23 Ocak 2011

Farklı Algılamak


Eğitmen ‘’ şimdi sizinle bir oyun oynayacağız’’ dedi.

‘’ Elimde gördüğünüz kağıtta birden doksana kadar karışık sırada sayılar yazılı. Hepsi farklı büyüklüklerde ve farklı yazım şekilleri kullanılarak yazılmış. Sizden, birden başlayarak her bir ardışık rakamın arasına bir çizgi çizmenizi istiyorum. Ama rakam atlamak yok. Tam iki dakika süreniz var size bu kağıtları dağıttıktan sonra.’’

İçimizden biri oyunun sonunda işaretlediğimiz kağıtta gizli bir resim ile karşılaşıp karşılaşmayacağımızı sordu. Hani çocukluğumuzda oynardık. Numaraları doğru bir şekilde birleştirince ortaya bir kuş, araba ya da insan resmi çıkardı. Ama bu sefer oynadığımız oyunun amacı bu değildi.

Ve üzerinde rakamlar yazılı bu kağıtlar tüm sınıfa dağıtıldı. Orada yaklaşık yirmi kişi kadardık. Farklı ülkelerden ve farklı kültürlerden.
Süre başladı.  

Bir…

İkiyi göremiyordum. Hile yapmaya karar verip üçe atladım. Nasıl olsa ikiyi bir sayıdan diğerine geçerken bulabilirdim. Öyle de oldu. Sekiz ya da dokuzdayken, kocaman bir ikiyi kırkyedi ve otuzsekizin arasına sıkışmış olarak buldum ve üç ile bağlantısını sağladım. Eğitmen zamanımızın dolduğunu söylediğinde ben ondört numaraya gelebilmiştim sadece. Doksan, yani son sayı mümkün bile görünmüyordu.

Eğitmen kaça kadar işaretleme yapabildiğimizi sordu. Kimi oniki, kimi benim gibi ondört, ama sadece bir kişi yirminin üzerine çıkabilmişti. Öğrendiğimize göre ondört gayet normal bir başarıydı. Zaten bu sayının üzerine çıkmamız beklenmiyordu bizden. Ama bu, oyunun daha ilk yarısıydı.



Bu sefer, eğitmen bizden üzerinde aynı rakamlar yazılı yeni bir kağıdı dağıtıp, dikey ve yatay çizgilerle dokuz parçaya ayırmamızı istedi. Böylelikle büyüklü küçüklü, farklı yazım şekilleri ile yazılmış rakamlar guruplara ayrılmış olacaktı. Kaos içinde bir düzen oluşmuştu. Bu da rakamları ard arda bulup işaretlememizi kolaylaştıracaktı. Bu sefer bize verilen zaman bir dakikaydı. Süre başladığında yanımdaki arkadaşım inanılmaz bir süratle numaraları işaretlemeye koyuldu. Bense bu sefer rakamları görmekte zorlanıyordum. Biri, ikiyi, üçü bulmayı başarmıştım. Ama gerisi bir türlü gelmiyordu. Kağıda çizdiğimiz yatay ve dikey çizgiler birer duvar olmuş, bir sayıdan diğerine geçmemi engelliyorlardı sanki. Paralize olduğumu hissettim. Kalemimi oynatamıyordum bile. Sayılar kutuların içine hapsolmuş ard arda gelmiyordu bir türlü. Eğitmen süremizin dolduğunu söylediğinde bu sefer sadece onikiye kadar gelebilmiştim. Bir öncekinden daha kötü bir durumdaydım. Oysa ki daha başarılı olmam gerekiyordu. Sınıfta yirminin altında işaretleme yapan yoktu. Kimisi yetmişi bile geçmişti.

Eğitmen verdiği sözü tutmuş olmanın güveni ile kaosun içinde bir düzen yaratıldığında, onu anlamanın çok daha kolay olduğunu anlatıyordu. Bense eğitimden kopmuş beynimin neden bu şekilde davrandığını düşünüyordum. Bu, benim için kesinlikle başarısızlıkla ilgili bir durum değildi. Daha çok farklı algılamayla ilgiliydi.

Ama neden ve nasıl? Bir açıklaması olmalıydı. Kağıtta çizgiler yokken kalemim çok daha rahat hareket ederken, çizgiler önümü kapamış, beni çözümsüz bırakmıştı. O anda okuduğum kitap aklıma geldi. Kitap, bir hikayenin nasıl oluşturulup, şekillendirilmesi gerektiğini öğretiyor. ‘’Plot & Structure’’ yazarlıkla ilgili bir kitap. Bir yazara en çok sorulan sorulardan biri hikayeyi tüm ayrıntıları ile önceden mi planladığı, yoksa yazdıkça hikayenin kendi kendine mi ortaya çıktığı sorusuymuş. Bu her yazara göre değişirmiş. Kimi herşeyi en ince detayına kadar önceden bilmek ister ve ona göre yazarmış ki, böyle bir durumda hikaye zaman zaman doğal olmaktan çıkıp, zorlamaya kaçabilirmiş. Öte yandan kimi yazara göre de hikaye, mekanik olaylar dizisinden çok, dinamik bir süreç olduğundan, planlanmadan yazılmalı ve kendi kendini yaratmalıymış. Okuduğum kitabın yazarı ise her ikisinin de kullanılması gerektiğini savunanlardandı. Böylelikle yazar kitaba, okuyucunun hangi türe daha yakın olduğunu bulabilmesi için çok da bilimsel olmayan, kendi tecrübelerine dayanan bir test koymuş. Testin sonunda planlama yapmamayı tercih eden guruba dahil olduğumu gördüm. Kelimelerin geldikleri gibi parmaklarımdan dökülmesinin, hikayenin ve karakterlerin beni istedikleri yere götürmelerinin, çok daha fazla heyecan verdiğinin farkındaydım aslında. Evet bir konu vardı kafamda. Ama yapının ve detayların nasıl olması gerektiğini önceden planlamayı sevmiyordum. Kafamın içindeki kaosta her sözcüğe sahiptim nasıl olsa. Neden her anı planlayıp kendimi kısıtlamak zorundaydım ki?

Pazarlama eğitiminde de bu olmuştu. Çizgiler çizmek görmemi kolaylaştırmak yerine duvarlar oluşturmuştu kafamda.

Birey olarak hepimizin algısı bir diğerinden çok farklı. Sadece tek bir yöntemin öğrenme, problem çözme ve hikaye yazma becerilerimizi geliştirmesini bekleyemeyiz. Bu yüzden de kitaplar dolusu düşünce modelleri üzerine konuşulabilir. Bilmek önemli kanımca. Ancak o zaman hangi modelin bize uygun olduğuna karar verebiliriz.

Oyunun sonunda, profesör olan eğitmenin bana hangi rakama kadar geldiğimi sormaması için dua ediyordum ki, sormadı. Öğrencilerden biri, Amerikalı olan, sadece yirmi ikide kaldığını utanarak söylediğinde, profesörün ona  ‘’neden, ne oldu?’’  diye sorması bana nedense acımasızca gelmişti.

Sadece içimden ‘’insan kurallara sığmaz ‘’ demek geldi o an.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder