1 Ocak 2011

Güney Afrika 2

Stellenbosch

Cape Town’daki ilk günümüzde önce bir araba kiraladık. Direksiyon sağda. Trafik soldan akıyor ve şoför de bendim. Hayatımda daha önce hiç soldan akan bir trafikte araba kullanmamıştım. İngiltere’de yaşadığım dönemlerde metro her zaman en kolay, hızlı ve ucuz ulaşım aracı olmuştu, öğrenci ben için.

Direksiyonun başına geçtim. Önce durduğumuz yerde vitesleri kontrol ettim. Hepsi bildiğim gibi yerli yerlerindeydi. Neyse en azından vitesler tanıdıktı. Aklımda hep şu vardı. ‘’Sağa dönerken açıktan, sola dönerken içeriden al. Yolun solunda kal.’’

Yoldayız.

İlk durağımız Old Biscuit Mill. Eskiden biskuvi fabrikası olan büyükçe bir alanda şimdilerde her cumartesi günü açık meyve, sebze ve çiçek pazarı kurulmakta. Dolayısı ile oldukça kalabalık bir turist bölgesi. Benim için en büyük sorun bu kalabalıkta arabamızı nereye park edeceğimizdi. Bilmediğim bir şehir, bilmediğim bir trafik ve bilmediğim kurallar. Sarper dikkat etmem gereken birkaç kuraldan bahsetmişti. Ama iş pratiğe gelince elimin ayağımın birbirine girmesi an meselesiydi. Bakına bakına, çıkmaz bir sokak içinde ufak arabamıza ufak bir yer bulup park ettik. Önce güzel bir ingiliz kahvaltısı söyledik kendimize. Sonra kalabalığın ritmine katılıp küçük hediyelik eşyalar satan dükkanlara girip çıkmaya başladık. Etrafımızda zaman zaman türkçe konuşan insanlar duyuyorduk. Eskisi, yenisi birçok ıvır zıvır arasında dolaştıktan sonra arabaya dönüp yola devam etmeye karar verdik. Neyse ki araba bıraktığımız yerde duruyordu ve ceza makbuzu falan da görünmüyordu ön camında.

Sağda direksiyonu olan bir arabayı kullanmaktaki en zor kısım geri geri gitmekti benim için. Sağımdan mı, solumdan mı baksam arkama bilemedim. Solumdan bakmam gerek diye düşündüğümde görüş alanımın yetersiz olduğunu fark edip, sağıma dönüyordum. O tarafta da hiçbir şey görmem mümkün olmuyordu. Kelle koltukta tabiri ile yola çıktık. Tek yön sokaklara tersten girip birkaç arabayı da sinir ettikten sonra kendimizi otobanda bulduk.  

İstikamet Stellenbosch, Güney Afrika’nın şarapları ile ünlü bir kasabası.
Bağlar bölgesi Cape Town’a yaklaşık 30 kilometre uzaklıkta. Otobanda yol yapmak keyifliydi. Tabelaları da izleyerek yaklaşık yarım saatte bölgeye vardık. Yol üzerinde sağlı sollu pek çok bağ geçiyorduk. Hepsinde de şarap tadımı yapılabiliyordu. Fakat biz hangisinde duracağımıza karar verene kadar yol bitti ve kendimizi kasabanın içinde bulduk. Araba ile şehrin merkezini bulmamız pek mümkün görünmüyordu. Ayrıca ben de bir an önce direksiyonu bırakmak istiyordum. Böylelikle tenha bir sokağa park ettik. Fakat dönüşte arabayı bulabilmek konusunda emin olmamız gerekiyordu. Zaten hangi yöne doğru yürümemiz gerektiğini de bilemiyorduk. Gözümüze ufak bir otel ilişti. Resepsiyona girip görevli kıza şehir merkezine nasıl gidebileceğimizi sorduk. Bu ülkede herkes çok güler yüzlü ve yardımsever. Kız, bir harita çıkarıp önce nerede olduğumuzu işaretledi. Sonra da şehir merkezini tarif etti. Teşekkür edip çıktık.

Kasım ayı kuzey yarım kürede yaşayan bizler için kışın habercisiyken, burada yaşayanlar için yazın gelişini müjdeliyordu. Güneş ışıl ışıl parıldıyor, tatlı bir rüzgar ağaçların yapraklarını hışırdatıyor, hem de tenimi yumuşacık okşayıp beni kendimden geçiriyordu. Yürüdüğümüz sokaklar sakindi. Tek tük araba geçiyordu. Civardaki tek ses sokak müzisyenlerinin şarkılarıydı. Karşıdaki kaldırımda bir cafede oturan yaşlı bir kadına seranat yapıyorlardı. Kadın kalktı ve onlarla selamlaştı. Birkaç dakika konuşup güldüler. 

Stellenbosch bir üniversite kasabası olduğu için etrafta parmak arası terlikleri, şortları ile dolaşan genç insanlarla da karşılaşıyorduk. Yürüdüğümüz sokaklar kampüsün bir parçasıydı aslında. Öğrencilerin kimi gruplar halinde sohbet ediyor, kimi kulağında kulaklıklar sakin yürüyor, kimi telefonla konuşuyor, kimi de bisiklete biniyordu. Tek ortak olan şey acelelerinin olmamasıydı. Bir telaş ya da koşturmaca görünmüyordu civarda. Üstelik haftasonu olmasına rağmen. Kasabada hayat kendine ait bir ritimde akıyordu. Kendi şehrimi düşünmeden edemedim. Bu saatlerde sokağımda trafik sıkışmaya başlamış, sabırsız kornalar çalınıyor olmalıydı. Orada herkes bir yerlere yetişmek için koşmak zorundadır. Cafelerin önleri kuyruk olmuştur, oturacak yer bulmak neredeyse imkansızdır. Uğultu eşiği çoktan aşılmıştır. Oysa Stellenbosch’un cafeleri sakindi. Sokaklara masalar koymuşlar, renkli minderleri ile kanepeler var ağaç gölgelerinde. Uğultuyu geçtim, neredeyse ses yok. Hayatımda böylesine huzurlu, aynı zamanda da sevimli bir kasaba görmemiştim. Bu kasabanın ritmine uymak istedi vücudum. Öylece durup sessizliği dinledim. Ruhum kalmak istiyordu. Üçümüz de burada yaşayıp şarapçılık okumak istediğimizi söylüyorduk birbirimize. Aslında benim için fark etmezdi. Ne olursa okurdum, yeterki hayat yavaş olsundu.



Huzur insanın içinden gelir derler. Yaşadığın yer neresi olursa olsun, eğer huzur kendi mayanda yoksa fark etmez, dünyanın en sakin yerinde bile huzursuz olabilirsin. Stellenbosch’u gördükten sonra bunun kısmen doğru olduğunu düşünmeye başladım. Şehirlerin, kasabaların da kendilerine ait ruhları vardı. Kimi huzursuzdu benim şehrim gibi, kimi ise budist bir rahip kadar sakin, telaşsız. Ve insan yaşadığı yerin ritmine ayak uydurur ister istemez. Bu kaçınılmazdır. Koşan bir şehirde yürümeye kalkarsan gelip çarparlar, düşürürler yere. Yavaşlayamazsın. Sen farkına varmadan artar ritmin gün geçtikçe.

Cafeler birbirinden sevimli olduğu için hangisinde oturup, kahve içmek istediğimize karar vermek de zordu. Sonunda sokakta birkaç masası ve renkli minderleri ile bir de kanepesi olan şipşirin bir cafe ye attık kendimizi. Ağaçların gölgesi masayı örtüyor, ama arada sırada da yaprakların arasından kaçan güneş ışınları yüzümüzü yalayıp geçiyordu. Ufak purolarımdan birini yakıp dumanı içime çektim. Sabi Sand’de ölmüş ve cennete gitmiştim. Ya şimdi? Cennet hayatım devam ediyordu.  

Sırada şarap tadımları vardı. Zaman geçiyordu ve Güney Afrika’da neredeyse her yer akşam üzeri saat beş gibi kapanıyordu. Arabamızı bulmakta zorlanmadık. Stellenbosch yakınlarında ufak bir şarap kasabasını daha ziyaret edecektik. Franschhoek. Stellenbosch Pinotage üzümü ile ünlüyken bu kasaba da şirazı ile meşhurdu. Şiraz sevmediğim için bunu keşfetmek pek hoşuma gitmedi. Yine de üç bağ gezdik. Solms Delta, La Motte ve Grande Provence. Bağlarda önce elinize bir liste veriliyor. Hangi şarapları denemek istediğinize bu listeden karar veriyorsunuz. Kimi bağ tadım için ufak da olsa bir ücret talep ediyor, kimisi etmiyor. Biz çok sayıda deneme yapmadığımız için hiçbir şey ödemedik. Zaten arabayı ben kullandığım için fazla içmem mümkün değildi. Güney Afrika’da içkili araba kullanırken yakalanmanın cezası hapismiş. Bu yüzden şansımı fazla zorlamak istemedim.
Gezdiğimiz üzüm bağlarının hatta gezmediklerimizin bile güzelliğini anlatmam o kadar zor ki. Göz alabildiğince asma dizileri sanki sonsuza uzanıyorlar, güneşe doğru. Her yer yemyeşil. Bahçelerde kocaman ahşap masalar ve sandalyeler, geniş gölgelikli ağaçların altında yemek ve şarap servisleri yapılıyor. Öyle bir açıklık ve ferahlık hakim ki bölgeye, insanın gözleri dinleniyor bu yeşil sonsuzlukta. Sessizlik... Bir de sessizlik var tabi ruhumuzu sarıp sarmalayan.



Yavaş yavaş akşam oluyordu ve bizim Cape Town’a dönmemiz gerekiyordu. Öte yandan içimde bir ses ısrarla buraya ait olduğumu söylüyordu. İnsan kendi cennetini neden terk etmek istesin ki? Geri dönüşün olup olmayacağını bilmeden bırakmak zorunda kaldığım onca büyülü diyarı düşündüm. Evim binlerce kilometre uzakta, kalbimi yine Afrika’da bırakıp geri döndüm.  

1 yorum:

  1. özellikle aralarda verdiğin bölgeyle ilgili ufak ufak, dolayısıyla da sıkıcı olmayan bilgileri, betimlemelerini, sana hissettirdiklerini aktarışını, arada istanbulla orası arasındaki gidiş gelişlerini, karşılaştırmalarını..çok beğendim. :)

    YanıtlaSil