6 Şubat 2011

Kapadokya'ya Yolculuk 1

2010, Şubat

Bu yolculuk kimin fikriydi tam hatırlamıyorum. Esasında Ece ile her sene yaptığımız klasik, sevgililer gününü birlikte geçirme ritüelimizi gerçekleştirmek için 14 Şubat’ta Kapadokya’ya gitmeye karar vermiştik. Sevgililer günü nedense her ikimize de hitap etmiyor. Üstelik özel planların yapıldığı, binlerce kilometreler uzaktan çiçekler, ayıcıklar gönderildiği nice sevgililer günü hatırlamama rağmen, aslında önemli olanın sevgililer günü değil de her daim sevgili kalabilmek olduğunu fark ettiğimden beri bu günü umursamaz oldum.
Bu sene sevgililer günü tarihi başka bir programla çakışınca Kapadokya seyahatimizi ertelemek zorunda kaldık..
19 Şubat, yani sevgililer gününden bir hafta sonrasıydı. Önce Kayseri’ye uçtuk. Ardından araba kiralayıp Ürgüp’e yola koyulduk. Arabayı ben kullandım. Hava kararmıştı. Yolu bildiğimiz de pek söylenemezdi. Ürgüp’e varmamız yaklaşık bir saatimizi aldı. Otele vardığımızda Salih bey, otelin sahibini, bizi bekler bulduk. Önce ofisine davet edildik ve biz daha ne olduğunu anlamadan kendimizi bölge ile ilgili bir seminerin ortasında bulduk. Ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum. Bir ara Ece’ye baktığımda, onun sabırsızlıkla ayağını yere vurmaya başladığını fark ettim. Salih bey ise masasının arkasında bir bölge haritası açmış renkli kalemlerle ziyaret etmemiz gereken yerleri tek tek işaretlemeye koyulmuştu.  
Salih bey ufak tefek kırk yaşlarında esmer bir adam. Ağır ve tane tane konuşuyor. Ses tonunun telefonda kulağa daha hoş geldiğine karar veriyorum. Şimdi karşılıklı konuşurken konuşmasında sanki bir aksan seziliyor. Ofisindeki masasının üzerinde Elif Şakak ın son kitabı Aşk duruyor. Hem de pembe versiyonu. Ben ‘’bir kadın hediye etmiş olmalı’’ diye düşünürken, kapıdan içeriye genç bir kız giriyor. Kendi halinde, sade, çok da çarpıcı olmayan bir kız. ‘’Otel görevlilerinden biri herhalde’’ diyorum kendi kendime. Bu arada  Salih bey sözünü bitirip bize odamıza kadar refakat etmek için ayağa kalkıyor. Otelde bizden başka misafir yokmuş. Biraz sezon dışı olduğundan olsa gerek diye düşünüyoruz.
Kapadokya’ya bundan yıllar önce iki kez gelmiştim. O yıllarda çok fazla otel seçeneği yoktu. En azından butik otel olarak tasarlanmış taş evlerde kalma imkanı yoktu. Bu sefer böyle bir otelde kalmak istediğimi bilerek bu yolculuğa çıkmıştım.
Odamızı gördüğümde istediğimin de ötesinde, çok farklı bir otel seçmiş olduğumu fark ediyorum. Peri Masalı gerçekten de ismini çok güzel anlatan bir otel. Kaldığımız odanın adı Harmonia. Otelde yedi adet oda var ve her odanın adı yunan mitolojisindeki bir tanrı ya da tanrıçadan alınmış. Harmonia uyum tanrıçası olarak geçiyormuş. Hayatımın harmoni ile aktığını söyleyemeyeceğim bir döneminde, böyle bir oda seçmemin ironik olduğunu düşünüyorum. Yine de odamıza keyifle yerleşiyoruz.

Odanın en şahane mekanı banyosu. Kocaman açık bir jakuzi küveti var. İnsana ‘’keşke sevgilimle gelseydim’’ dedirtecek türden üstelik. Banyodaki ışıklandırmanın romantizmini anlatmam mümkün bile değil. Hani insan ‘’bir banyo ne kadar romantik olabilir ki’’ diye sorabilir. Mermer lavabonun içi alttan ışıklandırılmış ve sanki büyülü bir çeşmede el yıkıyorum. Eğer bu çeşmeden su içersem Harmonia gibi ölümsüz bir tanrıçaya dönüşeceğim hissi içindeyim. Bu duygular içinde duşumu alıyorum ve yorgunluk çöküyor.
İlk günün planı güneşin doğuşu ile uyanıp balonları seyretmek. Çoğu, Göreme açık hava müzesinin yakınlarındaki bir alandan kalkıyormuş. Balon ile gezintinin çok pahalı olduğunu düşündüğümüz için binmemeye karar vermiştik zaten. Salih bey 1,5 saatlik bir turun 180 euro olduğunu söylemişti. Biz de fotoğraf çekebilmek için, daha güneş doğmadan balonların kalkış yaptığı alana varıyoruz. Hava keskin soğuk ve biz de oldukça erken gelmişiz. Bir süre sonra balonları ve sepetleri taşıyan araçlar ve yolcu servisleri gelmeye başlıyorlar. Biz sadece birkaç balon göreceğiz diye düşünürken bir saat sonra, kocaman alan yaklaşık 15 balonla dolmuştu bile. Göründüğü kadarı ile de her sepet on kişiden fazlasını alıyordu. Yolcuların çoğunun Japon turistler olduğu dikkatimizi çekiyor. Balonların şişirilmesini, yolcuların telaş içinde sepetlerin içine doluşmalarını seyrediyoruz. Bir yandan da fotoğraf çekiyoruz. Görülmeye değer bir manzara olduğunu düşünüyorum. Gökyüzü birden bire rengarenk balonlarla doluyor. Benim için yepyeni görsel bir şölen. Balonlar havalanıp uzaklaşana kadar orada kalıyoruz. Çok üşümüş ve yorulmuş bir halde odamıza döndüğümüzde saat de 07:30 oluyor.  

Kahvaltı otelin çok da büyük olmayan şirin mutfağında hazırlanmış. Kahvaltımızı ederken Salih bey de bize sohbeti ile eşlik ediyor. Oteli 2008 kışında açmış. Tüm dekorasyonu ile tek tek kendisi ilgilenmiş. Oda sayısını 20 ye çıkarmayı planladığı için binanın arka ve yan yüzlerindeki diğer binaları da satın almış. Otelin her köşesi ince detaylarla bezenmiş durumda. Salih bey dekorasyon için her gittiği yerden parçalar topladığını söylüyor. Her an yeni fikirler üretiyormuş. Hatta rüyalarında bile detaylarla uğraştığını söyleyince, bu işten gerçekten zevk aldığını fark ediyoruz.
Kahvaltıyı epeyce uzatıp keyif yaptıktan sonra izin isteyip yola koyuluyoruz. Bugünkü ilk durağımız İbrahimpaşa. Burada Rumlardan kalmış yıkık dökük taş evler var. Çok da özelliği olmayan bir köy. Salih bey bu köyden de taş bir bina satın almış. Burada bir meditasyon ve sağlık merkezi kurmayı planlıyor. Bu fikri ilgimizi çektiği için köyü görmek istedik. Salih bey’in hayalini kurduğu merkezi şu an bu yıkıntılar içinde hayal etmek mümkün değil. Ama proje bittiğinde eminim çok farklı görünecek.
Avanos çanak çömlek ustalığı ile ünlü bir kasaba. İkinci durağımız olan bu kasabada çanak çömlek yapmayı deneyebileceğimiz bir atölye bulmak için kolları sıvıyoruz. Araba ile dolaşırken Ece iki tane köpek yavrusu keşfediyor. Sanırım kangal yavruları. Arabayı park ettiğimizde Ece hemen yavruların yanına koşuyor. Ben de kapısında topraktan yapılmış heykellerin olduğu bir atölyeyi keşfetmek için elimde fotoğraf makinem içeriye dalıyorum. Atölyenin sahibi/ustası beni kapıda karşılayıp buyur ediyor. İçeri adım atar atmaz bir renk cümbüşü ile karşılaşıyorum. Burası klasik çanak çömlek yapılan bir atölye değil. Daha çok özgün objeler üretilen bir yer olarak göze çarpıyor. Duvarlarda topraktan yapılmış tablolar, oraya buraya serpiştirilmiş çarpıcı yüz ifadeleri ile insan büstleri dikkat çekiyor. Bir köşede Nazım Hikmet’in posteri, onun yanında Can Yücel’in bir fotoğrafı, atölyenin tam ortasında bir odun sobası. Tek eksik bir çilingir sofrası. Eminim akşamları o da gizlendiği yerden çıkıp efkar dağıtıyordur bir fasıl. Kafiye burada bitmez, uzar gider.
Böylece atölye sahibine çanak çömlek yapmayı denemek istediğimi söylüyorum sohbetin arasında. O da birkaç yere telefon edip bu isteğimizi gerçekleştirebileceğimiz bir yer ayarlıyor. Ben pazarlık yapmayı ihmal ederek duvar tablolarından bir tanesini satın alıyorum.

İki genç kız bizi almaya geliyor. Üniversite öğrencileri olduklarını öğreniyoruz yolda yürürkenki sohbetimiz sırasında. Aynı zamanda da çömlek atölyesinde motif çizmeye yardım edip harçlıklarını çıkarıyorlarmış. Usta bizi diğer atölyede bekliyor. Çömlek hamurları döner tablanın yanında hazırlanmış bile. Üstümüz başımız çamur olmasın diye bir şalvar ve yelek giydiriliyoruz. İlk gönüllü benim. Tablanın başına beceriksizce oturuyorum. Usta ‘’pedala bas’’ diyor. Basıyorum. Ellerini şöyle tutman gerek diyor. Onu da yapıyorum. Tabla döndükçe, hamur avucumun içinde şekil almaya çalışıyor. Maharet hissetmek ve hamurun canlı olduğunu hayal etmek diye düşünüyorum. Biraz su al hamuru ıslat ve tabla dönmeye devam ediyor. Su hamurun ruhu. O olmazsa hamur cansız ve kuru. Usta, ellerini elerimin üstüne koyuyor. Çamurun dokusunu hissediyorum tenimde. Kızıl ırmağın coşkusunu duyuyorum. Sonunda ortaya bir çömlek şekli çıkıyor. Tabi ustanın da yardımlarıyla. ‘’Hadi şimdi tek başınasın’’ diyor ve elime yeni bir hamur tutuşturuyor. Fakat ne mümkün usta olmadan çamurdan bir şekil çıkartmak. Ustanın elleri yine  ellerimin üstünde. Ama keyfime diyecek yok. Bu sefer uzun boyunlu vazomsu bir şekil çıkıyor ortaya. Şaheserlerimle bir fotoğraf çektiriyorum. Ece de kendine düşen kısmı tamamlayınca, çok işler başarmış olma edalarıyla atölyeden ayrılıyoruz.
Dışarıda hava ılık ve güzel. Bir kahvenin sokak masalarından birine oturup sahlep içiyoruz. Bir sonraki durağımız Saruhanlı Kervansarayı. Bu kervansaray şimdilerde sema gösterileri için kullanılıyor. Biz de bir sema gösterisi izlemek hevesi ile Saruhanlı’ya varıyoruz. Çok güzel taştan bir bina. Kocaman bir avlusu var. Avlunun ortasında da bir havuz. Aslında dilek havuzu olmamasına rağmen insanlar bir umut madeni para atmışlar içine. Sanki Mevlana dileklerini yerine getirecekmiş gibi. Ama olsun , inancın yerini başka hiçbir şey tutmuyor bu ülkede.
Gösterinin akşam saat 21:30 da başladığını ve fiyatının da 50 euro olduğunu öğreniyoruz. Artık bu ülkenin turistik bölgelerinde neden Türk parasından bahsedilmiyor? Bu iş gönül işi, nedir bu gözleri para bürümüşlük diye düşünürken kervansaraydan içeriye ayak basmanın da 2 tl ye mal olduğunu fark edip oradan koşarak uzaklaşıyoruz. Belki haklılardır. Her şeyin bir bedeli var. Bu yapıları ayakta tutmanın da . Yine de gönlüm razı gelmiyor haydut görüntülü insanlara ödeme yapmaya. Ne bir bilet kesiliyor, ne de bir kimlik var görünürde. Kime ne için ödeme yaptığımı bilmemek doğru gelmiyor. Üstelik kervansaray öyle çiçek gibi tertemiz düzenli ve bakımlı da değil. Daha çok sömürülüyormuş ve acı çekiyormuş izlenimi yaratıyor bende.


Artık gün bitmek üzere. Son olarak da Zelve’deki peri bacalarını görelim istiyoruz. Her yer bu oluşumlarla kaplı olduğundan manzara şimdiye kadar gördüklerimizden pek de farklı değil. Fakat bu bölgedeki peri bacalarının içinde eski dönemlere ait medeniyetler yaşamış. Aslında Göreme ve Ürgüp’te de bu şekilde yerleşim bölgeleri var. Yaklaşık bir saatimizi Zelve’de geçirip bu diyarları gezmeye gelmiş Şilili bir çift ile de muhabbet ettikten sonra arabamıza atlayıp otelimize geri dönüyoruz. Yalnız şunu fark ediyoruz ki 2,5 ay boyunca gittiğimiz İspanyolca kursu hiçbir işe yaramamış ve biz çiftin İspanyolca konuştuğunu bile anlamamışız. Hangi dili konuştuklarını sorduğumuzda bize İspanyolca diyorlar. Herhalde Şili aksanı ile konuşuyorlar diyerek de kendi kendimizi avutuyoruz.

1 yorum:

  1. Yazimi okudugunuz icin ben tesekkur ederim. Yardimci olabildigim icin mutlu oldum.

    YanıtlaSil