13 Şubat 2011

Retro Efsane

Uzun zamandır compact bir fotoğraf makinesi almayı düşünüyordum. Canonumdan  memnun olsam da, büyük gövdesi ve lensleri ile onu her yere, her an taşımam mümkün olmuyordu. O, benim uzak diyarlar için vazgeçilmez arkadaşımdı. Ama bazen yakında, şehirde, anları yakalamak için hızlı olmak gerekiyor. Her an çantamda taşıyabileceğim daha ufak bir fotoğraf makinesi hayatımı kolaylaştıracak inancındaydım.

Compact bir makine almanın çok da kolay bir karar olmadığını internette, modelleri araştırmaya başladığımda fark ettim. Onlarca model, onlarca özellik derken, kafam iyice karıştı. Oysa bu seneye kadar hangi makineyi almak istediğimi bildiğimi sanıyordum. Canon G11 hayallerimi uzun süredir süslüyordu. Fakat sonradan fark ettim ki G11 oldukça büyük, hantal ve her zaman yanımda taşımak için ağır bir gövdeye sahipti. İstemeyerek de olsa bu hayalimden vazgeçmek zorunda kaldım.

Aralarında gidip geldiğim dört model vardı. Fotoğraf teknolojisi o denli hızlı ilerliyor ki, insan takip etmekte zorlanıyor. Yeni çıkan interchangable compact makineler çok cazip görünüyorlardı. Olympus Pen, Sony Nex, Panasonic GF1 ve Panasonic LX5 karşılaştırdığım modellerdi. Okuduğum forumlarda gördüm ki bu dört makineden sadece Panasonic GF1 gerçekten ön plana çıkıyordu. Fakat araştırmalarım sonunda hem büyük, hem de oldukça pahalı olduğuna karar verdim. Farklı lens seçenekleri ile istediğim kaliteyi elde edebilirdim. Ama Canonumla da aynı şeyi yapabildiğimi fark ettim. Zaten birkaç tane lensim vardı ve onlar bana istediğim poz esnekliğini veriyorlardı. Benim sabit bir lens ile harikalar yaratabilecek bir makineye ihtiyacım vardı. İkinci olarak öne çıkan model ise Panasonic LX5 ti. Hem küçük, hem marifetli, hem de daha ucuzdu. Özellikleri de hedeflediklerimle uyuşuyordu.

Bir fotoğraf makinesi seçerken, ister D-SLR olsun ister compact, ilk sorulması gereken soru; hangi şartlarda, ne tip fotoğraflar çekmek istiyorum olmalı. Öncelikle makineyi hangi tip objelere doğrultacağını ve bunu ne zaman yapmak istediğini bilmeli fotoğrafçı. Fotoğrafçılıkla ilgili ahkam kesecek kadar profesyonel olmasam da 2008 yılından beri fotoğraf çekerken ve okuduklarımdan öğrendiğim kadarı ile her amatör fotoğrafçı bu işe başladıktan sonra belirli bir yöne doğru yöneldiğini fark ediyor. Kimi portre çekmekten zevk alıyor, kimi mimari eserleri, kimi sokakta önüne gelen rastgele hareketli sahneleri. Bu da çoğunlukla hangi makineye ve lenslere sahip olunması gerektiğini belirliyor.

Son zamanlarda yaptığım seyehatlerde fark ettim ki, doğal insan halleri ve sokaktaki rastgele sahneler daha çok ilgimi çekiyor. Hareket ederken daha esnek, acelesiz ve sakin olmak istiyorum. Sahip olmak istediğim compact fotoğraf makinesi de öylesine doğal bir edayla kolumun bir uzantısı haline gelmeli ki, elimde tuttuğumun bile farkına varmayayım.

Bana ‘’kim gibi fotoğraf çekmek istersin?’’ diye sorsalar cevabım ‘’Ara Güler gibi.’’ olurdu. Siyah beyaz, hayatın içinden fotoğraflarına bakmaya doyamıyorum. Öyle doğal ve öyle gerçekçiler ki, sanki fotoğraflardaki insanlar bir zaman yolculuğu yapıp, hapsoldukları karelerden fırlayacaklar. Gerçek hayat hikayeleri olan insanlar bunlar. Bir zamanlar var olup, bu şehirde yaşamışlar. Kömür işçileri, hamallar, balıkçılar, sokak çocukları, salon beyfendileri, sanatçılar. Öyle çok yüz var ki, hepsini tek tek hatırlıyor mudur acaba diye sormaktan kendimi alamıyorum.

Ara Güler Leica fotoğraf makinesi kullanır film dönemlerinden beri. Marka, ürünlerinde hala geçmiş yıllardaki retro görünümünü korumak konusunda istikrarlı. Öyle cafcaflı teknolojik oyuncak görüntüsü yok makinelerinde. Modellerini sade, kibar hatta biraz da maskulen olarak tarif etmek yanlış olmaz. Fotoğraf dergilerinde ne zaman Leica marka bir fotoğraf makinesi görsem içim gider, dakikalarca incelerim. Acaba birgün alabilir miyim diye düş kurarım. Eğer Leica bir fotoğraf makinesine sahip olsam Ara Güler gibi kareler yakalayabilir miyim diye merak ederim. Biliyorum ki, bu işte bakmak ve görmek önemli. En iyi makineye sahip olunabilir ama, gördüğünü özgün bir bakış açısı ile yorumlamak yetenek ister.



Hiçbir zaman bir Leica’ya paramın yetebileceğini hayal etmezdim. Taa ki D-Lux 5 ile karşılaşana kadar. Her zamanki retro görüntüsü beni kendine aşık etti. LX5 ile özellikleri tamamen aynıydı. Evet fiyatı Panasonic’in iki katıydı. Ama günün sonunda bir Leica sahibi olduğumu bilecektim. ‘’Benim bir Leicam var.’’ demek öylesine gururlanılacak bir his ki, tarif etmesi pek kolay değil. Mantıklı bir kişi aynı özelliklerde bir makineye neden iki katı para vereyim ki diye düşünebilir. Ama sen ve ben bir Leica’ya sahip olmanın nasıl bir ayrıcalık hissi yaratacağını biliyoruz.

Evet sonunda bir Leica almaya karar verdim.

O bir retro-efsane… Efsane fotoğrafçıların tercih ettiği ve bir ömür vazgeçmedikleri ulaşılabilecek son nokta, compact da olsa.

     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder