6 Şubat 2011

Kapadokya'ya Yolculuk 2

2010, Şubat
Onların Hikayesi
Otele dönüşümüzde kapıda karşılanıyoruz. Salih bey bizi dostlar arasında bir akşam yemeğine davet ediyor. Önce günümüzün nasıl geçtiğini soruyor. Daha sonra da akşam yemeğe bazı arkadaşlarını davet ettiğini, bizim de katılmak isteyip istemediğimizi. Biz de onun bu nazik davetini kırmayıp olur diyoruz. Ece çok yorgun olduğu için yataktan çıkmak istemiyor. Galiba beynimize her zamankinden daha fazla oksijen gitti bugün. Onu neredeyse sürükleyerek yataktan çıkarmak zorunda kalıyorum. Elimizde bir gün önce satın aldığımız, ama içmeye fırsat bulamadığımız bir şişe kırmızı şarap ile otelin mutfağına konuk oluyoruz. Salih bey ve kız arkadaşı Duygu, Kaan-Gülhan çifti ile 8 aylık oğulları Doruk mutfakta bizi bekliyorlar. Yemeği Duygu hazırlamış. Salih bey ile birlikte bize ev sahipliği yapıyorlar.
İlk akşam otele geldiğimizde karşılaştığımız kız Duyguymuş. Yani Salih bey in kız arkadaşı. Aşk romanı da Duygu’ya aitmiş. Okuması için Salih beye vermiş. Gözlemlerimizde yine yanılmamışız anlaşılan.
Mutfağa adım attığımız anda Ece ile aynı şeyleri hissettiğimizi biliyordum. Masanın bir köşesinde annesinin yemek yedirmeye çalıştığı 8 aylık bebeği gördüğümüzde ikimiz de acaba yemek davetini kabul etmekle hata mı ettik diye düşünmüşüz.
Yemekler servis ediliyor. Sohbet ilerledikçe yavaş yavaş bu insanların hayatlarına vakıf olmaya başlıyoruz. Salih bey ile zaten kahvaltıda uzun uzun sohbet etmiş ve onu az da olsa tanımıştık. Sıra diğerlerini tanımaya geliyor.
Duygu, ilk bakıldığında çok da fazla akılda kalmayan sıradan bir kız. Bir yandan bize servis yapıyor, bir yandan da Kaan ile gündelik konuşmasını sürdürüyor. Salih bey dışında diğer üçü bölgede öğretmenlik yaptıkları için, iş ile ilgili konuşacak çok ortak konuları var anlaşılan. Biz Ece ile sessiz kalıp konuşmaları  dinlemeye devam ediyoruz. Soru sormamız gereken yerlerde, konuyla ilgili görünmek için sorular soruyoruz. Bu şekilde sohbet derinleşiyor. Duygu'nun, öğretmenliğin yanı sıra sosyoloji konusunda yüksek lisans yaptığını, ayrıca üniversite üçüncü sınıf öğrencisi olduğunu öğreniyoruz. Kamu yönetimi de okuyormuş sosyolojinin yanında. O, konuşup planlarından bahsettikçe Ece ile ilgimiz daha da artıyor. Dışarıdan kendi halinde, sıradan gibi gözüken bu kız bizim için birden ilginç bir karaktere dönüşüyor. Nevşehir'de yaşamaktan sıkıldığından, seneye yüksek lisansı bittiğinde tayinini Selçuk İzmir'e isteyeceğinden bahsediyor. Salih bey tüm bu konuşmalar sırasında sessiz kalmayı tercih ediyor. Sanki bu konu ile ilgili, aralarında daha önce bir gerginlik yaşanmış ve Salih bey Duygu'nun gitmek istemesi ile ilgili mutlu değilmiş gibi.
Duygu daha önce Siirt'te de öğretmenlik yapmış. Şehri sevmemesine rağmen oradaki arkadaşlıklarını hala özlüyor. '' Ben eskiye dönük yaşayan bir insanım.'' diyor konuşmasının bir yerinde. İşte o an benim ilgim tamamen daha sonra söyleyeceklerine odaklanıyor. ''İnsan ne olursa olsun değişime ve yeni şartlara ayak uydurabiliyor. Eskiye özlem duysa da yeniye de adapte olmasını her zaman başarabiliyor.'' Gözlerindeki umutlu bakış ve anılarına bağlı yaşamayı seçse de, daima ileriye yönelik hayat felsefesi ile beni derinden etkiliyor.
Kaan ve Gülhan çifti, oğulları Doruk'u uyutmak için bir ara ortadan kayboluyorlar. Bir süre sonra Kaan tekrar bize katılıyor. Mutfağın bar tezgahında duran şarap şişesinden kendine bir kadeh şarap doldurup sohbete başlıyor. Kaan ressam. Mutfaktaki duvar resmini o yapmış. Rafael'in Galatea tablosunun bir kopyası. Beğendiğimizi söylüyoruz. 5 yıl önce İzmir'den gelip buraya, Mustafapaşa'ya yerleşmişler. Öğretmen olarak tayinleri buraya çıkmış. Mustafapaşa, öyle yol üstünde, insanın kafasına esip de yerleşeyim diyeceği türden bir kasaba değil. Güzel olmasına güzel. Fakat iç Anadolu bölgesinin orta yerinde, çok güzel taştan rum evleri ile bezenmiş sakin bir kasaba. Burada iki bin kişi yaşıyormuş. Ece ile bu insanların nerede olduğunu merak ediyoruz. Çünkü kasabanın ufak sokaklarında dolaşırken çok fazla insanla karşılaşmıyoruz.
Gülhan, oğlu Dorukla ilgilenirken çok bitkin görünüyor. Sanki hayatından bezmiş gibi.

Kaan ufak tefek, incecik bir insan. Şeker hastası. Her halinden çok tez canlı biri olduğu anlaşılıyor. Beş yıl önce tayinle bu kasabaya geldiklerinde hiç paraları olmamasına rağmen Kaan bir sanat festivali düzenlemeyi kafasına koymuş . Bunun için krediye baş vurduğunda, banka müdürü parayı ne için istediğini sorunca bizimki ‘’sanat festivali düzenleyeceğim’’ deyince banka müdürü şaşkınlık içinde Kaan’ın suratına bakmış. Ama krediyi de vermiş. ‘’Hala o krediyi ödüyorum’’ diyor. Üstelik aradan dört festival daha geçmesine rağmen. Bu sene taksitleri bitecekmiş. Ama düzenlemiş olduğu festivale artık dünyanın her yerinden katılım oluyormuş. ‘’ Çok seçici davranıyoruz’’ diyor. Kısa film, fotoğraf, resim gibi konularda eserler topluyorlar. Oldukça geniş bir sanat arşivi oluşmuş. Gururla anlatıyor. Hatta Kayseri’de düzenlenmek istenen bir sanat festivali için kendisinden yardım istemişler. Festivalin adı ‘’Pasuma’’ olacakmış. Kaan bu kelimenin ne anlama geldiğini sormuş. Pastırma, sucuk, mantı olduğunu öğrenince de oradan koşarak uzaklaştığını söylüyor. Yurdum insanı bir kez daha iş başında diye gülüyoruz.
Hep beraber toplu bir fotoğrafımız olması için makinemi kurmak istiyorum. Kaan hiç tereddüt etmeden kendisinin çekebileceğini söylüyor. Fotoğraf karesinde çıkmak istemiyormuş.
‘’Fotograf çektirmeyi sevmiyorum’’ diyor. Anlayışla karşılıyoruz.
Sabah balon izlemek için çok erken kalktığımızdan, ev sahiplerimizden izin isteyip odamıza dönüyoruz. Odada, tanıştığımız bu insanların bizde bıraktığı ilk intibaları paylaşıyoruz birbirimizle. Sonradan, onları biraz daha tanıdıkça, aslında pek de yanılmadığımızı göreceğiz.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder