğimiz için rezervasyon yaptırmadığımızdan birkaç restauranta girip çıkıyoruz. Bu şehirde rezervasyonsuz bir yerde yemek yemek neredeyse imkansız hale gelmiş. Çok da ahım şahım olmayan bir yere oturup neşe içinde atıştırdıktan sonra geceyi sonlandıracağımız Özlem Tekin konserine gidiyoruz. Konser Balans’ta. Özlem Tekin dinlemişliğim yoktur. Ama anlaşılan arkadaşım seviyor. Onu kırmayarak kalabalık konser salonuna girmeye razı oluyorum. Beni hemen sahnenin önüne sürüklüyor. Yakından seyretmemiz gerekiyormuş. Gerçekten de renkli bir kalabalığın içindeyiz. Çevremizde çok hareketli ve çenesi düşük bir grup var. Bize de laf atıyorlar. Arkadaşım onlara avukat olduğumuzu söylüyor. Ben ağzımı bile açmıyorum. Ona göre insanlar avukatlardan korkup bir adım geride dururlarmış. Böylece bize ayakta dikilebileceğimiz ve nefes alabileceğimiz bir alan yaratmaya çalışıyor. Gülüyorum… Gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorum, çünkü Özlem Tekin sahneye çıktığında etrafımda hareket edebileceğim pek bir alan kalmıyor.



Özlem Tekin’in bu denli sempatik ve canlı bir sahne performansının olduğunu bilmiyordum. Şarkılarına aşina olmadığım halde onu seyrederken eğleniyorum. Çok cana yakın ve hayranları ile ilişki içinde. Fakat konserin ilk bölümü bitince benim de pilim bitiyor ve arkadaşımı içerde bırakıp nefes almak için aşağıya iniyorum. Benim için gecenin sonlandığı nokta. Arkadaşım da yaklaşık yarım saat sonra bana katılıyor.

Günlük hayatımda İstanbul’u pek umursamam. Bana teklif ettiklerine kulak asmam çoğunlukla. Ama hangi şehirde olursa olsun, turist olma fikri olabildiğince açıktır yeniliklere. Ve ben İstanbul’u taptaze bir bakış açısıyla tekrar keşfederim her bahar…       

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder