29 Aralık 2010

Güney Afrika 1

Johannesburg ve Sabi Sand

Bu yılın kapanış seyahati benim için Güney Afrika oldu. Daha sonra yurtdışına çıkmış olsam da, her sene büyük tatil diye adlandırdığım ve kıta değiştirdiğim yolculuklardan biriydi Güney Afrika.

Son gidişimden beri burnumda tütüyordu kıta. Büyülemişti beni güzel insanları, muz ağaçları, enerjisi, hatta yoksunluğu bile, geçen sene. Geri dönmek istedim. Bu sefer farklı bir ülke, ama yine Afrika.

Güney Afrika son yıllarda pek çok insanın tercih ettiği bir tatil yeri haline geldi. Eh bayram tatilleri de uzun olunca 9 – 10 saatlik uçuş çok da problem değil. İlk akla gelen şehir Cape Town olmasına rağmen biz önce Johannesburg’a uçtuk. Kısa söyleyişle Jo’burg. Orada bir kez bile bulunan herkes kullanıyor bu kısaltmayı. Gitmeden önce ilk kız kardeşimden duyduğumda havalı gelmişti. ‘’Ben orada bulundum. Jo’burg işte. Pek de birşey yok. Büyük şehir. Cape Town gibi renkli ve ışıltılı değil.’’ Değil çünkü denizden uzak. Güneş ışınlarının okyanus üzerinde oynaştığını göremiyor insan. İyot kokusunu alamıyor. Ama Johannesburg, Kruger Park’a yakın. İki gün boyunca safari yapacağımız oyun parkı. Bu şekilde adlandırıyorlar parkları orada ‘’game reserve ‘’.
Safariye gitmeden önce Johannesburg’da bir günümüz vardı şehri görecek. Ivan’dan Bulgar şoförümüz, bizi gezdirmesini rica ettik. O da  turistlerin hoşuna gideceğini düşündüğü birkaç alışveriş merkezi bölgesine götürdü bizi. Benim aklım fikrim bebek aslanları sevebileceğimiz Lion Park’taydı oysa ki.
‘’Ivan, Lion Park’a gidebilir miyiz?’’
‘’Bakarız öğleden sonra. Hava biraz yağışlı gibi. Gitsek bile bebekleri dışarı çıkarmayabilirler.’’
‘’Ama ama....’’ dudaklarım bükülmüştü.
Önce öğle yemeği yedik ve yanında da bir şişe kırmızı şarap açtırmayı ihmal etmedik. Ne de olsa Güney Afrika şarapları ile ünlü bir ülke. Üç kız bir şişe şarabı içtikten sonra kıkırdayıp duruyorduk. Ivan’ı arayıp bizi almasını rica ettik. Hava da açık gibiydi. Yani aslanları sevmeye gidebilirdik. Öyle de oldu.
Burası bir hayvanat bahçesiydi. Ama klasik kafesler yerine hayvanlar daha büyük alanlarda, çitlerin arkasında muhafaza ediliyorlardı. Çeşitli hayvanlar vardı. Çita, sırtlan, zürafa hatta beyaz aslanlar. Ama parkın en büyük ilgi odağı 4,5 aylık yavru aslanlardı. Açık bir kafesin içinde iki haylaz dönüp dururken, biri de yere öylece serilmiş, o hengamede uyuyordu. Hem de ölü gibi. Kafese girince insan ilk başta tereddüt ediyor. ‘’Ne de olsa vahşi hayvanlar, onlara dokunursam beni ısırırlar mı?’’ diye. Fakat öylesine sevimliler ki hemen dokunmak istedim. Önce ölü gibi uyuyanı okşadım. Puf puf, yumuşacıktı. Kocaman bir kedi işte. Diğer ikisi hala dönüp duruyorlardı. Bakıcılardan biri kafesin kenarına yere oturmamı söyledi. Oturdum. Dönüp duran yavrulardan biri yanıma yaklaştı, burnunu çeneme yaslayıp ittirdi. Sıcak tüylü burnu gıdıklamıştı beni. Sonra da üstümden tırmanıp yoluna devam etti. Bense gülüyordum. Bu vahşi hayvanlara bu kadar yakın olup onlara dokunabilmek harika bir duyguydu.



Parktan sonra Mandela Square’e uğradık. Ivan bizim için bir arkadaşı vasıtası ile para bozdurdu. Güney Afrika’da para bozdurmak oldukça pahalı. Çok yüksek komisyonlar alıyorlar. En karlısı banka nakit kartı ile hesaptan para çekmek. İlla çalışılan banka olmasına da gerek yok. Oradaki her bankadan, hesap müsait olduğu sürece para çekmek mümkün. Mandela Square şık bir alışveriş merkezi. Büyük değil. Etrafında iş merkezleri var. Orada çok oyalanmadık. Ivan bizi geleneksel Afrika mutfağını tadabileceğimiz  Moyo’ya  götürdü.
Burası çok otantik döşenmiş şık bir restaurant. Şarabımızı seçmek için bizi mahsenlerine davet ettiler. Yine bir şişe pinotage’dı tercihimiz. Ortaya da kocaman bir deniz mahsülleri tabağı söyledik. Öğle yemeğinden bu yana karnımız çok acıkmamıştı. Güney Afrika’da yeme içime oldukça ucuz. Restaurantlarda iyi şaraplar 100 – 150 ZAR arası. Bu da 12 – 18 euroya denk geliyor. Hergün şarap içtik.

Ertesi sabah Ivan bizi saat 05:30 da aldı. Yolumuz uzun. Johannesburg Kruger Park’a   yakın dediysem öyle birkaç kilometre değil tabi. Araba ile yaklaşık 6 – 7 saat süren bir yolculuk. Burada direksiyon sağda, trafik soldan akıyor. Öne oturdum ki trafiğin akışını izleyebileyim. Cape Town’da araba kiralamaya karar vermiştik. Şoför de ben olacağım için hisse alışmam gerekiyordu.

Oyun parkından önce ilk durağımız, yolumuzun üstündeki Blyde River kanyonuydu. Yolda yer yer yağmur yağıyordu. Kanyona tırmanırken de puslu hava etrafımızı sardı. Güzel bir manzara olduğunu duymuştuk. Ama pus kanyonu örterse görüş alanımız epey daralacaktı. Aslında kısmen de öyle oldu. Yukarı çıkıp uçurumun kenarına geldiğimizde, hava güneşli olsaydı muhteşem görünebilecek bir manzara ile karşılaştık. Aşağıda büyük bir yarığın ortasında Blyde nehri boylu boyunca uzanıyordu. Kayaların ihtişamlı şekilleri yukarıdan bakıldığında tanrısal bir mabedi andırıyordu. Kenarda gözümüze bir tabela ilişti. ‘’Buradan öteye geçmeyin.Tehlikelidir.’’ İyi de en güzel fotograflar o noktanın ötesinde çekilebilirdi sadece. Hemen levhanın arkasına doğru tırmanıp kayaların kenarına doğru gittim. Bizimkiler de arkamdan. Tek tek her kayanın üstüne tırmanıp en güzel manzarayı bulmaya çalışıyordum. Sırayla fotograflarımızı çektik. Manzaranın tadını çıkardık. Yol kenarında kurulu yerli malları pazarına göz attık. Ahşap heykeller, incik boncuklu takılar arasında insanın canı gördüğü herşeyi almak istiyor. Fiyatlar ise aşağı yukarı aynı. Pek değişmiyor. Pazarlık önemli bir etken bu yerli pazarlarında. Bazen söyledikleri fiyatın yarısına kadar indikleri bile oluyor. Alışverişin en eğlendiğim kısmı da bu zaten. Genelde söyledikleri fiyatın yarısını verip yürüyüp gidiyorum. Kimisi umursamayıp almazsan alma der gibi omuzunu silkip başka bir müşteriye geçiyor, kimi de arkamdan koşup pazarlığı sürdürmeye çalışıyor. Böyle durumlarda genellikle istediğim fiyata alabiliyorum beğendiklerimi. Fotograflarını çekmeme izin vermeleri de bonusu oluyor alışverişimin. Ama Güney Afrika’da insanlar fotograflarının çekilmesine çok da sıcak bakmıyorlar. Gizli çektiğim birkaç fotograf da istediğim kadar iyi olmadı.



Blyde River kanyonundan sonra Kruger Park’a doğru yolumuza devam ettik. Kalacağımız lodge un adı Elephant’s Plain. Ivan daha önce oraya hiç misafir bırakmamış. Aslında gideceğimiz park tam olarak Kruger değil. Onun yanında bulunan özel Sabi Sand ‘’oyun parkı’’. Sabi Sand tabelalarını takip ettik. Toprak yollu pek çok köyün içinden geçtik. Ivan önce kaybolduğumuzu düşündü. Yol uzadıkça uzuyordu ve hiçbir Elephant’s Plain tabelasına da rastlamamıştık. Birkaç telefon görüşmesinden sonra Ivan doğru yolda olduğumuza kanaat getirip rahatladı. Sabi Sand oyun parkının kapısından sonra yaklaşık 10 kilometre daha bozuk yolda ilerledikten sonra kalacağımız otele geldik.

Amazonlar’daki gibi ormanlar görmeyi bekliyordum. Meğer Afrika’da safari ‘’bush’’ denilen çalılıklar arasında yapılıyormuş. Oysa televizyonda kaç kez görmüştüm. Neden büyük ve sık ağaçlıklı ormanlar hayal ettiğimi ben de bilmiyorum.  

Otelin görevlisi bizi limonata ile karşıladı. Ahşap bir giriş, etnik detaylar, görevlilerin üzerindeki safari kıyafetleri bizi hemen havaya soktu. Afrika ‘’bush’’ unun ortalarında bir yerlerdeydik. Etrafta kuş seslerinden başka birşey duyulmuyordu. Mis gibi bir hava soluyorduk. Derin derin nefes aldım. Odamıza yerleştik ve ilk safarimiz için hazırlandık.

Otele ait dört adet safari aracı var. Her birinin de bir sürücü / rehberi. Bizim rehberimizin adı Louis’ydi. Sevimli gülümsemesi ile elimizi sıkıp kendini tanıttı. Hemen dört çeker araçlara bindik ve yola çıktık. Tabi bu arada otelde kalan diğer misafirlerle de tanışma fırsatı bulmuştuk. Çok uzun zamandır bu otele gelen ilk Türkler bizmişiz. Avustralyalı, amerikalı, ingiliz, fransız, polonyalı dünyanın her yerinden insan vardı. Otel sadece 24 kişiyi barındırabiliyor. Küçük bir tesis. Belki böyle olması çok daha iyi, huzurlu ve sessiz bir yer olabilmesi açısından. Yola çıkmadan önce Louis bize safari sırasında nelere dikkat etmemiz gerektiğini anlattı. En önemli kural araçta ayağa kalkmamak. Çünkü hayvanlar araçların şekillerine alışıklarmış. Görüntüdeki herhangi bir değişiklik meraklarını cezbedebilir ya da onları strese sokabilirmiş. Yani arabanın üstüne atlama olasılıkları varmış.

Louis sevimli genç bir adam. Komik bir aksanı var. Aslında Afrikanların tümü bu komik aksanla ingilizce konuşuyorlar. Onu anlamakta yer yer zorluklar çekiyordum. Yolda durmadan espriler yapıyordu. Özellikle araçtaki avustralyalı çifte çok fazla takılıyor ve karşılıklı şakalaşıyorlardı. İlk karşımıza çıkan hayvanlar zürafalardı. Çok sevimliler. Louis bize, eğer kafalarındaki boynuzların üzerinde tüyler varsa onların dişi olduklarını söyledi. O, hayvanlar hakkında o kadar çok şey biliyor ki, bu bilgisini kıskanıyorum. Beş yıldır parkta görevliymiş. Bu göreve gelmek için bir yıl okula gitmiş. Sonra da lisansını alabilmek için sınavlardan geçmiş. Yola devam ederken her yerde karşımıza impalalar çıkıyorlar. O kadar çoklar ki, sürüler halinde hoplaya zıplaya kaçışıyorlar biz araba ile geçerken.



Hayvanların izini sürerken birden yağmur bastırdı. Islanmayalım diye verdikleri yağmurluklar işe yaramayınca otele erken dönmeye karar verdik. Ama bu arada bufalo ve gergedan da gördüğümüz hayvanlar listesine eklendi. Afrika’nın avlanması en zor beş hayvanı big 5 olarak geçiyor. Bu hayvanlar aslan, fil, bufalo, gergedan ve leopar.

Safari dönüşü köpük banyosu ve konyak eşliğinde bolca dedikodudan sonra akşam yemeği de yendi. Artık yorgunluktan yıkılmak üzereydik. Ertesi gün 05:00 deki sabah safarisine dinlenmiş çıkabilmemiz için erkenden yattık.

Erken kalkınca gün insana ne kadar da uzun geliyor. Hele ki Afrika bush unda yapacak çok fazla birşey de yokken. Safari sonrası alternatiflerimiz kitap okumak, uyumak, yüzmek ve masaj. Her alternatif burada huzurun diğer adı aslında. Ben masajı seçtim. Sabah safarisinden döndükten sonra Afrika taş masajı yaptırmak için spa kulübesine gittim. Bahçede yürürken insanda ‘’ben öldüm ve cennete geldim’’ hissi oluşuyor. Bahçenin her köşesi yerlere kadar pembe begonvillerle kaplı. Sadece pembe de değil, kocaman sarı çiçekleri olan bir başka ağaç da ara ara gözlerimi kamaştırıyor. Masaj odasına girdiğimde gördüğüm manzaraya hayran kaldım. Odanın yerlere kadar inen penceresinden baktığımda vahşi doğa ile burun burunaydım neredeyse . Yattığım yerden impalaların oraya buraya zıplayışlarını, zürafaların uzun boyunlarını dalgalandırarak yürüyüşlerini seyredebiliyorum. Evet gerçekten cennetteydim. Oysa ilk insanların aynı vahşi doğa ile iç içe yaşarken benim hisettiğim huzuru hissettiklerini sanmıyorum. Çünkü hayatta kalma mücadelesi yok pencerenin benim baktığım tarafında. Sadece para ile satın alınmış bir lüks yaşadığım. Yüzü koyun uzanıp sıcak, pürüzsüz yüzeyli taşların yumuşak dokunuşlarını hissediyorum tenimde. Keşke bu hissi hergün yaşayabilmek mümkün olsaydı.

Öğleden sonra safarisi heyecanlıydı. Dişi bir leopar bulduk sık çalıların arasında. Louis ona ulaşabilmek için ustalıklı manevralar yaptı. Fotograf makinaları hayvana doğrultuldu ve onlarca kare yakaladık. Bu başarımızı kutlamak üzere bir su birikintisi yanında durup şaraplarımızı içtik. Louis bu sefer bana laf atmaya, takılmaya başlamıştı. Gülüyorduk. Ona ‘’bize bir fil gösteremedin.’’ diye takılıyorduk. Gerçekten de tüm filler yer yarılmış yerin dibine girmişti sanki. Yağmur yağdığı için bölgede su birikintileri oluşmuştu. Hayvanlar göletleri tercih etmek yerine yakınlarındaki su birikintilerini kullanıyorlardı. Bu yüzden de onları bulmak zorlaşıyordu. Çok daha büyük bir alanı taramak gerekiyordu ki bu da üç saatlik günlük safarilerde mümkün değildi. Louis şakalarımıza esprili cevaplar vermesine rağmen bize fil göstermek için epey uğraştı. Fakat başarılı olamadı. Böylece safari maceramız da fil göremeden sonuçlanmıştı.



Her yolculuğum sonunda mutlaka tanıştığım, beni etkileyen birini yanımda eve getiririm. Louis de Güney Afrika yolculuğumda bende iz bırakan bir karakter. Sarı saçları, sevimli gülüşü ve esprileri ile beni etkiledi. Onunla Elephant’s Plain’de kaldığımız iki gün boyunca sohbet edebilme şansımız olduğu için mutluyum. Anılarımda aydınlık yüzü ile sımsıcak gülmeye devam edecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder